Kuşak Sancısı

Türkiye sancılı bir dönemden geçerken Türkiye solu da kendi sancılarını yaşıyor.

Türkiye solunun sancıları kuşkusuz ülkede yaşanan sancılardan apayrı, büsbütün kendine özgü değil; ama “sol” diyorsak görece ayrı bir yere oturduğunu, genel sancıların onda “özgülleştiğini” kabul etmek durumundayız. Bir bakıma, Tolstoy’un (Anna Karenina) dediği gibidir: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Türkiye solunun bugünkü sorunları çeşitli başlıklar altında masaya yatırılabilir; ancak biz hepsini kendi “şemsiyesi” altında toplayan bir durumdan söz edeceğiz: Türkiye solu bugün bir “kuşak sancısı” çekmektedir… 

***

“Kuşak” dedik…

E, ne olmuş? Ülkede kuşaktan bol ne var?

“68 kuşağı”, “57’liler”, “12 Eylül kuşağı”, “post-modern kuşak”, “internet kuşağı”, “akıllı telefon kuşağı” vb. diye art arda sıralanmıyor mu?

Ha bir de “Gezi kuşağı” diyoruz; sonrası?

Evet, bunlar var; ama “kuşak” değil de baş harfi büyük yazılmak üzere “Kuşak” diyeceksek, Türkiye’nin son 150 yıllık tarihine damgasını vuran sadece iki kuşak görebiliyoruz: 1870-1890 doğumlularla 1930-1950 doğumlular…

İlki, “tercüme odasında” doğanları, Osmanlı’da bir çıkış arayanları, bunun için söyle ya da böyle dışarıdaki düşünce akımlarına bakanları, düşünmekle kalmayıp eyleme geçenleri ve sonunda “yıkıcılıkla” da çeşitlenen bir “kuruculuk” misyonunu gerçekleştirenleri kapsar. İsim saymıyoruz; ülkede 1908’den 1930’lara uzanan yapılanma bu Kuşağın eseridir.

İkinci Kuşakta (1930-1950 doğumlular) ilk Kuşağın eserine köklü eleştiriler getirmeye başlayanları görürüz. Marksizm’i, sosyalizmi keşfetmişler/öğrenmişler ve öğretmişlerdir; düşünce üretiminde “uluslararası bilim merkezlerinin” söylediklerinin ötesine geçmeye çalışmışlardır; Rusya’daki bir dönemin Narodnikleri gibi “halka gitmişlerdir”; örgüt kurmuş, eylem yapmış, iktidarı zorlamışlardır…

İkinci Kuşak iktidar kuramamıştır, ama bir paradigma kurmuştur. Türkiye’de 1980’den sonraki dönemde solda ne söylendiyse ve yapıldıysa ilk ya da son tahlilde bu Kuşağın damgasını taşımaktadır.

Olumlusu da olumsuzu da…

***

Bugün Türkiye solu (hatta Türkiye) yeni, üçüncü bir Kuşağın oluşum sancılarını çekmektedir.

İktidara ulaşır mı ulaşmaz mı, ayrı bir konudur; ama en azından İkinci Kuşaktaki gibi yeni bir paradigma kurması gerekmektedir: Sosyalizm anlayışıyla, dünya değerlendirmesiyle, toplumsallaşma yollarıyla, örgütlenme ve mücadele tarzlarıyla…

Öyle ki, ilk iki Kuşağın kendi öncüllerine yaptığı gibi bunları büsbütün “reddetmek” yerine içerip aşsın… Kendi öncüllerini rehabilite etsin, peşine taksın ve gerektiğinde taşısın… Yeni kuşakları, öncekilerin yardımları olsa bile asıl kendisi, kendi kurduğu paradigma çerçevesinde yetiştirsin… 

Peki, bu sancılı dönem bir doğumla sonuçlanabilir mi?

Türkiye, sıra sıra dizilmiş kuşaklardan sonra bir “üçüncü Kuşağa” tanık olabilir mi?

Aslında zamanı gelmiştir ve bir tek parametre dışında her tür koşul vardır.

Hangi “parametre”?

İlk Kuşak, kendi koşullarında ve kendi ülkesi bağlamında çok net denebilecek bir “dünya” algısına sahipti: Dünyanın yöneldiği mecrada kendi ülkesine yer yoktu; “üzeri çizilmiş”, “ipi çekilmişti” ve bir şeyler yapmak gerekiyordu…   

İkinci   Kuşağın dünya algısı ise ilkine göre daha pozitifti: Ortada bir dünya sosyalist sistemi vardı, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı düzeni sıkıştırıyordu ve ulusal kurtuluş hareketleri emperyalist-kapitalist sisteme nefes aldırmıyor, peş peşe darbeler indiriyordu…

Olası “üçüncü Kuşağın” eksik kalan parametresi budur; dünyanın gidişatına ilişkin “genel” bir algıdan yola çıkması şimdilik mümkün görünmemektedir.

Eksikliktir, ama bitirici bir eksiklik değildir. Ülkede birikmiş o kadar sorun, gelip dayanılan o kadar açmaz, yaşanılan bunca tıkanıklık varken eksik olanı buralara yüklenerek kapatmak mümkündür.

Başka eksik gedik hiç mi yok?

Vardır, ama ufak tefektir, kolaylıkla kapatılması mümkündür.

Başka bir yazıda ele alma sözüyle...

 

 

__________________________________________________________________________

Not: Yazı, 30 Mart günü Ankara’da Kızıldere anması dolayısıyla yapılan bir paneldeki konuşmaya dayanmaktadır.