ANAYASA REFERANDUMUNUN İKİ SORUSU
Dokuz gün sonra karşımıza çıkacak olan Evet / Hayır pusulaları bizlere aslında hangi seçenekleri sunmaktadır?
“Aslında” sözcüğünü vurguluyorum; zira, biçimsel olarak 18 maddelik bir anayasa değişiklik taslağının oylandığını herkes biliyor. Bu metinde yer alan ilk 15 maddeyle 1982 Anayasası’nın (yanlış saymadıysam) 68 maddesi değiştirilecektir. Bu operasyonu meramı, amacı nedir?
Referandumu Türkiye’nin gündemine getiren iktidar çevreleri, destekçileri ve Cumhurbaşkanı, bu taslağın hukuki çözümlemesine girmiyorlar. Anayasa değişikliğinin, aslında başka bir şeyleri hedeflediğini ileri sürüyorlar; bu hedefleri meydanlarda sıralıyorlar: “Türkiye’yi bölmek, parçalamak isteyen karanlık güçlerin; terörün yenilgisi”; “millî birlik, beraberliğin sağlanması”; “Türkiye’nin güçlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması…”
Bu yüce amaçların gerçekleşmesi için sözü edilen 18 maddelik metnin niçin gerekli olduğu ise bir türlü açıklanmıyor.
Muhalefet kampanyasının ana gövdesi ise, bu taslağın öğelerini çözümlüyor; bugünkü Cumhurbaşkanı’na referans vermeden tek adam yönetiminin tehlikeleri üzerinde duruyor ve anti-demokratik bir rejim değişikliği teşhisini yapıyor.
Bu teşhis elbette doğrudur. Yine de, “otoriter rejim” vurgulaması yetersizdir. “Hangi amaçla, neyi gerçekleştirmek için…” sorusu yanıtlanmadığı için eksik kalmaktadır.
Bana göre anayasa referandumunda bizlere aslında iki soru sorulmaktadır.
Birinci olarak İslamcı bir rejime geçişin hızlandırılmasını kabul ediyor muyuz? İkinci olarak, Türkiye’yi yönetecek olan Cumhurbaşkanı’na sınırsız dokunulmazlık sağlanmasını kabul ediyor muyuz?
16 Nisan’da oylanacak olan anayasa değişikliğinin somut hedefleri bunlardır.
“Hayır” kampanyasını sürdüren akımların, örgütlerin hemen hemen tümü, bu iki seçeneğin oylanmakta olduğunun farkındadır; ancak bu tespiti vurgulamaktan kaçınmaktadır.
Nedenlerin tartışılması, 2017’nin Türkiye ortamına ışık tutabilecektir.
İSLAMCI REJİME GEÇİŞ
Daha önce savunduğum görüşü tekrarlayacağım: Referandum, Türkiye toplumunun iki büyük blokunu karşı karşıya getirmektedir. İslamcı ve cumhuriyetçi bloklar…
2013 sonundan itibaren cemaat/AKP ittifakında açığa çıkan iç bölünmeyi bir yana bırakalım. Bugün AKP tarafından temsil edilen siyasî İslamcılığın nihaî hedefi bellidir: Bir hayli yıpranmış olan Cumhuriyet’in, ana çizgileriyle Müslüman Kardeşler doktrinine uyan İslamcı bir rejime dönüştürülmesidir.
Bu “yeni rejim”in tüm öğeleri kesinleşmemiş olabilir; nihaî yapısı zamanla oluşturulacaktır. Âcil gündem, “halk Müslümanlığı”nın Siyasî İslam tarafından “fethi”nin hızlandırılmasıdır. “Fetih” tamamlanınca rejim değişikliğinin önü açılır. Yeni rejimin ana çerçevesi hızla oluşturulur; biçimsel bir hamle sonunda dönüşüm tamamlanır.
Ne var ki, yıpranmış 1982 Anayasası dahi, Cumhuriyet rejiminin temel ilkelerinden bazılarını korumaktadır. Bu özelliği nedeniyle, sözünü ettiğim. “fetih”in tamamlanmasını kösteklemekte; güçleştirmektedir. 16 Nisan referandumunun hedeflediği sınırsız iktidar gücü, bu engeli hızla aşacak kritik bir adım olacaktır. Bu hedef ortadadır; onu, anayasa taslağındaki 18+68 maddeyi deşifre ederek ayrıca “keşfetmek” gereksizdir.
İslamcı blokun karşısında, cumhuriyetçi blok yer alıyor. Bunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri ve (en “gevşek” kapsamda) ortak değerleri ile barışık insanlardan oluşuyor.
Çok geniş bir yelpazeden söz ediyorum. İdeoloji ve siyaset açısından farklı akımlara, birbiriyle uzlaşamayan sağ ve sol uçlara uzanır. “Vatan bölünmez” ilkesini, anti-emperyalist konumlar ve bağımsızlık tutkularıyla birleştiren sert milliyetçi renkleri içerir. Bölgesel, etnik, kültürel özerkliklere sıcak bakan liberalleri de kapsar. Tüm siyasî meşreplerden katıksız demokratlar, aydınlanmacılar buradadır. Sol uçta sosyalizmle barışık insanlar yer alır. Büyük çoğunluk, Alevîliği de kapsayan bir Müslümanlık kimliği taşımaktadır.
Cumhuriyet değerlerini ve bunların İslamcı karşıtlarını temsil eden sözcükler, olgular, kişiler, kurumlar üzerinde özenli, doğru anketler yapılsa, öyle sanıyorum ki, cumhuriyetçi kalabalığın bugün dahi İslamcı bloktan daha geniş olduğu ortaya çıkacaktır. Zira, yukarıda sözünü ettiğim “fetih” süreci, henüz tamamlanmamıştır.
Bu renk ve meşrep kargaşası, cumhuriyetçi kalabalığın birlikte, aynı doğrultuda hareket etmesini neredeyse imkânsız kılar. Sadece, tümünü birleştiren değerlerin tehdidi ortak tepkileri tetikleyebilir. Anayasa referandumu böyle bir ortam oluşturmuştur ve tepkilerin 16 Nisan’da sandıklara yansıması beklenebilir. Şu şartla ki, anayasa taslağının Cumhuriyet’in tasfiyesini hedeflediği, cumhuriyetçilerce algılanmış olsun…
MUHALEFET KAMPANYASI
Muhalefet, İslamcı rejim hedefinin farkında olmasına rağmen, referandum kampanyasında bu önceliği vurgulamaktan uzak durdu. Zira, AKP’nin bu doğrultuda eleştirilmesinin referandum vesilesiyle başlatılması uygun değildi. “Hayır” kampanyasında bugün birleşenler, AKP’nin stratejik hedeflerini algılamakta geciktiler. Gecikmenin, önceki dağınıklığın bedelini şimdi ödüyorlar.
Kısa kronolojik hatırlatmalar yararlı olabilir:
2007’nin “tehlikenin fakında mısınız?” kampanyası ve Cumhuriyet mitingleri ile başlayabiliriz. Cumhurbaşkanı seçimi vesilesiyle laikliği savunma platformu, gereksiz destekler (örneğin Büyükanıt muhtırası) yüzünden zedelendi. Daha da önemlisi eksik kaldı: Sosyalistler “ulusalcı” teşhisi nedeniyle uzak durdu. Liberal ve orta-sağ çevreler ise “darbeci” suçlaması ile cephe aldı.
Liberallerin, orta-sağın bu tutumu, AKP’nin karşı saldırısına ve Cemaat’in Ergenekon/Balyoz operasyonlarına yeşil ışık yakmış oldu.
Sonraki yıllarda sosyalist sol, aydınlanmacı çizgiyle kopukluğunu adım adım aştı. 2013 Haziran kalkışması sonrasında laiklik karşıtı uygulamalara karşı en etkili direnmeler, sosyalistlerden gelmektedir; CHP’den değil…
Niçin CHP’den değil? Zira, 2007 sonrasında AKP-Cemaat ittifakının, din ve laiklik konularında sağladığı ideolojik hegemonya, CHP’yi giderek savunmacı bir konuma sürükledi. Laiklik karşıtı İslamcı politikaların eleştirilmesi, liberal aydınların da katkısıyla “din karşıtlığı” olarak teşhir edildi. Bu tür suçlamaların peşinen yarattığı ürküntü, CHP yönetimini adım adım tutsak aldı; lider kadrosunda bir “suçluluk psikozu” yarattı; köşeye sıkıştırdı.
“AKP, laikliği tasfiye gerekçesiyle eleştirilmeyecektir…” Bu örtülü direktif, Kılıçdaroğlu tarafından güncel politikalarda bir CHP ilkesi haline getirilmiştir.
Nisan 2017’ye gelindiğinde CHP, sosyalistler, liberaller, orta-sağ, referandumun, “İslamcı rejime geçiş” hedefini içerdiğinin farkındadır. Ne var ki, AKP’nin ideolojik hegemonyasının genişlemiş olması, bu teşhisin kampanya platformuna taşınmasını frenlemektedir.
Referandum süreci başlarken muhalefet iki seçenekle karşı karşıyaydı: Cumhuriyet değerlerini açık-seçik savunmak ve AKP’ye açıkça Cumhuriyeti tasfiye suçlaması ile yüklenmek… Veya, cumhuriyetçi kalabalığın bu algılamaya kendiliğinden ulaşmış olabileceği beklentisiyle, “Hayır” platformunu “tek adam yönetimine karşı parlamenter demokrasiyi savunma” gündemi üzerine yoğunlaştırmak…
İkinci muhalefet çizgisi yeğlendi. Umulan sonuç gerçekleşirse, ilk seçenek çerçevesindeki hesaplaşma, 17 Nisan sonrasında gündeme gelecektir.
CUMHURBAŞKANINA SINIRSIZ DOKUNULMAZLIK
Cumhurbaşkanına sınırsız dokunulmazlık… Yazının başında işaret ettiğim gibi, 16 Nisan oylamasının aslında izlediği iki hedeften biri budur.
Meclisi feshetme yetkisi, Cumhurbaşkanı’nın süresini uzatma imkânı da sağlamaktadır. (Taslaktaki Madde 11 ile değiştirilmesi öngörülen Madde 116)
Süreleri üst üste ekleyebilen, okuma-yazma bilen herkes ve AKP’li milletvekilleri farkındadır ki, bu düzenlemeler, bugünkü Cumhurbaşkanı’na (belki de) ömür-boyu sınırsız dokunulmazlık sağlayabilmektedir.
Bir olasılıktan söz ediyorum. Esas olan “geleceği okumak” değil, bu hedefin taslağa yerleştirilmiş olmasıdır.
Gülen’ci “paralel yapılanma”nın 2013 sonunda AKP’nin üst kadrolarına karşı gerçekleştirdiği operasyonun dosyaları, belgeleri fiilen kapatılmamıştır. Bir ucu şu anda ABD yargısına taşınmıştır. Sınırsız dokunulmazlık arayışları, bu bilançoyla ilişkili değil midir?
Anayasa değişikliğinin Cumhurbaşkanı’na tanıdığı dokunulmazlık, referandum kampanyasında muhalefet tarafından da vurgulandı. Ne var ki, “neden” sorusu sorulmadı; bu bağlantı üzerinde durulmadı. 2013 referanslı yolsuzluk iddiaları, parlamento dışı muhalefeti, “FETÖ örgütlenmesi” suçlamasıyla karşı karşıya getirmektedir. Ana muhalefet partisi dahi, bu bağlantıları gündeme getirmede ürkek davranmaktadır.
Bu durum da faşizmin, Türkiye siyasetine fiilen damgasını vurmuş olduğunu göstermektedir.
17 Nisan İslamcı faşizme sürüklenmeyi frenleyecek önemli bir dönüm noktası olabilir. Her şey, cumhuriyetçi blokun algılama düzeyine ve katılımına bağlı görünüyor.