Ödül ve ceza diyalektiği

Bir yazar ölünce, bir kez daha biyografisiz kaldığımı görüp hüzünleniyorum. Bir başka yazarın ölümü ardından gazetede zoraki yayımlanan biyografisini okurken, kendi durumuna ilişkin kaygılanmak hiç de hoş değil. Sonra, biyografisiz kalmak, ne kadar yanlış, sanki vardı da kaybettim; oysa biliyorum, baştan biyografisi olmayan bir yazarım.

Aramızdan bir yazar göçüyor, şair Mehmet Başaran’ı kaybediyoruz, gazetelerde iki satırlık, “köy edebiyatı” hareketine katılmıştı diye bir yazar biyografisi uyduruyorlar, yazarı, bu birkaç satırlık öksüzlükten kurtaracak asıl cümleler ise şu şu ödülleri kazanmıştı diye sıralanıyor. Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanmıştı, TDK Şiir Ödülü’nü almıştı, Sait Faik Hikâye Armağanı verilmişti vb bilgiler yazar biyografisinin en önemli bölümünü oluşturuyor.

Üşenmedim, Wikipedia’dan baktım, Nobelli yazarın biyografisinde, kazandığı ödüllerin listesi, yazdığı kitapların sayısını ikiye katlıyor. Kazandığı mı demeli, verilen ödüller mi... Adam daha ilk kitabıyla Milliyet Gazetesinin belki de ilk ve son kez verilen roman ödülünü bir başka romancıyla paylaşmış. Bu ödüllü kitabı, gazetenin yayınevi yayımlamış: Yetmişli yılların sonları... Seçici okur kitlesi, Türkiye’nin geleceğinden umutludur, gerçekçi ve devrimci olmayan romanları okumaya ayıracak vakti yoktur; vasat bir piyasa gazetesinin verdiği ödülü hiç umursamamış, dönüp yüzüne bile bakmamış. İşte tam bu sırada, Nobelli yazarın birkaç yıldır, yayınevi depolarında küflenmeye yüz tutmuş ödüllü kitabının kaderini değiştirecek iki önemli tarihsel olay oluyor.

ÜLKEYE DARBE EDEBİYATA DARBE 

12 Eylül 1980 Darbesi, ülkenin geleceğinden umutlu ve sosyalizme koşan öncüleri, seçici okuryazar kitlesini hapishanelere dolduruyor. İşkenceli ve sıkıyönetim mahkemeli süreçlerde, devrimci umut ve öfkenin kırımı başlıyor. TRT televizyonunda toplumcu ve gerçekçi kitapların suç aleti olarak gösterildiği yıllardan geçiyoruz.

Ödül ve ceza diyalektiği işliyor. Sistemin ya da sermayenin has kurumunun, sözgelimi Milliyet Gazetesinin ödülünü alan kitabı değil de, Mehmet Başaran’ın Memetçik Mehmet’ini okuyana ceza yağıyor. Düzenin, 1940’ların ikinci yarısında, Soğuk Savaş’ı kışkırtırken, sorularını ve umutlarını tehlikeli bularak cezalandırdığı bir avuç Köy Enstitülü öğretmenin karşılaştığı baskı ve zulmün romanı olan Memetçik Mehmet’e, 1979 yılında Orhan Kemal Roman Ödülü verilmişti. 1946’dan sonra ABD emperyalizminin yolunda girilen aydın kırımının bu romanı, 12 Eylül’den sonra ise, düşünmeyi ve isyan etmeyi bilen siyasi suçluların suç aletleri arasında gösterilmişti. Orhan Kemal Ödülü, yeni dönemin cezası için işaret yerine geçiyordu.

Yine aynı günlerde, Nobelli yazarın, depolarda çürümeye yüz tutan kitabının kaderini değiştirecek ikinci olay sahneye çıkıyordu. Aramızdan göçük Kemal Özer ağabeyimin deyişiyle, “yayıncılık doktorasını” 68 günlerinde Ankara’nın merkezinde küçük bir kitabevinde yaptıktan sonra, Cem Yayınevi’nde başarılı bir “Arkadaş Kitaplar” editörlüğüyle deneyim kazanmış Erdal Öz, profesörlüğe geçiyor, kendi yayınevini kuruyordu.

Türkiye darbeyle yetmişlerin tersi bir yola sokulurken, Erdal Öz, Can Yayınları’nda da yenilik peşinde koşuyor. Yeni yazarlar çıkarıyor... Rastlantı olabilir mi, Milliyet gazetesinin ödülünü kazanan her iki roman ve romancı da Erdal Öz’ün yayınevinden piyasaya sunuluyor. Bu arada, yayıncılık profesörü Erdal Öz, Nobelli yazarın, Milliyet Yayınlarında hiç satılmayan ilk kitabını yeni bir adla yayımlamayı ve üstüne bir de bu kitaba Orhan Kemal Roman Ödülü verdirmeyi beceriyor. Bu ödülün komplo teorilerine yakışan bir öyküsü olduğunu bölük pörçük biliyoruz. Ne yazık ki, pek tamamlama şansımız da yok, olayın temel kurgulayıcısı Erdal Öz, aramızdan göçtü. Seksenlerden sonra Nobelli yazar ve türevlerinin hâkim olduğu edebiyat ortamı karşısında, “Edebiyatımı Geri İstiyorum” haykırışını kitap adı yapan Demirtaş Ceyhun, bu komplonun içyüzünü en iyi bilenlerden biriydi, onu da çok erken bir zamanda kaybettik. Belki, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi’nin yazarı, hep seçici kurul üyesi Nurer Uğurlu’dan bir şeyler öğrenebiliriz. Ama şunu hep hatırlamakta yarar var; bu yazara Nobel ödülü verildiği gün, Demirtaş Ceyhun, bir grup yazarla birlikte bu ödülün Türk edebiyatına ve toplumsal mücadeleler tarihine bir komplo olduğunu bir bildiriyle halka duyurmayı görev bilmişti. Bildiği başka ve daha çok şey olduğundan eminim.

Şimdi daha iyi anlıyoruz; ülkeye darbe, elbette sosyalist ve devrimci kırımı olduğu kadar, belki ondan da çok, edebiyatımıza bir darbeydi. Prof. Dr. Yıldız Ecevit türünden sistemin yazıcılarının sevinçle yazdıkları gibi, yüz yıldır toplumsal sorunlarla yüklü, gerçekçi ve mücadeleci edebiyatımızı, bir başka yola sokuyor, egemen sınıfın ideolojisiyle insanı ve yaşamı yabancılaştıran bir edebiyata başkalaştırıyordu. Aynı zamanda bir aydın olan yazarın yerine, Kafka’nın metamorfozuna benzeyen bir değişimle, aynı zamanda bir reklamcı olan yazıcı getiriliyordu. Yazarlar hapishanelerde, kitapları suç aletleri olarak televizyonlarda, adları sosyalist gerçekçi, jdanovcu veya köy edebiyatı olarak karalama yazılarında, kitapları kitabevlerinin tezgâh altlarındaydı... Karşılarında bilgisiz ve saldırgan bir aydınlanma, akıl, cumhuriyet ve devrim düşmanı burjuva yazıcılar kuşağı, ödüllerle, sermayeleşmiş yayınevlerinin piar’lı baskılarıyla edebiyat dünyasını kaplıyordu.

PLAKETTEN BOL SIFIRLI ÇEKE ÖDÜLLER  

Tarihin gerçeğini silmek ve sermaye sınıfına göre yeni bir tarih uydurmak... Toplumsal bilimde de, edebiyatta da, sinema ve tiyatroda da yaptıkları bu oldu. Bunun için yeni bir ödül ve ceza sistematiği kurdular. Eskiden gerçekçi ve toplumcu yazarların seçici kurulunu oluşturduğu ve bu çizgide romanlara verilen Orhan Kemal Roman Ödülü’nü, aydınlanma ve cumhuriyet düşmanı, solu karikatür düzeyinde resmeden ve açık bir sol düşmanı bu yazara ve benzerlerine dağıtmaktan hiçbir rahatsızlık duyulmayan bir ülke yarattılar. Temeli doymazca bir sömürüye dayanan, skandalların fark edilmediği, bütünü skandala dönüşmüş bir sistem kurdular. Yetmişli yılların gerçekçi roman ve hikâyelerinde emekçi sınıftan karakterler, “hadi oradan burjuva piçi” diye küfrediyorlardı. Bunların romanlarında, “burjuva piçi”, baş kahraman olmuş, “hadi oradan pis solcu” diye konuşuyordu.

“Burjuva piçleri”, işkence altında inletilen solculara bunların kitaplarında sövdükçe, Pamukgiller, Altangiller, Tekingiller familyası ülkede verilen bütün ödülleri topluyorlardı. Ülkeyi bir “sessiz ev”e çevirmek, yaşamı “dört mevsim sonbahar” kılmak için “gece dersleri” verdikçe, düzenin bunlara borcu artıyordu.

Bunlara az geliyor, yeni ödüller konuyordu. Fiyatlardaki enflasyonun yanı sıra edebiyat dünyasında bir de “ödül enflasyonu” tartışması başlamıştı. Bazen bir ödül, yıllar önce yayınlanmış ve ödülsüz kalmış bir kitap için sahneye çıkıyordu. Sözgelimi, 1997 yılında ilk kez verilen Aydın Doğan ödülü, Adalet Ağaoğlu’nun 1993 yılında yayınlanan, “tekerleme edebiyatının” bir başyapıtı, Romantik kitabına ödül vermek için dört yıl geç kalmıştı. Eskiden “teneke” bir plaket ve kitabın kapağında kırmızıyla yazılmış bir nottan ibaret ödül, sermayedarların adını aldıkça binlik, on binlik çeklere dönüşüyordu. Günümüzün meşhur AKP aklayıcılarından, Brecht’in çarpıcı oyununudaki adlandırmayla sermayenin has “tui”si Adalet Ağaoğlu, ilk kez verilen Aydın Doğan Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada, o zamanın parasıyla 5 milyar lira olan bu ödülün gençleri edebiyata özendireceğini söylüyordu. 

SİSTEMİN EDEBİYAT ÇİTLERİ OLARAK ÖDÜLLER 

Ödüller gençleri edebiyata özendirmedi ama edebiyatla uğraşanları hep belli bir çizgiye sokmak için özendirdi. Ödüller sistemin egemen edebiyatının üreticisi yazıcıları yetiştiren ve hep aynı sınırlar içinde tutan çitler işlevi gördü. İnsanın sorusuz, meraksız, bilgisiz, edilgin bir varlığa indirgendiği tekellerin ortaçağında, ne kadar çok ödül konursa, insanı burada tutan çitlerin sıklığı ve tutuculuğu artırılıyordu. Ödül ve ceza diyalektiği bu çitlerin gücünü ve aşılmazlığını belirliyordu.

Sisteme gerçek anlamda karşıt olanın payına ceza düşüyordu. Gerçekçi yazar, bu düzenin bir sömürü cehennemi olduğunu ve insanı çürüttüğünü ortaya koyan yazar, romanını yayınlayacak bir yayınevi bulamıyordu. Bulsa bile, tekelleşmiş dağıtım ve kitabevi zincirlerinde kitabı okurun karşısına çıkarılmıyordu. Edebiyatın pazarlama dergilerinde, gazetelerin kitap ekleri ve sanat dergilerinde haberleri verilmiyordu. Bunların sonucunda, bir yazar için en büyük ceza, okursuz bırakılma cezası infaz ediliyordu.

Okur, büyük ölçüde sermayeleşmiş yayınevlerinin ve kültür endüstrisinin yönlendirmesi ve şartlandırmasıyla hareket eden bilgisiz kitlelere dönüştürülmüştü. Okur, her düzey ve kaliteden bestseller okuruna çevrilmişti. Her düzey ve kalite derken, Herlequin romanı ile Zizek felsefesini birlikte düşünmek gerekiyor; pembe aşk romanı okuyan ile karmaşık felsefi kitaplar okuyan arasında, bütün entelektüel ayrıma karşılık, seçtiği kitabın belirlenmesinde aynı şartlandırma ve yönlendirme mekanizmasının etkili olduğunu anlatmak istiyorum. Gerçeğe, kendi yaşamı ve gereksinimlerine yabancılaşmış bir okur, gerçeği, umut ve öfkeyle yazan bir yazar için en büyük cezadır.

Bu okur, gerçekçi yazara gözünün ucuyla bile bakmamaktadır.

SİSTEMİN BAŞARISI: GÜDÜMLÜ OKUR

 Ödül ve ceza diyalektiği, edebiyat ödülleriyle sınırlanamayacak ölçüde karmaşık, bütünsel bir sistemi anlatır. Bir yılda on beş edebiyat ödülünün seçici kurulunda başkanlık görevini yürüten Doğan Hızlan ve daha düşük sayılarda benzer görevi üstlenen ödülcüler, bu çürümüş sistemin yalnızca bir parçasını oluşturuyorlar. Medyalaşmış iletişim sistemi içinde, yazarın güdümlü okura sunumu, ödülden daha etkili olmaktadır. Örnek olsun, polisiye yazarı olarak piyasa sunulan bir bestseller yazarı, henüz yayınlanmamış kitabı için aylar önce Cumhuriyet Gazetesinde tam sayfa konuşturulmaktadır. Hürriyet Gazetesinin ünlü kadın röportajcısı, bestseller kitapların piyasaya çıktığı gün, şaşmaz bir biçimde, ülkenin en çok satan gazetesinin tam sayfasını yazarlarıyla söyleşiye tahsis etmektedir. Üniversiteler bu vasat ve bayağı edebiyat için sempozyumlar düzenlemekte, kitaplar yayınlamaktadır.

Birileri için her adımları ödüldür.

Halkçı ve devrimci yazarlar için her yazdıkları cezadır.

Sistem onlara en büyük cezayı kesmiştir; okursuz bırakmıştır.

Sistem, benim gibi yazarlara ek bir ceza daha kesiyor, biyografisiz bırakıyor. Açıyorum, Necatigil’in yazarlar sözlüğünü, bir yazarın yaşamı ve eserleri kadar, önemli yer tutan bir ödüller listesi var. Diyelim ki, benim türümden, ödüllere kökten karşı ve hiçbir yarışmaya baştan katılmayan bir yazarın, bu sözlükte biyografisini yazacaklar, ödüller bölümünde koskoca bir boşluk. Eserler bölümünde, kıyıda köşede direnmeye çalışan emekçi ve devrimci yayınevlerinin zoraki yayımladığı birkaç eser adı; buna biyografi denebilir mi?

Oysa Kemal Ateş hocamızın ve Taylan Kara arkadaşımızın ödüller üzerine akıl açıcı yazılarından biliyoruz; bu ödüller yayınevlerine bile biyografi kazandırıyor. Can Yayınları, on beş yıldan uzun bir zamandır, Cumhuriyet Gazetesinin dağıttığı Yunus Nadi edebiyat ödüllerinin hepsini topluyor. 12 Eylül’den sonra kurulan ve Nobelli yazara skandal ödüllerle sahneye çıkan, bu ödüllü listeyle sermayeleşmiş bu yayınevi, değil bir biyografi, Doğan Hızlan’ın pek eksiğini duyduğu “ödül ansiklopedisi” bile hak ediyor.

Bir yazarımızı kaybediyoruz ve arkasından onu hiç okumamış, bilgisiz bir muhabir, bölük pörçük bir biyografi yazıyor. En önemli bölümü, kazandığı ödüllerin listesine ayırıyor. Biz ödülsüz yazarlar, en iyisi, olabildiğince geç ölmeye bakalım.

Güdümlenmiş okurdan, skandal edebiyat ödüllerinden, gerçekçilik düşmanı edebiyat profesörlerinden kurtulmuş bir Türkiye’de, gözümüz arkada kalmadan, müsterih ölebiliriz.

Bunların karanlığından kurtulmuş o Türkiye’de, ilgili ve bilgili bir gazeteci, arkamızdan, ödülsüz biyografimizi insanlığa yakışır sözcüklerle, samimiyetle yazacaktır.