Okuma yazmanın ızdıraplarına önsöz

Bu hafta bir doğumun heyecanını duyuyorum. Yeni kitabım, “Okuma Yazmanın Izdırapları”nın matbaadan gelmesini bekleyemedim. Bir akşam karanlığında, baskıyı çabuklaştırmak için İstanbul’un uzak semtlerinden birindeki matbaaya gittim. Kapısı bacası belirsiz koca bir binanın karanlık merdivenlerinden çıkıp makine seslerinin duyulduğu ağır demir kapıyı omuzlayarak açtım. Karmakarışık düzenlenmiş bir matbaa sahnesi; baskıdan çıkmış henüz kapakları takılarak kitap haline dönüştürülmemiş yığınların arasından güçbela yol bularak derdimi anlatacağım birini aradım. Yirmili yaşlarında işçiler, alışkanlıkla işlerini sürdürürken gürültü içinde bana işaretle yol gösteriyorlardı. Matbaada her şey darmadağınık, duvarlar kirli, ortalık toz toprak içindeydi. Dışarının buz gibi soğuğu buraya da işliyordu.

Kitabının yeni basılmış kapağını görmeye çalışan bir yazar, bu çalışma düzeninde ne kadar yabancı biriydi. Yoksa Yakup Kadri’nin “yabanı” mıydım? Birden, kitabın önsözünde, bu iğreti çalışma düzeninde, enaz ücretle çalışan emekçilerden hiç söz etmediğimi fark ettim. Oysa herkesten önce onlara teşekkür etmeliydim.

Beni okuma yazmanın ızdıraplarıyla haşır neşir eden basımevi emekçilerine hiç bitmeyecek borcumun bir bölümünü, burada, bir kuru teşekkürle ödemek istiyorum.

“Okuma Yazmanın Izdırapları”nın matbaadan gelişini beklerken, dayanamadım, önsözünden bazı bölümleri sizinle paylaşmak istedim. Izdıraplarımı dağıtarak teselli arıyorum.

Seçmeler, aşağıdadır.

***

Kendisini anlamak ve anlatmak istemeyen bir insanlık ve toplum gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ben buna, “karınlardan ibaret insanlık” diyorum. İlk şairlerden Hesiodos’tan, iki bin yedi yüz yıl öncesinden alınmış bir tanımlama. Boğaz tokluğuna çalışma ve yaşama çemberine sokulmuş bir insanlığın durumunu anlatıyor. Karınlardan ibaret bir insanlığın egemen kültür olduğu bir zamanda, okuma yazmanın sevinçleriyle ızdırapları birbirinden ayrılmaz olmuştur.

***

Şunu netlikle söyleyebilirim; okur yazarlığın varlık koşullarını ortadan kaldıran bir ekonomi politik işliyor. Çok satar beş kitabın varlığı, hiç satar beş yüz kitabın olmasını gerektiriyor. Yazarlık, artık bir meslek olarak, iş olarak sürdürülemez hale geliyor. Bağımsız bir yazarın, yazdıklarının geliriyle yaşaması olanaksızdır. Bu, ne zaman olanaklı oldu, diye sorulabilir. Dünyanın en büyük romancılarından, günde en az on iki saat yazan Balzac da borç içinde yaşamadı mı? Yaşamıyla ilgili en uzun süreli hayali, zengin bir dul ile evlenip para sıkıntısı çekmeden istediği gibi yazabilmekti. Uzun yıllar, yaşlı kocasının ölmesini beklediği zengin Madam Hanska’yla nihayet evlendikten birkaç ay sonra da, “İnsanlık Komedyası”nı bitiremeden öldü.

Balzac’ın en önemli karakterlerinden, taşralı genç şair Lucien’in, Paris’i fethetmek için geldiği, birkaç gün içinde ünlendirilip tiyatro eleştirmeni yapıldığı romanın, “Sönmüş Hayaller”in sonunda, gazete patronlarının kuklası olmuş şairin hiçliğe atılışını görürüz. Balzac, iki yüz yıl öncenin kapitalist Fransa’sında bilim ve edebiyatın sermaye çarkında bağımsız varoluşunu yitirişine bir ağıt yazmıştır.

Bir gün, Balzac’ı gözü yaşlı gören bir dostu sorar: “Neden bu kadar üzgünsünüz?” “Lucien öldü”, der; roman karakterinin ölümüne ağlamaktadır. Günde on iki saat roman yazan Balzac’ın, şairi gereksiz bularak yaşatmayan bir toplumdaki ızdıraplarından bir sahnedir. Gerçekçi Balzac, şairi gereksizleştiren burjuva düzenini romanında aşamıyor, tarihin ve toplumun nedenselliklerinin dışına çıkarak, sevdiği roman karakterini ölümden kurtaramıyordu. Yalan yazamazdı.

***

“Sönmüş Hayaller”in üçüncü kitabının adı “Bir Yaratıcının Çektikleri”dir. Burada da Lucien’in kızkardeşinin kocası David Sechard ’ın bilimsel bir icadının nasıl kapitalistlerce ele geçirildiği anlatılır. David Sechard, yeni ve ucuz bir kâğıt üretme yolu bulmuştur, rakipleri bunu çalmak için yapmadığını bırakmazlar. Balzac, kapitalist toplumda yoksul düşürülen bilim insanının durumuyla şairin gereksizliğinin aynı temel gerçeğin, özel mülkiyete dayalı sermaye düzeninin zorunlu sonucu olduğunu gösterir. Bilime, ancak sermayenin kârını artırdığı ölçüde, buna hizmet ediyorsa yaşama hakkı tanınır.

Bugünün Türkiye’sinde bilim, hapishaneye kapatılmıştır. Evrenbilimci Rennan Pekünlü hocamız, Foça hapishanesinde, Balzac’ın iki yüz yıl önce romanını yazdığı bu gerçeği simgelemektedir.

Rennan Hocayı, bir kere, 2013 yazında, muhteşem Haziran’ın son günlerinde, İzmir Karaburun’da, “Ütopyalar” buluşmasında gördüm. Evrenbilimde son kuramlarla ilgili konuşuyordu. Vatikan’ın, big bang, büyük patlama kuramını Hıristiyanlıkla bağdaştırdığını ve bu nedenle bu kuramı desteklediğini vurguladıktan sonra, bu kurama aykırı sorular soran ve araştırma yapan bilim insanlarının nasıl engellendiğini anlatıyordu. Dünyada gökbilimcilerin gözlem yapabilmeleri için kullanabilecekleri az sayıda gelişmiş teleskoplardan biri de Vatikan’daydı ve big bang’e aykırı araştırma yapan gökbilimcilerin bu teleskobu kullanmaları için izin verilmiyordu. Bunu söylerken Renan Hocanın sesi titriyordu ve gözyaşlarına engel olamıyordu. Denizin kıyısındaki asma ağaçlarının altında sere serpe oturmuş Rennan Hocayı dinlerken, bu anı hiç unutamıyorum, hepimiz, bilime karşı çıkarılan bu engel karşısında Hoca’nın kendini tutamadan ağlamasına derin bir saygıyla bakıyorduk.

Foça hapishanesinde tutsak Rennan Hocamızın, evrenin gerçeğini araştıran gökbilimciye teleskobun yasaklanması karşısındaki gözyaşları ile  Balzac’ın şair Lucien için döktüğü gözyaşları, “Okuma Yazmanın Izdırapları”nda buluştu.

***

Okuma yazmanın ızdırapları, yazarlık cephesinden, toplumsal açıdan gereksiz bir iş sayılışıyla başlıyor. Bundan yetmiş yıl önce, Sait Faik’in kimlik sorgusundaki memurlar, yazarlık diye bir mesleğin olabileceğine inanmıyorlardı. Bugün ise kitabevlerinin vitrinlerinde ve gazetelerin kitap eklerinde ilan edilen çok satar kitap listelerine bakınca, yazar değil, yazıcılar görüyoruz. Yazar, öğrenme sevincini yitirmiş, araştırma ve sorgulama yeteneği gelişmemiş, anlık ya da “anı yaşayan” insanlardan oluşan bu toplumda gereksizdir; yazıcı ise, kitap imalatçısı sermayedar için vazgeçilmez biridir, üretken emekçidir. Türkiye’de dünya sıralamasında ilk ona giren bir kitap sektörü vardır ve bu alanda çok sayıda yazıcı ve çevirmen işbaşındadır. Sektörün reklam ve pazarlama departmanı, üretim aşaması kadar önem kazanmış ve büyümüştür. Kitabın kullanım değerinin önemsizleştiği, değişim değerinin belirleyici olduğu bir sürecin ortasındayız. Henüz yaygın olmasa da, kitap, reklam panolarına çıkmış, gazetelerde, inşaat reklamlarıyla aynı büyüklükte basılmıştır.

Gündüz başka bir işte, gece yazı masasındaki yazar ise, okur yazarlığın ızdıraplarını anlatmaktadır. Kimsenin basmayacağı, bir yol bulunup yayınlansa bile kimsenin okuma zahmetine katlanmayacağı bir kitap yazmaktadır.

Okursuz bırakılan yazarın durumu trajiktir.

***

“Okuma Yazmanın Izdırapları”na kişisel bir tarihçe olarak da bakılabilir. Çeyrek asırlık bir yolculuktan sahneler var. Okuma yazmayla ekilen tohumların ürüne dönüşmesinin zorlu sürecine dönüp bakma çabasının ürünü. Umut ve öfkenin eksilmediği yazı kavgalarından bazı izdüşümler buluyoruz. Kitabın bölümlerinden birini oluşturan “TYS Kavgası”, bu çeyrek asrın ortasında yer alıyor. İki binlere girmiştik, yazarlığın aydınlıkla özdeş olduğu bu topraklarda, sistemin dayattığı bir çözülme yaşanırken, yazardan yazıcı imal edilirken, buna isyanı dillendiriyor. Bugün, yazarlıkla aydınlığın birbirinden uzaklaştığı koşullarda, zamanında dile getirilmiş bir öngörüyü belgeliyor.

***

Bu, bir ayrılıklar kitabı. Kayıplarımızın arkasından yazdıklarımı da içeriyor. Murtaza genç yaşında gitti. Kemal Özer’i, 15-16 Haziran’ın şiirine başlamışken kaybettik. Sinemanın gerçekçi düşünürü Rekin Teksoy’u, gösterişsiz, verimli çalışmalarıyla anımsıyorum. Güngör Gençay, Gerçek Sanat Yayınevi’ni toplumcu yazarların bir buluşma kavşağı yapmıştı. Kemal Bekir, ölümden önce “Unutmamak” anılarını yayımlamayı başarmıştı ama hastalığını fırsat bilip bazı yerlerini sansürlemelerini engelleyemedi. Bu kitabın sansürsüz bir yayımı bizim ona borcumuzdur. Son romanının ise 20-30 sayfalık sonunu getiremeden aramızdan göçtü. Talip Apaydın, Köy Enstitüsünden yetişmiş önemli yazarlarımızdan biriydi, onu da 2014 sonbaharında toprağa verdik.

Gerçekçi yazarlarımızı kaybediyoruz ve gençler arasından gerçekçiliğin klasikleşmiş yapıtlarını okumadan yazarlığa, daha doğrusu yazıcılığa başlayanlar çıkıyor. Devrimci mücadeleye katılan gençler, küçük burjuva yazarların duyarlıklarını edindikleri romanlar, hikâyeler, şiirler okuyarak yola çıkıyorlar. Temel eksikliklerimizdendir.

***

Yakınlarımdan birini de, Mehmet amcamı, bu kitabı yayına hazırlarken kaybettim. Köyden gelip İstanbul’a yerleşen ilk işçi kuşağındandı. Hacı Şakir sabunlarını bir atölyeden kuranlardandı, Ayazağa’ya taşınan fabrikadan emekli olmuştu. Babam da onunlaydı, ama ücret zammı için patrona çıkınca, işten atılmıştı.

Bir süredir, yatıyordu. Ölümünden iki hafta önce gittik. Bizimle fotoğraf çektirdi, bunun bir veda buluşması olduğunu biliyordu. Fotoğraf çektirirken güçbela zafer işareti yaptı. Zayıflamış, anlaşılması zor bir sesle vasiyetini fısıldadı: “Bunlardan kurtulun…”

“Bunlar”, Türkiye’yi “karınlardan ibaret emekçiler” cehennemine çeviren Akp iktidarıydı. Köyü de bilen ilk işçi sınıfı kuşağının bir üyesinin, amcamın son sözü, vasiyeti bu oldu: “Bunlardan kurtulun!”

Kurtulacağız.

Okuma yazmanın ızdıraplarını bunlardan kurtulmak için çekmiyorsak, neye yarar…

[email protected]

B. Sadık Albayrak

28-29 Ocak 2015, Eyüp