‘Küresel Eşitsizlik’ ve değişen sınıf haritaları

120 ülkede son çeyrek yüzyıl boyunca bireylerin veya hanelerin gelirleri, anketlerle derleniyor. Bu veriler, kişileri gelir düzeylerine göre sıralar; gelir dilimlerinde toplar. Ülkelere ait “kişisel gelir dağılımı” tabloları böylece oluşturulur.

Bu tablolarda içerilen gelir eşitsizlikleri bazı istatistik göstergeler (örneğin “Gini oranı”) ile ayrıca özetlenir. Örneğin Dünya Bankası’nın Dünya Kalkınma Raporlarının bazılarında ülkeler için hesaplanmış olan Gini oranları da yer alır. Çeşitli ülkelerin gelir eşitsizlikleri bu sayılara bakarak karşılaştırılabilir.

Kişisel gelir dağılımları, sınıfsal karşıtlıklardan türeyen bölüşüm sürecinin sonuçlarını sadece özetlediği sürece fazla değer taşımaz. Ayrıntılara inilebilirse durum değişir. Örneğin, özet göstergelerden vazgeçilip  en zengin yüzde (hatta binde) 1’lik grubun toplam gelirden aldığı pay ve bunun değişimi, gelir türlerine de ayrıştırılarak incelenebilir. Bu tür incelemeler, ekonomiye egemen olan sınıfların anatomisine ışık tutar.

DÜNYA NÜFUSUNUN GELİR DAĞILIMI

Peki, 120 ülkenin her birine ait kişisel gelir dağılımı hazır olduğuna göre, bunları birleştirerek, harmanlayarak tüm dünyayı kapsayan tek bir  gelir dağılımı tablosu inşa edilebilir mi?

Doğrudan veya dolaylı gelir karşıtlığı veya çıkar birliği içinde olmayan bireyleri (örneğin Ankaralı bir avukat ile San Fransico’dan bir tezgâhtarı) aynı gelir diliminde birleştiren bir tablo “abesle iştigal” midir? Önyargılı olmayalım. Merakın sınırı yoktur. Belki de bilgi birikimimiz zenginleşecektir.

Yöntem çapraşık değildir; ama uygulanması zahmetlidir, zaman alıcıdır. Kısaca açıklayayım:

Ülkelerin gelir dağılımı tabloları geçerli döviz kurları kullanılarak dolara çevrilir. Daha sonra, her ülke ile ABD arasındaki fiyat (“alım gücü”) farklılıkları dikkate alınarak bir düzeltme yapılır. Bu “düzeltme” ABD’ye göre daha yoksul olan ülkelerin gelir dilimlerini genellikle (değişik oranlarda) yukarı kaydıracaktır. “Harmanlamalar” tamamlanınca tüm dünyayı kapayan bir gelir dağılımı tablosu oluşur.

Diyelim, sadece “faal” (15-64 yaş arasındaki) nüfus içinde yer alan bireylerin gelirlerini dikkate alıyoruz. Bu tablonun en üst %1’lik (en “zengin”) dilimi, 2015’te yaklaşık 25 milyon kişiden oluşur. Toplam dünya gelirinden elde ettikleri oran birleştirilen tablolardan elde edilir. Bu insanların ülkeleri de ayrıca kayıtlı tutulur. Ve görülür ki, bu grupta yer alan insanların yarısı Amerikalıdır. Fakat, Türkiye’den de belli sayıda zengin bu “en müreffehler” kulübüne sızmayı başarmıştır.     

Güvenebilirsek, tek bir yıla ait bu bilgi bile önemlidir. Bu işlemin her yıl tekrarlanması daha da ilginç olabilir. Örneğin, “yirmi yıllık bir dönemde (ülkeler, toplumsal gruplar olarak) kimler kazandı; kimler kaybetti?” sorusuna ışık tutar.

Geçmişte bu doğrultuda çalışmalar yapıldı. Bir örnek, UNCTAD’ın 1997 tarihli Ticaret ve Kalkınma Raporu (Bölüm II)’dir. François Bourguignon ve Branko Milanovic de bu konudaki sentez girişimlerini 2002’de ayrı ayrı yayımladılar.

Milanovic çalışmalarını sürdürdü; on dört yıl sonra sonuçlarını Küresel Eşitsizlik başlıklı bir kitapta sundu. Bugün bu kitaptan söz etmek istiyorum. Tam adı, Global Inequality: A New Approach for the Age of Globalization (2016, Harvard).

KÜRESEL EŞİTSİZLİĞİN İKİ KAYNAĞI

Milanovic, kişisel gelir dağılımı (yani gelir eşitsizlikleri) ile ilgili tarihsel bulguları gözden geçiriyor.

Dünya çapındaki gelir eşitsizlikleri, iki önemli ölçümün bileşkesidir: (1) Her ülke içindeki gelir dağılımı, (2) ülkeler-arası gelir farkları. Dünya gelir dağılımının seyrini de, bu iki alanda gerçekleşen değişimler belirler.

Elimizde dünya kişisel gelir dağılımını veren bir tablo olduğunu kabul edelim. Sonraki yıllarda eşitsizlikler hangi doğrultuda değişecektir? İki karşıt örnek vereyim. Birincisinde her bir ülke içindeki gelir eşitsizlikleri olduğu gibi sürmüş olsun. Aynı dönem içinde yoksul   ülkelerin (Türkiye’nin, Meksika’nın, Hindistan’ın) ortalama gelirleri ise, zengin ülkelerden (ABD’den, Batı Avrupa’dan) daha hızlı artsın. Bu durumda dünya tablosunun en alt ve üst gelir dilimleri arasındaki fark azalacaktır. Hızlı büyümeden pay alan “Güney” zenginlerinin bir bölümü de, Batılıların yığıldığı orta-üst gelir dilimlerine kayabilecektir. Sonuç, dünya gelir dağılımı tablolarındaki eşitsizliklerin azalmasıdır.

İkinci örnek, ülkeler-arası gelir farkları sabit kalırken, her ülkede gelir eşitsizliklerinin artması durumudur. Bu durum dünya gelir dağılımı tablosunun alt ve üst uçları arasındaki makasın açılmasına yol açacaktır. Sonuç, dünya gelir dağılımı tablolarındaki eşitsizliklerin artmasıdır.

Gerçek hayat daha karmaşıktır. Örneğin, ülkelerde eşitsizliğin artması ile yoksul ve zengin ülkeler arasındaki gelir farklarının azalması birleşince ne olur?

Milanovic’in kitabı, bu karmaşık durumları gözden geçiriyor.

ÜLKE-İÇİ EŞİTSİZLİKLER

Yazar, ABD ve Batı Avrupa ülkeleri içindeki kişisel gelir dağılımı verilerini geçmişe uzanarak gözden geçiriyor. Anlamlı karşılaştırmalar 1945 ile günümüz arasındadır.

Emperyalizmin metropolünde gelir eşitsizliklerinin seyrinde iki büyük hareket gözlenmektedir (ss.72-80, 92).

Batı’da ülke-içi gelir eşitsizlikleri 1945-1980 döneminde azalmış; 1981 sonrasında artmıştır. Dönüm tarihi, 1978 (Britanya) ve 1983 (İtalya) arasında değişmektedir.

İktisat tarihçilerinin önemli bir bölümü, II. Dünya Savaşı sonrasını “Kapitalizmin Altın Çağı” kavramıyla incelerler. Milanovic bu kavramı kullanmıyor.

Keza, çok sayıda iktisatçının 1980 sonrası için benimsediği “neoliberal” nitelendirmeye de yazar önem vermiyor. Milanovic’in Britanya ve ABD için gösterdiği dönüm noktaları (1979 ve 1980) Thatcher ve Reagan’ın iktidarlara gelişi ile eş-zamanlıdır. Bu iki siyasetçinin ülkelerinde başlattığı neoliberal karşı-devrim, yazarın dikkatinden kaçıyor.

Çevre ve Güney ekonomileri için Milanovic’in bulguları, genelleme yapılacak zenginlikte  değildir. Buna karşılık, yazara göre, Sovyet blokunda sosyalizmin son bulması ile Çin’de kapitalist ilişkileri hızlandıran reformlar, 1988 sonrası için önem taşıyor. Bu iki coğrafyada kapitalizme geçiş, ülke-içi gelir eşitsizliklerini hızla artırmıştır (ss.100-102, 176-178).

Yazarımız, eski bir Yugoslavya yurttaşıdır. Doktora tezini Belgrad Üniversitesi’nde, “Yugoslavya’da gelir dağılımı” üzerinde yapmıştır. Gelir eşitsizlikleri açısından reel sosyalizmin üstünlüğünün, üretim araçları üzerinde burjuva mülkiyetinin lâğvedilmiş olmasından kaynaklandığını da ifade etmektedir (s.100). Ne var ki, sonraki meslek hayatını, Dünya Bankası uzmanlığından ABD vatandaşlığına geçerek sürdürmüştür. Bu sicilden, köklü bir kapitalizm eleştirisi pek beklenemez. Milanovic de kitabına rastgele Marx, Luxemburg, Lenin, Buharin referansları serpiştirerek “bilgiçlik” taslıyor; ama o kadar…

ÜLKELER-ARASI GELİR FARKLARI

Emperyalist sistemin kutuplaşmış yapısı, geleneksel olarak, zengin/yoksul, gelişmiş/azgelişmiş, sanayileşmiş/ham maddeci ikiliklerine dayanmıştır. Bu sonuncu ayrım, zaman içinde “Güney” coğrafyasında önce ithal ikameci, sonra da ihracata dönük sanayileşme  süreçleri nedeniyle önemini yitirmiştir.

Bu özellikler ve süreçler, ülkeler arasındaki kişi başına gelir farklarını nasıl etkilemiştir? Milanovic iki farklı hesaplama yapıyor: Birincisi, her ülkeye (örneğin Çin ile Panama’ya ve ABD ile Norveç’e) eşit ağırlık vermektedir. Bu hesaplamaya göre, ülkeler-arası ortalama gelir eşitsizlikleri 1960-2000 arasında hemen hemen kesintisiz artmakta; zengin/fakir ülkeler arası makas açılmaktadır. Sonraki on beş yılda ise, yoksul ülkeler aradaki farkı kapatmaya başlamışlardır.

İkinci hesaplamada Milanovic, ülkeler arası gelir farklarını nüfuslarına göre ağırlık vererek karşılaştırıyor. Bunun sonucunda, kişi başına düşen gelirlere dayanan dünya gelir dağılımı tablolarında, Çin, Hindistan, ABD ve Rusya’nın ağırlığı artar. Bu ölçüme göre, zengin (“Kuzey”li) ve yoksul (“Güney”li) ülkeler arasındaki gelir fakları 1960-1980 arasında hemen hemen değişmemiş; sonraki otuz beş yıl içinde ise hızla kapanmıştır. Makasın daralması, özellikle 1988 sonrasında hızlanıyor. Bu son tarih, Çin’deki “dışa açılmacı, ihracat öncelikli, kapitalist ilişkileri hızlandıran reformlar” dönemi ile çakışmaktadır.

Milanovic, bir saptama daha yapıyor: Merkez ve çevre arasındaki ortalama gelir farklarındaki azalma, esas olarak Asya’dan kaynaklanıyor: 1970 sonrasında kişi başına milli gelir artışlarına bakıyor. Kalabalık Asya ülkelerinin hepsi (Çin, Kore, Tayland, Endonezya, Malezya, Hindistan); Batı ekonomilerine büyük fark yapmaktadır Buna karşılık Afrika ve Latin Amerika’daki ortalama büyüme temposu, Batı’nın gerisinde kalmaktadır. Öyle ki, bazı Afrika ülkelerinde kişi başına gelir bu dönemde düşmüştür.

Bu bileşke sonunda Asya (başta Çin); hem nüfusu, hem de hızlı büyümesi sayesinde belirleyici oluyor ve çevre ile Batı arasındaki farkların daralmasını etkiliyor.

Milanovic, çevre ekonomileri arasındaki farklılaşmayı, izlenen stratejilere bağlamıyor. Neoliberalizme teslimiyet açısından Asya ile diğer iki kıta arasında büyük fark vardır. 1980’li yıllarda Afrika ve Latin Amerika ülkeleri, neoliberal politika modellerinin adeta laboratuvarları oldular. Aynı dönemde Çin, Hindistan ve Güney Kore’de ise devlet öncelikli sanayileşme stratejileri izlenmiş; hedefler gerçekleştirilmiştir değerlendirilmiştir. Burada ayrıntılara giremeyiz.

SINIF HARİTALARI YENİDEN ÇİZİLİRKEN

1980’li yılların sonunda reel sosyalizmin çöküşü, Çin’in dışarıya hızla açılarak “dünyanın en büyük fabrikası” haline gelmesi, sermaye hareketlerinin, dış ticaretin serbestleşmesi, tüm coğrafyaları kapsayan kapitalist dünya sisteminden bir kere daha  söz etmemizi mümkün kılıyor.

Milanovic, bu sistemin yerleştiği 1988 ve sonrasına odaklanıyor. Dünya çapında gelir eşitsizliklerinin seyrinin iki (ülke-içi ve ülkeler-arası) boyutuna ilişkin yukarıda özetlenen bulguların bileşkesi tüm dünyayı kapsayan gelir dağılımı tablolarını nasıl etkiledi?Dünya ekonomisinde (alım gücüne göre hesaplanan) kişi başına gelirin %43 oranında arttığı yirmi yıllık bir zaman diliminden söz ediyoruz. Bu gelir artışları, farklı gelir grupları arasında nasıl paylaşıldı? Ülke aidiyetleri dikkate alınırsa, hangi gruplar kazançlı çıktı; kimler kaybetti?

Kitabın sonuçları, neoliberalizmin bir bölüşüm bilançosunu da çıkarıyor ve dünya sınıf haritalarının yeniden çizilmesine ilişkin ipuçları veriyor (ss. 10-11, 18-26):

KAYBEDENLER KİMLER?

Milanovic’in belirlemelerine göre, gelir artışlarından en düşük pay alanlar, dünya gelir dağılımının en alt %10’luk ve en üst %80’lik (üst-orta) dilimleri içinde yer alan iki büyük grup olmuştur. Dahası da var: Bu iki grupta kişi başına milli gelir düzeylerinde de anlamlı artışlar gerçekleşmemiştir. Dünya gelirinin artmasına rağmen mutlak yoksullaşmanın sınırlarında dolaşan insanlardan söz ediyoruz.

Kimdir bunlar? En alt %10’luk grup, “azgelişmişlerin en yoksulları”dır. Yukarıda da değindik: Afrika’nın, yer yer Güney Amerika’nın halk sınıfları içinde yer alırlar. Neoliberalizmin buralarda yol açtığı toplumsal yıkımın kurbanlarıdır.

Üst-orta gelir dilimlerinde yer alan diğer kaybedenler ise, Milanovic’in betimlemesine göre, zengin dünyanın işçi sınıflarıdır. Tüm dünyayı kapsayan gelir sıralamasında “üst-orta”da yer alırlar. Kendi ülkelerine (ABD ve Batı Avrupa’ya) ait  tablolarda ise “alt-orta” gelir gruplarındaki geleneksel, “yerli” işçi sınıfı mensuplarıdır. Yirmi yılda gerçekleşen kayıplarına iki etken yol açmıştır: (1) Batı sermayesi, üretim merkezlerini düşük ücretli coğrafyalara (Çin’e) taşımış; sanayi sektörü ve istihdamı metropolde hızla gerilemiş; (2) Güney kökenli göçmenlerin rekabeti Batılıların ücretlerini aşağı çekmiştir.

KAZANANLAR KİMLER?

Milanovic, neoliberal dönemden kazançlı çıkan iki grubu vurguluyor: (1) Dünya gelir dağılımının ortalarında (%50-60’lık) ve (2) en üstünde (%5’lik) yer alanlar.

İlk kazançlı grup, bu yirmi yılda hızlı büyüyen “Güney” ekonomilerinin işçi sınıflarıdır. Tipik örnek 1 milyarlık nüfusu ile dünya gelir dağılımı tablolarında ağırlık taşıyan Çin’dir. Bu ekonominin gelir dağılımı, bu yirmi yılda oluşan 170 milyonluk  “göçmen” işçinin etkisiyle değişmiştir. Bunlar, 1988’de Çin’in düşük gelirli köylüleriydi; dünya gelir dağılımı tablolarının en alt dilimlerinde yer alıyorlardı. Bugün ise kentlerde pek çoğu dev çokuluslu şirketlere (veya taşeronlarına) ait fabrikaların işçileridir. Köydeki gelirlerini fazlasıyla aşan ücretlere kavuştular. Çin ekonomisinin %9 civarındaki büyüme hızı, ücretlere de yansıdı. Böylece dünya gelir dağılımının orta dilimlerine tırmandılar. Sosyalizmin (gelir tablolarında yer almayan) güvencelerini, kazanımlarını  yitirdiler; kapitalizmin vahşetine ve (tablolara giren) gelir düzeylerine ulaştılar.

 İkinci kazançlı grup ise, dünya kapitalist sisteminin kaymak tabakasıdır. Dünya gelir dağılımının en üst %1’lik diliminde yer alan insanların yüzde 80’i Batılı plütokratlardan oluşur. Sözü geçen yirmi yıl, finans kapitalin çılgın coşku dönemidir ve bu parazit sermaye grubunun dünya gelirleri içindeki payı hızla tırmanmıştır.

Bir başka “kazançlı grup” daha vardır: Batı toplumlarına yerleşebilmiş “Güney” kökenli göçmen işçiler… Milanovic bu grubun gelir paylarını ayrıştıramıyor; göçmen nüfusun artış oranının yükseldiğni; yıllık %3,2’ye ulaştığını belirtmekle yetiniyor. Kökenleri, elbette, azgelişmişlerin en yoksulları (yani kaybedenler) içindedir. Meksikalı, Haitili köylüler ABD’ye; Tunus’un, Fas’ın diplomalı işsizleri Fransa’ya,  emperyalist savaşların Orta Doğu’lu kurbanları Almanya’ya dalgalar halinde göçmeye çalışmaktadır. Sonuçta, ABD’de ve Batı Avrupa’da göçmen nüfusun oranları %15’ler civarına yerleşmiştir.

Bu insanlar taşındıktan hemen sonra, Batı işçi sınıfı saflarına katılırlar. Ücretleri önceki gelirlerini fazlasıyla aşacaktır. Yeni ülkelerinde, işgücü piyasalarına getirdikleri rekabet, ücretleri bastıracak; “kaybeden yerliler” ile “kazançlı çıkan Güneyli göçmenler” aynı gelir dilimini paylaşacaklardır.

Kapitalizmin iktisat tarihinde benzerleri hep yaşanmıştır. Sermaye birikimini ülke ekonomileri içinde besleyen mülksüzleşme süreçleri, bu kez farklı bir dolayımla dünya çapında gerçekleşmektedir.

Yeni ideolojik ve politik savrulmalara, sınıf mücadelelerinde yeni saflaşmalara yol açarak…