Kabak Hafız’dan el gördü’lük din

İlhan Selçuk, son bir çırpınışla “Tehlikenin farkında mısınız?” sorusunu ortaya atmıştı. Kısa süre içinde tehlikenin, “farkındalıkla” önlenemeyecek kadar büyük ve korkunç olduğunu gördük. Farkında olsak da olmasak da, artık tehlikenin içindeyiz. Amerikalı darbe uzmanı Rubin bile son yazılarından birinde, hâlâ yüzeysel, o “makyaja yönelik” diyor, sorunlarla, görünüşlerle uğraşmakla zaman kaybettiğimizi yüzümüze vurma gereği duyuyordu; atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti. Bazı şeylerin adının konmasına gerek yoktu; içindeydik. 

Çocuklarımızı kavuran yangınlar, işçilerimizi yutan göçükler, direnenleri kelepçeleyen polis baskınları, gençlerimizi alan savaş politikası, kadınlarımızı aşağılayan yobaz tekmesi, işsizliği büyüten iflas çığlıkları günlerimizi doldururken, kurtuluş’u aramak zorundayız. Tehlikenin farkına varma etabını geçeli çok oluyor. Bunu, İlhan Selçuk’a gelinceye kadar, onlarca gerçekçi yazarımız yazdılar. Halide Edip’in Vurun Kahpeye’sinden, Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sine, Yakup Kadri’nin Panorama’sından Turan Dursun’un Kulleteyn’ine gelinceye kadar, yaşamı esir alan şeriatçı kuşatma ibretlik roman sahneleri oldu. 

Emekçilerin gözü ve diliyle yaşamı romanlaştıran Orhan Kemal, dinci ideoloji ile sermayenin ortaklaşmasını, Kabak Hafız tipiyle daha ellilerde ortaya koydu. Kırklardan altmışlara tehlikenin adım adım büyümesini onun romanlarında görebiliyorduk. Orhan Kemal’in üç büyük romanında yer alan Kabak Hafız’ın ortaya koyduğu din felsefesinde sermayeleşen dinin sırrını anlayabiliyorduk. Kabak Hafız ve onun, Orhan Kemal’ce açığa çıkartılan felsefesine “el gördü’lük din” diyebiliriz, tam da bu sırrı açığa çıkarıyor. Daha güzel bir söyleyişle, “gösteriş için din” de diyebiliriz; politik, ticari çok yönlü “getiri”leri var.

ORHAN KEMAL'İN ÜÇ BÜYÜK ROMANI

Orhan Kemal’in, 1935-1955 Türkiye’sini, Adana çevresinde ele alan romanları, AKP Türkiye’sinde, yeni okumaları davet ediyor. Böyle bir okuma, Kabak Hafız ve etkinliğiyle, din-sermaye sınıfı ilişkisindeki ince bağları, Orhan Kemal’in, büyük romancı kavrayışıyla yıllar önceden bize haber verdiğini gösteriyor.

Kabak Hafız tipi, ilkin Vukuat Var’da (1958) karşımıza çıkar. Asım Bezirci’nin Orhan Kemal (Tekin Yayınevi, 1984, İstanbul) kitabından öğrendiğimize göre, roman Dünya gazetesinde tefrika edilirken, Adana’da tepkilere neden olmuş ve tartışmalara yol açmıştır. Gerçekçi roman, gerçekliği sarsmıştır. Fabrikada işçi Güllü, Arap uşağı işçi Kemal’e âşıktır. Babası ırgat simsarı, elci Cemşir ve berber Reşit, para uğruna, Güllü’nün sevgisini umursamadan, Çukurova’nın zengin toprak sahiplerinden Muzaffer’in yeğeni Ramazan’la evlendirmeye çalışırlar. Romanda, 1946-1950 yılları arasındaki bölge gerçeğinden çarpıcı tipler çizilir. Bu tiplerin en önemlilerinden biri de, “el gördü’lük din” felsefesinin mucidi Kabak Hafız’dır. Ancak Vukuat Var’da, daha bu felsefenin adı konmamıştır. Denebilir ki, felsefe vardır, eylem halinde, Kabak Hafız’ın yaşamı ve dindarlığı çerçevesinde gösterilmiştir ama kavrama dökülmesi için, Kanlı Topraklar romanının yazılması beklenecektir. Orhan Kemal, gazetede tefrika edildikten sonra 1958’de kitaplaşan Vukuat Var’ın devamı niteliğinde Hanımın Çiftliği’ni (1961) yazdıktan sonra, 1963’te Kanlı Topraklar’ı yazacaktır. Kanlı Topraklar, kendinden önceki iki romanın ele aldığı 1946-1956 zaman kesitinden on yıl önceki dönemi, 1934 sonrasını konu alır. Bu romanda Kabak Hafız, pek sahnede görünmez ama yetiştirmesi, Topal Nuri, onun derslerini sık sık anımsayarak, fabrika kâtipliğinden, toprak ağalığına ve fabrikatörlüğe giden yolda bu felsefeden alabildiğine yararlanacaktır. 

Kanlı Topraklar, adının da çağrıştırdığı biçimde, Marx’ın Kapital’de “ilk birikim süreci” dediği, sermayenin “el koyarak”, şiddet ve zulümle büyüdüğü dönemi, Adana çevresi somutunda sergiler. Kapitalist sömürü mekanizması henüz hukuki yasallıklar kazanmamıştır. Savaşlar, sürgünler sonucu mülkler el değiştirir, gücü gücü yetene düzeni hüküm sürer. Mülkiyet “kanla ve ateşle” ele geçirilir.

SÖMÜRÜYÜ MEŞRULAŞTIRAN İDEOLOJİ OLARAK DİN

Böyle bir dönemde, “kalpsiz dünyanın kalbi” dine çok ihtiyaç vardır. Kaybedenler açısından ve kazananlar cephesinden dinin ikili bir işlevi vardır. Ezilenler dine, kaderciliğe sığınarak teselli ararken, egemen sınıf açısından ise vurgunlarını maskelemek için dinde büyük olanaklar vardır. “El gördü’lük din”i, dindar insanları kandırmak için, koyu dindar geçinmek olarak tanımlayabiliriz. Dini, temel tutunacak dal olarak gören halkı etkilemek ve yönlendirmek için beş vakit namaz kılıp besmelesiz adım atmayarak, gösterişle hareket ederken, gerçekte ise, dinin hiçbir kuralını umursamadan yaşamak. Ele dindar görünürken, dinin yasakladığı her şeyi yapmak. Bugünün deyimleşmiş sözüyle açıklarsak, “bakara makara” felsefesi de diyebiliriz. Vukuat Var’da Kabak Hafız’ın bütün davranışları bunu ortaya koyar. Roman 1958 yılında, dinci DP iktidarı döneminde yazılmıştır, Kabak Hafız tipi, bu dönemin içyüzünü sergileyen bir karakter olarak romanda ağırlıklı bir yer tutar. 
Orhan Kemal, dinin, sömürü ilişkilerini meşrulaştıran bir ideoloji olduğunu romanın birçok sahnesinde sergiler. Muzaffer Bey’in kâhyası “Yasin Ağa için iki çeşit kul vardı. Biri, Cenab-ı Allahın sevgili kulları… bunlar malın, mülkün sahipleri, hatırlı soylulardı. İş görmek için değil gördürmek için yaratılmışlardı. Yaptıkları her şey doğru, olması gerekendi.”

“Ötekilerse, Allahın sevmediği kullardı ki, Allahın sevgili kullarının işlerini görmek, azar işitmek, eza çekmek için yaratılmışlardı. Haşarattı bunlar. Her türlü kötülük, pislik, iffetsizlik bunlardaydı. Bunlara acımak, kurtarmaya çalışmak boştu. Böyle şeyler düşünmek Allah’a şirk koşmak olurdu. Zülcelâl mademki böyle yaratmıştı onları, böyle kalmalıydılar.” (Orhan Kemal, Vukuat Var, s. 66-67, Epsilon Yayınevi, 2005, İstanbul) Toplumdaki temel sınıf ayrımını böyle görmek sermayedarlar için çok rahatlatıcıydı. 1946’dan sonra imam hatiplerin açılması ve dinin politikanın en önemli araçlarından biri olması, bu zihniyeti egemen kılmaya yönelikti. 

Sermayedar için dinin ne kadar işlevsel bir araç olduğunu gösteriyor Orhan Kemal; ırgatları daha erken işe başlatmak için Kabak Hafız’la anlaşıp sabah ezanını bir saat erken okutuyorlar. Orhan Kemal, Kabak Hafız’ı şöyle tanıtır: “Vaazlarında dehşet kesilmesine, Allah, öte dünya, azâbı elim, azabı şedit konularında şakası olmamasına karşın, su gibi yumuşaktı. Girdiği kabın biçimini alıverir, mescid dışında güler söyler, köylüyle şakalaşırdı. Hatta vaazlardan hemen sonra, ağzı sıkı Müslüman kardeşleriyle şarap testisinin başına oturmaktan da çekinmezdi. Köyün azgın dullarından zengin Naciye’ye uçkur çözdüğü de ileri sürülürdü.” (Vukuat Var, s.69) Kabak Hafız’ın haklı haksız terazisi de Kâhya Yasin’le aynı cinstendi. “Köylü arasında hır çıktı mı, çözümlemede son derece pratik bir yol tutmuştu: Hır güre düşenlerin hangisi ötekinden zenginse, elbette o haklıydı. Çünkü şeriatın kestiği parmak acımazdı. Yetinilmiyorsa, mahkemelerin yolu kapalı değildi ya!” (s. 69) Kabak Hafız’la romanda ilk karşılaştığımız sahnede, bir gece yarısı, bir gölge gibi, dul Naciye’nin evinden çıkarken görürüz. Onu yakalayan Ramazan’a, “zina”yı “tefsire” bağlı olarak meşru göstermeyi becerir. Sonra da şunu ekler: “Bu dolambaçlı izahlar, hilei şeriyye için kullanılır, öğren!” (s.76) Kabak Hafız, çıkarı için her türlü dolambacı çevirirken, dine göre bir açıklama bulmayı bilir. Bugün, modelini ondan almışa benzeyen, her gün televizyonlarda vaaza çıkan ne kadar hacı hoca vardır.

KÖRLERİN ARASINDA BADEM GÖZLÜ ŞAŞI

Kanlı Topraklar’da, Kabak Hafız’ı, romanın ana karakteri Topal Nuri’nin dünya görüşünü ve din anlayışını belirleyen kişi olarak görürüz. Kabak Hafız’ın kendi söylediği şeylere inanmadığını gören Nuri ona sormuştur: “Peki, madem böyle, neden imamlık yapıyor, inanmadığına başkalarını inandırmaya çalışıyorsun?” (Orhan Kemal, Kanlı Topraklar, s. 17, Tekin yayınevi, 2002, İstanbul) Yanıtı çok açıktır: “Dünyada iyi ve rahat yaşamak için. Yani, başkalarının kuru kuruya inançlarından faydalanıp, geçineceğim. Bu suretle ekmeklerin en hası, en rahatına ulaşıyorum. Hem de hiç terlemeden. Sana da tavsiye ederim, insanları şuurlandırıp gözlerini açmaya kalkışma. Bunun sana hiç faydası olmaz. Tam tersi, zararı olur. Körlerin arasında şaşı, badem gözlüdür!” (s. 17) Topal Nuri, bu dersi hiç unutmaz, körlerin arasında şaşı gözlerinden alabildiğine yararlanacak, beş parasızlıktan gelip “el koyarak birikimle”, toprak ağası ve fabrikatör olacaktır. Sermaye sınıfının yakın dönem tarihi de, bu dersin pek benimsendiğinin tarihi değil midir? Köylüleri ortaçağ cehaletinden kurtarıp bilinçlendirecek Köy Enstitüsü hareketini beş altı yılda boğmayı becerdiler. Cumhuriyetin kuruluşuyla girişilen eğitim ve aydınlanma atılımını, tersine çevirecek adımları, 1946 yılında ilk imam hatipleri açarak attılar. Bugünlerde ise, Osmanlı’nın bile yer yer aştığı, kız-erkek ayrı okullarda eğitime geri dönmeyi dayatıyorlar.

Orhan Kemal’in romanındaki sermayedar tipi Muzaffer Bey de, egemen sınıfın, bu süreçte dine yönelik değişimini yansıtır. 1946’da Kabak Hafız’lara ve dine alan açan CHP’lilere karşıdır. Hatta mürtecilerin yeterince temizlenmediğini ve sinsi sinsi örgütlenerek uygun koşulları bulunca harekete geçtiğini düşünür. Ama çok geçmeden DP iktidarıyla birlikte, o da dinci politikanın nimetlerinden yararlanmayı öğrenecektir. Başlangıçta, Muzaffer’in el koyduğu topraklarını savunmak için DP’ye güvenen ve üye olan köylüler, kısa sürede Muzaffer’i de aynı partide, tepelerinde göreceklerdir.

TALKIM-SALKIM MESELESİ

Topal Nuri, hocasını anlatırken bu felsefenin kavramını, “el gördü’lük” nitelemesini bulacaktır. “Benim bir ahbabım vardı, Hafız, Kabak Hafız derlerdi, lâkin şeytanın amca çocuğu. Bilmediği yoktu. Onun dediği gibi, öte dünyaya gidip gelen yok. Cennet de, cehennem de bu dünyada. El gördülük, namazı niyazı sıkı tutacaksın, lâkin ardında bir çıkarın olmak şartıyla!” (s. 97) Topal Nuri, bu felsefeyi kendi deneyimleriyle geliştirerek uygulayacaktır. “Kabak Hafız’ın dediklerini bana kendi tecrübelerim doğruladı ki, bu dünya, talkımı verip salkımı yutan gözü açıklarla, salkımı kaptırıp talkına kulak veren enayilerle dolu.” (s. 98) Salkımı yutanlar elbette az, ama yuttukları, milyonları doyurmaya yetecek kadar çok. 

Ne zaman dincilik politikası iktidara tırmandıysa, doymaz bir salkım-talkın sarmalında un ufak oldu toplumumuz. Orhan Kemal’in 50’lerin sonu, 60’ların başında yazdıkları bunu anlatıyor. 80’lerden sonraki tarihimizi ise, Kabak Hafız’ların köy imamlığından başkent imamlığına tırmanış öyküsü olarak okumak mümkün; bunu yazacak, Orhan Kemal türünden gerçekçi romancılarımızı arıyoruz.

Artık tehlikenin farkında olma aşamasını çoktan geride bıraktık. Toplumsal kurtuluş ve kamucu bir yeniden kuruluştan başka bir çaremiz bulunmuyor.