Öyleyse bir şeyler yapmak gerek…

Memleket anlık, günlük yaşanan bir ülke halinde…

Bir olayın üstü küllenemeden, kırk sekiz saatte başka bir olay zuhur ediyor ve dikkatler o yöne çevriliyor…

Geçen hafta sonu, Ankara Üniversitesi Hastanesi Cebeci kampüsünde, makûs bir olay cereyan etti. Dört eczacı arkadaşımız, hakkında soruşturma yürütülen bir eczane çalışanı tarafından kurşuna dizilerek öldürüldü.

Nedir (?); ne değildir (?) meselesi şimdilik tam da anlaşılmış değil. Bu katliamın ardından, görünen o ki, üniversite işin sahibi olduğunu ilan ediyor; eczacılar infial içinde ve meslek kuruluşları olayın peşini bırakmayacaklarını söylüyor ve acı küllenmeden, cenazelerin defni tüm tazeliğiyle yaşanırken, bir de bakıyoruz ki Atatürk Havalimanında IŞİD canlı bombacıları yeni bir katliam yaşatıyor.

***

Önce eczacı katliamına bir bakalım…

Meslektaşlarımız İlknur Yüce, Gürsu Ulaşan, Özler Kiriş ve Hikmet Türk olayın maktulleri. Katil, gözünü kırpmadan ve söylentilere bakılırsa diğer iki eczacıyı bu gruptan ayırarak katliamı beylik tabancası ile gerçekleştiriyor. Sonradan gruptan ayrılanlardan birisinin izinli olduğu falan da söyleniyor. Yani eczane içinde olan bitende bir yığın belirsizlik var. Sorulardan başka birisi de, mekânda çalışan başkaları yok muydu (?); varsa onlara ne oldu (?). Katil tek başına olduğuna göre neden kimse bir müdahalede bulunamadı gibi bir muamma silsilesi henüz dağılmış değil.

Mesele, bir ilaç yolsuzluk soruşturması. İlgilisi de katil kişi. Maktul eczacılar, olayla ilgili şikâyette bulunanlar ve bu şikâyet nedeniyle katilin eczacıları ölümle tehdit ettiği de biliniyor. Mealen, “eczaneden atılırsa, eczacıları mermi manyağı yapacağı” şikâyete konu olmuş. Bu şikâyeti ise bir savcı dikkate almıyor. Soruşturmaya mahal bulunmadığına karar veriyor. Anlaşılan, katil, idari soruşturma sürerken, eczane mahalline elini kolunu sallayarak gelip, gidebiliyor. Anlaşılan, katil, belinde veya masasının çekmecesinde silahını bulundurabiliyor. Ve olay günü, muhtemel bir ağız dalaşı, cinayet serisiyle sonuçlanıyor.

Rektör, ilk açıklamasında, olayın siyasi veya terör olayı olmadığını açıklıyor. Olayın bir iç huzursuzluktan kaynaklandığını belirtiyor ve iş, adeta olağanmış izlenimi oluşturabilecek bir sıradanlığa denk düşürülüyor. Sonraki kısım bildik görüntülerle ilgili. Eczacılar üzüntü ve öfkelerini dile getiren ve bunu örgütleri aracılığıyla gündeme taşıyan bir tutum alsalar bile, olay doğru dürüst basında bile yankılanmıyor. Eczacı Gürsu Ulaşan’ın, Polonya’da kariyer yapan oğlunun ilettiği mesaj ise ilginç. Her şeyi bildiğini ve buna karşın katilin arkalandığı izleniminde olduğundan konuşamayacağını yazıyor…

Neresinden bakılırsa bakılsın, hem sosyal ve hem de ağır kriminal bir olayla karşı karşıya olduğumuz apaçık ortadayken, ölümün ve katliamların çok sıradanlaştığı bu ülkede, İstanbul Hava Meydanı katliamı, eczacıların katledilişlerini adeta gündemden buharlaştırıyor…

Kuşkusuz olay takip edilecek, meslek örgütleri sonrasına sahip çıkacak ve üniversite de gereğinin yerine getirilmesinde kolaylaştırıcı olacaktır.

Esasen bunu ummak da istiyoruz…

İş cinayetlerinin, işçi katliamlarının yanına, hekimlerde de olduğu gibi, artık eczacılar da ekleniyor…

Öyleyse bir şeyler yapmak gerek…

***

Atatürk Havalimanı işi ise facialar serisinin başka bir yüzü…

Türkiye bir yolgeçen hanına dönüşmüştür…

Şimdi paylaşacağım son bir yıllık katliamlar serisi, sosyal medyada da çok yer aldı. Bakın katliam ve faciaların boyutuna…

20 Temmuz 2015- Suruç patlaması; 10 Ekim 2015- Ankara garı patlaması; 23 Aralık 2015- Sabiha Gökçen Havalimanı patlaması; 12 Ocak 2016- Sultanahmet Meydanı patlaması; 17 Şubat 2016- Ankara patlaması; 13 Mart 2016-Ankara patlaması; 19 Mart 2016- Taksim Meydanı patlaması; 27 Nisan 2016- Bursa patlaması; 1 Mayıs 2016- Gaziantep patlaması; 7 Haziran 2016- Vezneciler patlaması; 28 Haziran 2016- Atatürk Havalimanı patlaması…

Bir yıl içinde tam on bir vaka. Umalım ki, temmuzdan, temmuza uzatmasında, katliamların bir düzineye tamamlanması için muhtemel bir olay daha yolda olmasın…

Bu olaylarda üç yüze yakın insan öldü ve bin kişinin üzerinde de yaralanan oldu…

Katliamların ortak özelliklerine bakıldığında, temelde dört faktör hep galebe çalıyor. İlki, olaylarda kahir biçimde IŞİD parmağı görünüyor; ikincil olarak, kurumsal sonraki beyanlara bakılırsa MİT hepsinden haberdar; her olay sonrasında hükümet en gerekli tedbirleri alıyor ve sonuncu olarak da, ne yazık ki, kimi yabancı büyükelçilikler olaydan en az yirmi dört saat önce kendi yurttaşlarını olayla ilgili uyarıyor…

İktidarın yakınmalarına gelince, Türkiye’nin istikrarına ve hükümetin aldığı teveccühe göz dikenler, terör örgütlerini de kullanarak memleket bekasına darbe vurmaya çalışıyor…

Bu laflar, ne acılarımızı almaya yetiyor, ne de böyle bir coğrafyada beşinci sınıf yaşamlara mahkûm edilmenin, kader diye kabul edilmesini sağlıyor…

Öyleyse bir şeyler yapmak gerek…

***

Türkiye’de hep katliam olacak değil ya…

Katliam haberlerinin önünde mutlaka gündeme düşen başka olaylar da oluyor ve bunları, adeta katliam ve terör olayları takip ediyor…

Haziran ayı, RTE’nin diplomasının hayli sıklıkla tartışıldığı bir zaman dili olarak yaşandı. Havalimanına IŞİD saldırısından birkaç gün önce Rusya, İsrail ve Mısır’la yumuşama beyanatları gündeme düştü.

İsrail’le yeni bir anlaşma imzalanmış bulunuyor. Önümüzdeki günlerde RTE ve Putin yüz yüze görüşüp, buzları eritmeye çalışacaklar ve Mısır işinde de kuşku yok ki Mısır yönetiminin kendilerini meşru olarak tanınması isteği bir biçimde yerine getirilecek…

Bu haberlerin duyulmasıyla beraber gündeme düşen soru şu oldu? Tamam da o zaman neden araları bu denli bozduk. Mavi Marmara’da neden on insan öldü. Rus uçağı neden düşürüldü, falan…

Nedenlerin yanıtlarını sokaktaki vatandaş bilmese bile, devlet katındaki yönetici ricali mutlaka biliyor. Yoksa “gün onu gerektirmişti” olgusu, modern uluslararası ilişkiler politikasının bir gereği değil, olsa olsa bir kabile yönetiminin tutumu olurdu.

Rusya işi koptuğunda, bu sayfalarda buna dair iki yazı yazmıştım. Yazılar yakın dönem Osmanlı, Sovyet ve Cumhuriyet tarihleri içinden bir kısım ilişkiler manzumesini de kısa notlarla değerlendiriyor ve Rusya ile aramızda bir savaş çıkamayacağına ve işlerin sakinlemesi için zamana ihtiyaç olduğunu bildiriyordu. Özetlersek şunlar deniyordu: Rusya sıcak denizlere çıkmak için Türk Boğazlarına muhtaçtır. Her iki ülkenin kurdukları ticari ilişkiler birbirinden kolayca vazgeçilmeyecek düzeydedir ve jeostratejik olarak her iki ülkenin birbirine hasmane tutumda olmaları, uzun vadede çıkarlarına ters düşecektir.

Görünen köy kılavuz istemezmiş! Mersin Akkuyu nükleer santrali ihalesi Rusya’ya on iki milyar dolara ihale edilmiştir. Düne değin Rusya’dan gelen iki milyon üstü turist sayısı bu yıl itibariyle yüzbinlere düşmüş ve milyarlarca dolarlık tarım ihracat gelirleri dibe vurmuştur. Rusya’nın da Türkiye dışı kaynaklardan tarım ürünleri ithalatı, bütçe giderlerini daha da ağırlaştırmıştır. Rusya, Suriye denkleminde ayrılmaz bir güç merkezi olurken, ABD ile sözüm ona ortak ve fakat denklemden ayrıştırılmış Türkiye’nin yeni hamlelere ihtiyacı da ayan beyan daha fazla ortaya çıkmıştır… İşte Putin-RTE sevgisini yeniden tetikleyen birkaç küçük “hissi neden” böylece zuhur etmektedir.

İsrail işine gelince, Orta Doğu’da ABD, Türkiye’den çıkarları adına ne denli vazgeçemese de, İsrail’den daha da misliyle hiç vazgeçemez. Aralarında, bir tarafa daha da ağırlık verecek olursa, İsrail daha da galebe çalar. İsrail bölgedeki tutunmasında, sırtını ABD’ye dayarken bilimsel, teknolojik gelişme ve bunu askeri ve istihbarat örgütlenmesinde kullanma yetenekleri bakımında Türkiye’ye ciddi sorun oluşturma kapasitesine sahiptir. İsrail için de Türkiye her şeye karşın saik bir coğrafya değil, bölgede uzlaşılması en fazla kendi çıkarına olabilecek devasa bir ülkedir. Sonuç, işlerin yumuşatılmasına uygun zamanın geldiğini gösteriyor…

RTE bunları görmüş olmalıdır ki, kendi yan teşkilatlarından birisinin düzenlediği Mavi Marmara işinde, şimdi o teşkilatına, o zaman ben başbakanken benden izin almamıştınız diyebiliyor… Yani özü itibariyle “dün dündür, bugün, bugündür.”…

***

Bu olayların sıcağıyla yaşandığı geçen hafta sonunda Haziran Direnişi Türkiye Meclisi toplanıyor. Bir çıkış aranıyor…

Bu arada Türkiye yanıyor ve yangın artık dev bir ocak ateşine dönüşmüş durumda. Önce birkaç gün kor ateş, sonra ocak yeniden harlanıyor; gökleri alevler tutuyor.

Sanki yaşam, artık tesadüflerin ayrıntısında gizli…

Soluklarımızı tutmuş ne gelecekse, bekleşmelerdeyiz.

Bir bilebilsek, çare de, umut dediğimiz de kendi ellerimizde ve irademizdedir.

Öyleyse bir şeyler yapmak gerek…