Özellikle isteyeni yoksa kimse 'bölünmeden' korkmasın

Şu “bölünmüşlük” ve “bölünme” meselesi sosyalist cenahın önemli baş ağrıları arasındadır.

Boş verip geçilecek bir mesele değildir; ancak, yalnızca Türkiye’ye ve son dönemlere özgü bir sorun olduğu da sanılmamalıdır.  Sosyalist hareket 19. yüzyıl ortalarından günümüze kadar tüm dünyada hep bölünerek yol almıştır.   Aman dikkat: Bir gerçekliğe işaret ediyor, “böyle yol almıştır” diyoruz; “bu sayede” demiyoruz… 

Bu durumun çeşitli açıklamaları olabilir.

İşi psikolojiye dökmeyeceksek, örneğin sosyalist harekette yer alan insanların genellikle daha “şişkin” olduğu söylenen egolarına takılıp kalmayacaksak başka açıklamalar aramamız gerekir. Bunlardan biri, sosyalist düşünceye göre daha eski, daha kurumsallaşmış ve üstelik iktidarda olan başka ideolojilerin sosyalist cenaha nüfuz etmesidir…

Yabana atılır bir açıklama değildir; ne var ki tek başına alındığında insanları yabancı ideoloji dedektifliğine götürebileceği gibi bölünmeleri açıklamaktan çok yeni bölünmeleri tetikleyici etkiler de yaratabilir (ki genellikle böyle olmaktadır).

Kendi açıklamamızın ise biraz daha “objektif” olduğu kanısındayız:   Var olanın nasıl aşılacağına ya da yıkılacağına ilişkin düşünce ve pratikler, var olanın nasıl korunup sürdürülebileceğine ilişkin düşünce ve pratiklere göre çok daha açık uçludur; deneyimselliği, yeniyi ve yenilikçi olanı çok daha fazla tahrik ve davet eder…

Ve “kıyamet” de böyle kopar!

***

Asıl konumuz ise şu: Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde yaşanan bölünmelerden hareketle bir örüntü (model) çıkarabilir miyiz?

Görebildiğimiz kadarıyla Türkiye sosyalist hareketindeki bölünmeleri açılma/yükseliş dönemi bölünmeleri ve tıkanma/düşüş dönemi bölünmeleri olarak iki grupta toplamak mümkün.

Daha eskilere gitmezsek, 1960’lardan başlayıp 1978 yılına (1980’e değil) uzanan dönemdeki bölünmeleri sosyalist hareketin açılma/yükseliş dönemi bölünmeleri olarak değerlendirebiliriz. Henüz 12 Eylül gelmeden, 1978-79 yıllarından başlayarak günümüze kadar yaşanan bölünmeler ise tıkanma/düşüş dönemi bölünmeleri şeklinde ortaya çıkıyor.

Peki, her iki kategoriye ait belirgin özelliklerden söz edilebilir mi?

Mümkün görünüyor.

Örneğin, açılma/yükseliş dönemindeki bölünmelerin temelinde teorik ve ideolojik planda görece daha gelişkin ve kapsamlı sayılabilecek girişimleri, o zamana dek yeterince vurgulanmamış önemli konuların öne çıkarılışını görebiliyoruz. Buna karşılık tıkanma/düşüş dönemi bölünmeleri daha çok “örgütsel meselelere”, en başta yola çıkarken benimsenen ilkelere kimin daha sadık kaldığına ve buna benzer şeylere ilişkindir.

Hepsinden daha önemlisi ise şudur:  Açılma/yükseliş dönemi bölünmelerinde istisnasız tüm tarafları belirleyen bir “devrim perspektifi”, devrimin o kadar uzaklarda olmadığına ilişkin bir inanç vardır.   Tıkanma/düşüş dönemi bölünmelerinde ise bu perspektif ve inanç çok daha geri plana düşmüş, silikleşmiştir.  

Bir “örüntü” önerisidir ve tartışmaya açıktır.

***

Peki, bütün bunlar yakın dönem için ne anlam taşıyor, neye işaret ediyor? 

Bizce bugün yapılması gereken, mevcut “bölünmüşlük” durumlarını ya da gelecekteki “olası” bölünmeleri kafaya takmak yerine sosyalist hareketin yeni bir açılma/yükseliş dönemine nasıl, neleri yaparak girebileceğine odaklanmaktır. Kimsenin kimseye “bir daha zinhar bölünme olmaz” garantisi verebilecek durumu olmadığı gibi böyle bir garanti beklentisi de temelsizdir.

Sosyalist hareket ve örgütlenmede yapılması gereken, sağlam bir zemin oluşturduktan sonra bu zemin üzerindeki kaçınılmaz tartışmaları kolektif olarak yönetmek, hepsinin belirli bir çerçevede kalmasını sağlamaktır.

Gerisi “Allah kerim” değilse bile hayatın ve siyasetin akışıyla belirlenecektir ve bu akışın olası mecralarını önceden bir bir tespit etmek kimsenin becerebileceği bir iş değildir.

Sonra, “ya gene bölünürse” diye süreçlerden uzak durulması başka açılardan da pek mantıklı görünmemektedir. O zaman iktidarı falan da istemeyelim; öyle ya iktidardan sonra da bölünmeler olabiliyor…