Ne evli, ne iki çocuk babasıydı Murtaza Gürkan

Nasıldı o şiirin dizeleri, şimdi tam hatırlayamam ki. En güzel deniz henüz hiç gitmediğimiz deniz… En güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımızdır… Murtaza’yla bizim en güzel günlerimiz artık hiç yaşayamayacağımız günlerimiz. Artık Nesin Vakfı’nın 1 Mayıs pikniklerine birlikte gidemeyeceğiz, zaten çoktandır, günlük koşturmacanın bahanesine sığınıp boşlamıştık o buluşmaları… Demir Kafe’de demli çayların eşliğinde, her şeyi ve herkesi unutup ateşli tartışmalara dalamayacağız artık. En son ateşli tartışmamız 2013 Haziran’ı Gezi bahçesinde olmuştu. Ayaklanmanın sarhoşluğuyla gecenin alacakaranlığında insanlarla birlikte dalgalanıyor, bir yandan da olayın siyasi niteliğini tartışıyorduk. Taksim Komünü’nde çay sırasındaydık, yıllardır görmediğimiz arkadaşlarımız çıkıyordu karşımıza.

Murtaza bu parabazların dünyasına daha fazla dayanamadı. En güzel günlerimiz, koca bir ülkenin güzel geleceği vardı önümüzde, sabredemedi Murtaza…

Yazardı. 1970’lerin Gırgır ve Fırt dergisinde yetişmişti. İşçinin, küçük esnafın, gecekondu mahallesinin çocuğu Avni’nin gözüyle dünyaya bakıyor ve onların cephesinden mizah yapıyordu. Onlara hayatı dar eden Demirel’lerin, Türkeş’lerin, Özal’ların, Koç’ların, Sabancı’ların zulüm ve sömürülerini ortaya koyan bir mizahtı bu. Bu mizahta, o yılların Yeşilçam filmlerinde bulduğumuz yoksul dayanışması ve insani sevginin güzelliği vardı. Gırgır’da Oğuz Aral’ın yetiştirdiği genç karikatürcü ve mizah yazarları da İstanbul’un çamurlu mahallelerinden geliyorlardı. Murtaza da onlardan biriydi. Gırgır’ın bazı kapakları onun esprileriyle çizilmişti. Markopaşa’nın muhalefet geleneğini 12 Eylül’den sonra Gırgır üstlenmişti sanki, kapaklarından dolayı birkaç hafta yayın yasağı konmuştu.

“Şehremini Notları”na gelen mektuplar

Gırgır’cılar bunları aştılar. “Çiçeği burnunda karikatürcüler”, Türkiye’nin her yerinden gerçeklerin ağırlığını duyuran karikatürler yağdırıyordu. 12 Eylül’ün hapishanelerine kapatılan gençler için Gırgır’a karikatür göndermek bir özgürlük soluğu olmuştu. Taksim’de, Oğuz Aral’ın, hapishanedeki çizerlerin eserlerinden derlediği “İçerden Dışarıya Sevgilerle” karikatür sergisi, olağanüstü ilgi gördü. Serginin albümü de yayımlandı. Karikatürcüler, baskılara karşı mücadele etmenin yolunu yaratıcı mizah gücüyle buluyorlardı. 

Buna karşı sermaye, paranın gücünü çıkardı, bu, ağır bir darbe oldu. Gırgır dergisi, dönemin başbakanı Turgut Özal’ın yönlendirdiği bir satışla el değiştirdi. Yandaş basın yaratmanın ilk girişimlerinden biriydi. Etkili muhalefeti sermaye gücüyle susturma yolunu Gırgır’ın satışıyla seksenlerde başlatan Özal’ı daha sonra gelenler kat kat aştı. 

Gırgır’cılar direndiler ve bu kez sermayeye dayanmadan, Oğuz Aral’ın öncülüğünde kendi dergilerini, Avni ve Dıgıl’ı çıkardılar. Murtaza da oradaydı. Her hafta “Şehremini Notları”nı yazıyordu. Avni’nin Yeşilyurt’taki yazıhanesine gelen postacılar, Murtaza’ya kucak kucak okur mektubu taşıyorlardı. Murtaza Gürkan okuruyla sıcak bir bağ kurmuştu. Arı, yalın bir dille, düşlerden beslenerek sıcak bir mizah yaratıyordu. Ülkenin güncel gerçeği, egemen siyasetinin her türlü zulmü bu mizahın eleştirel süzgecinden geçiyordu.

“Bardanadam”la kültürel başkalaşıma tanıklık

Ülkede tekelci bir başkalaşım süreci işliyordu. Sermayenin mizaha ve basına müdahalesi, edebiyata, sanata bulaşması, devletin şiddet araçlarının yanında ideolojik aygıtlarını güçlendirmesi birçok direniş odağını çöküntüye uğrattı. Avni dergisi uzun süre dayanamadı ve kapandı. Murtaza da işsiz kalmıştı.

Murtaza’yla tanıştığımızda, 1996 yılı olmalı, Karikatürcüler Derneği’nde çalışıyordum. Derneğin aylık bültenini çıkarıyor, sergilerini düzenliyor ve kitabevini yönetiyordum. Murtaza “Bardanadam” kitabını yayımlamıştı. Kitabını elinden alınan dergi yazarlığının boşluğunu doldurmak umuduyla çıkarmıştı. 

Sermayenin yürüttüğü kültürel başkalaşım sürecinde bir dönem barlar çok etkili oldu. Siyasi ve entelektüel birikimli kişileri barların loş ışığına kapatmak ve bar sohbetlerinin edilginleştirici boşluğuna sürüklemek işlerine yaradı. Yeni bir bar sektörü doğuyordu. Murtaza Gürkan, bu sürecin tanıklığını yapmıştı. “Bardanadam” gerçek barların, gece yarılarına kadar içilen içkilerin gözlemlerinden oluşturulmuş benzersiz bir mizah kitabıydı. 

Bu kitapta Duygu Asena’dan Aykut Oray’a Murtaza’nın özel olarak sevdiği ve değer verdiği sanatçılarla karşılaşmaları, çocuksu, neşeli bir mizahın yaratıcı köpükleri vardır. Tanışır tanışmaz bu espri köpükleri benim de başımı döndürmüştü. O yıl Tepebaşı’ndaki TÜYAP Kitap Fuarı’nda Karikatürcüler Derneği standında görevliydim ve Murtaza’nın “menecerliğini” üstlenmiştim. Gelen geçene “Bardanadam”ı okutmak için bir hikâye uydurmuştum. Bu kitabı yazmak için barlara gide gele alkolik olmuştu Murtaza Gürkan ve uzun bir tedaviyle yeniden sağlığına kavuşturmuştuk. Murtaza bana kızsın mı, gülsün mü ne diyeceğini bilemiyordu ama her zaman gerçeğe inanılmaz bağlılığıyla bu palavrayı düzeltmeye çalışıyordu. Fuarda o yılın en çok satan kitaplarından biri ilan etmiştik “Bardanadam”ı. O kadar ileri gittim ki, neredeyse “Bardanadam”la Murtaza özdeşleşmişti.

İçeriği değil, “sivil” olması önemli Anayasa

Dostluğumuzun en harika hikâyelerinden birini de o sıralarda yaşadık. Fuarda bizimle tanışan bir hanım, bir toplantıya davet etti bizi; “Sivil Bir Anayasa Girişimi” toplantısıydı. Bize bu girişimin amaçlarını anlatan bir de bildirge vermişti. Toplantıdan birkaç saat önce, Murtaza’yla Galatasaray’da Kafe Kafka’da buluştuk. Bildirgeyi enine boyuna tartıştık. Toplantıda hangi konuları konuşacağımıza karar verdik. Beyoğlu’nda bir binadaki toplantı salonuna gittik. Yuvarlak bir masada daha sandalyelere yayılışlarından pek kelli felli oldukları anlaşılan adamlar oturuyordu: Murat Belge, Ömer Laçiner, Ersin Salman adı aklımda kalanlar. Avukat Yüksel Selek de var mıydı toplantıda hatırlamıyorum, adını  bilmediğim birkaç kişi daha vardı. Masada yerimizi aldık. Sivil bir anayasa yapmanın önemi üzerinde konuşmalar oluyordu. Sıra bize gelince, ilkin ben açtım bildirgeyi. Anayasanın sivil olmasını istemenin pek bir şey anlatmadığını, asıl, nasıl bir anayasa istendiğini söylemenin gerekli olduğunu vurguladım. Bir de örnek verdim, sizin istediğiniz anayasada polis vazife ve salahiyetleri nasıl düzenlenecek, asıl bunun benzeri somut içeriklerin belirlenmesi gerekir, dedim. Şaşırdılar. 

Murtaza ise daha ince yerden girdi. “Bu bildirgede”, dedi, “12 Eylül’den sonra, herkes cebinde bir anayasa taslağıyla geziyordu, diye yazmışsınız. Ama böyle bir şey doğru değil, benim cebimde ve tanıdığım kimsenin cebinde anayasa taslağı yoktu.” Sonra bildirgeden cümleler alarak, mizahçılığını konuşturdu. Belge’nin, Laçiner’in ve ötekilerin suratları görülmeye değerdi. Hemen toparlandılar. Biz, dediler, bu tartışmaları çok önce yaptık, tükettik, siz yeni geldiğiniz için bilmiyorsunuz, size özel bir toplantı yapalım, önceki tartışmaları aktaralım… Önemli olan, anayasanın nasıl olduğu değil, sivil bir anayasa olması… 

Kimin ya da hangi sınıfın çıkarlarını yasaya dönüştürdüğü değil, yazanların sivil olması yeterliydi onlar için. Onlar yıllardır bu sivil anayasayı arıyorlar ve bir ara AKP aradıkları bu anayasayı yapacak diye pek umutlandılar… Hep yanarım bu sivil anayasa girişimi bildirgesinin Murtaza ile çalıştığımız, altını üstünü çizdiğimiz belgesini saklayamadığım için…

Kırmızı atkılı çocuk

Murtaza Gürkan, tanıdığım en dürüst ve ödünsüz insandı. Uzun yıllar işsizdi, bir iş bulmasını söylediğimizde, hep şöyle derdi: “Ben bir yazarım, ancak yazar olarak iş bulursam çalışırım.” O hiçbir uzlaşma, yan çizmeye yanaşmıyordu ve yazarlığın ancak yandaş ve yağcı olursa gelir getirdiği bir toplumda ölene kadar bu ilkesini korudu.

Bir ara Cumhuriyet gazetesinin spor sayfasında köşe yazıları yazdı. Mizahçılığını spora yansıtıyordu. Orda da sistemin adamları, bugün başkalarına yaptıkları gibi, Murtaza’ya yaşam hakkı tanımadılar. 

O gün de Murtaza’ya birlikteydik; TGC’nin ödül töreninde, Orhan Pamuk’un masum değil savaş kışkırtıcısı olduğunu bağırdığım için, sinsi bir liboştan yumruk yediğim gün. Bu haksızlığa gereken karşılığı veremediğimize öylesine üzülmüştü ki… En azından Orhan Pamuk’un, Suriye devlet başkanı Esad için Muammer Kaddafi’nin sonunu bir tehdit örneği olarak göstermesini topluma duyurmayı başarmıştık ya, ben böyle teselli etmeye çalışıyordum. Murtaza, çok duyarlı bir insandı, hiçbir haksızlığa katlanamıyordu.

Murtaza, sinemaya tutkundu. Türk sinemasının oyuncularını figüranlarına kadar bilir ve hepsine çok değer verirdi. Onunla sinema sohbetlerimizin tadına doyulmazdı. “Bardanadam”ın arka kapağında biyografisini yazarken şöyle demişti: “Ne evli, ne de iki çocuk babası.”

Atilla İlhan’ın şiirindeki o kırmızı atkılı çocuktu Murtaza Gürkan… Onu, işini yapmasını, yazarlığını engelleyen parabazların düzeni erken ölümlere götürdü.  

İşte, bugünlerde, yazın katlanıp dolaba kaldırılmış o kırmızı atkıyı çıkarıp uzun yürüyüşlere başlayacağın karakış günlerinde, nereye sevgili dostum, bu ne acele.