Hüküm Gecesi’nde tutsak inkılâpçı

20. yüzyılın başındaki savaşlar, yıkılış ve kuruluş çağında ortak çizgiler taşıyan bir inkılâpçı tipi romanımızda da kendine yer buldu. Bu tipin en iyi örneklerinden biri Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi (1927) romanındaki Ahmet Kerim’dir. Ona benzeyen iki roman kahramanı daha anabiliriz; Mithat Cemal’in Üç İstanbul’unun1 (1938) Adnan’ı ve Nahid Sırrı Örik’in Sultan Hamid Düşerken2 (1947) romanının Şefik’i. Cumhuriyet öncesinin bu inkılâpçı tipi yenilgiye uğrar. Ahmet Kerim iktidardaki İttihat Terakki’ye muhalefet ettiği için baskı görür, hapse atılır, korkulu bir “hüküm gecesi”nden sonra Sinop’a sürgüne gönderilir. Adnan ile Şefik’i ise iktidara ortak olmaları bozar. Şefik, paşa kızı Nimet’in kocası ve mebus olmak uğruna devrimci ideallerine ihanet eder; Adnan da, İttihat Terakki iktidarıyla servete, konağa kavuşur ama eski ideallerini, insani umut ve heyecanlarını yitirmiştir. Romancılarımızın ışık tuttukları bu durum, burjuva devrimlerinin ve devrimcilerinin evrensel yazgısıdır dense yeridir.

Yakup Kadri’nin Ankara’sındaki (1934) Neşet Sabit, Panorama’sındaki (1950) Halil Ramiz de böyle tiplerdir. Türk devriminin birinci perdesinin, 1908 Devrimi’nin tiplerinden bir farkları ise restorasyon döneminin yenik inkılâpçıları olmalarıdır. Yakup Kadri, Ankara ütopyasında inkılâbı ileriye taşımayı, Neşet Sabit’i muzaffer ve mutlu kılmayı hayal etmişti gerçi… Ama 30 yıl sonra kitabına yazdığı “Bir Not”ta bunun da yıkılan bir hayal olduğunu itiraf etmişti.

TÜRK DEVRİMİNİN İLK KUŞAĞI

İlk romanlarından Kiralık Konak’la3 (1921); bir “devirler ve nesiller” romancısı olduğunu ortaya koyan Yakup Kadri, Hüküm Gecesi’ndeki Ahmet Kerim ile de Türk Devrimi’nin ilk devrinin, ilk inkılâpçı neslinin bir örneğini vermişti. Bunlar, 1908 Devrimi’ni yapanlar, yenilgiye uğrayan inkılâpçılar oldular. Cumhuriyetin zaferine ortak olanlar ise, “umarsız jakobenler” durumuna düştüler; Yakup Kadri inkılâbın bu ikinci neslini de yazdı.

Geçerken, bu nesil meselesi üzerine Neşet Sabit’in ütopik Ankara’daki, 1940’ların başındaki “yeni nesille” ilgili şu yorumunu da not etmekte yarar var:

“Heyhat, bu yeni nesilde bizim neslimizin derinliği yok. Çünkü o, artık derini aramıyor. Aldığı istikamet ve her gün biraz daha artan hız buna manidir. Biz, birtakım şakulî insanlardık. Halbuki, bunlar ufkîdirler. Kuşlar gibi ufkîdirler.”4

Evet, inkılâpçı bu kuşak, diklemesine, derinlikli bir kuşaktı. Kendi içlerinde sürekli derinleşmek istiyorlardı ve toplumda da derinliğine yerleşmek, kök salmak istiyorlardı. Yaban’daki (1932) Ahmet Celâl’in çırpınışları bu nedenle değil miydi? Bu kuşağın ilk örneklerinden Ahmet Kerim’le, Bir Sürgün’deki (1937) Doktor Hikmet de öyle değiller miydi?

Hüküm Gecesi’nde bu kuşağın temel özelliği şöyle çizilir:

“Yüksek, asil ve ateşli ideallere susamış bir neslin susuzluğu onun nabızlarında vuruyordu. Bu nesil her doğan güne ‘Bana fikrim için ne getirdin?’ diye sormaktadır. Bir zamanlar bu gençlik için ‘hürriyet’ tatlı bir rüya idi. Fakat bu tatlı rüyadan 31 Mart sabahının kanlı ve çamurlu gürültüsüyle uyandığı günden beri bir sarhoş mahmurluğu içinde kıvranıp durmaktadır.”5

Yakup Kadri Hüküm Gecesi’nde bu neslin romanını yazıyor. Kendi neslinin romanı demek de mümkün; Yakup Kadri, eleştirel kişiliğiyle İttihat Terakki’ye mesafeli duran, burjuva devriminin eksiklerini kısa sürede kavrayan biri olduğu için, kahramanının yanlışına düşmüyor, Cumhuriyeti kuran inkılâpçılardan biri olabiliyor.

Burjuva devrimcisi, dünya nimetlerini sonuna kadar istiyor; Üç İstanbul’un Adnan’ı, Sultan Hamit Düşerken’in Şefik’i gibi, bunları elde edince devrimciliğini ve aynı anlama gelmek üzere, insanlığını yitiriyor. Genellikle burjuva devrimlerinde iktidarı elde eden devrimcilerin egemen sınıfın etkisiyle devrimci niteliklerini yitirmesi ve bozulması genel bir durumdur. Robespierre gibi “bozulmayanlar”ı trajik bir son bekliyor.

GÜDÜK DEVRİM, ÇABUK RESTORASYON

Ahmet Kerim'in hayat çizgisi iktidarla kesişmiyor, bu nedenle de başkalaşımı başka bir yoldan ilerliyor. En yakın arkadaşı Ahmet Samim'in öldürülmesi üstüne, bütün değerlerinin altüst olduğu bir sarsıntı geçiriyor; siyasi cinayetlerle gelen bir baskı döneminin, aristokrat ve burjuva sınıfının politik kadrolarında yarattığı çürümeyi gözlemliyor. Eşitsiz gelişmenin hüküm sürdüğü tarihi ve toplumsal koşullarda, güdük bir burjuva ihtilalinin, kısa sürede restorasyona uğraması, onu hayata geçiren kuşağı da kişiliksizleştirmiştir. Hüküm Gecesi, Ahmet Kerim'in, onun şahsında Yakup Kadri'nin bu dönüşe duyduğu tepkinin romanıdır. Tepkisinin güçlülüğüyle döneminden sarsıcı sahneler sunar bize.

Yakup Kadri, Hüküm Gecesi romanının başlarında bir konağı şöyle anlatıyor:

“Nişantaşı'nda, sessiz bir konak bahçesinin yarı açık kapısı önünde idiler. Hasip Bey alışık bir tavırla bu kapıyı itti. Üç defa ses veren bir küçük çanın altından bahçeye girdiler. Güz mevsiminin ilk kuru yaprak yığınları ile yıllardan beri terkedilmiş bir yer hali alan bu bahçede Abdülhamid devrinin dillere destan olan ihtişamını hatırlatır hiçbir şey yoktu. Hafif bir iki devrim soluğu bu eski sadrıazam konağının bahçesini hemen birkaç yıl içinde İstanbul'un en bakımsız tekke ve türbe bostanlarına çevirmişti.”6

Yakup Kadri, sanki, Sultan Hamit Düşerken'in kaldığı yerden devam ediyor. Konakları kuşatan kalabalıkların ve radikalliği budanmış burjuva ihtilalinin “hafif devrim soluğu” zengin köşkünü bu hale çevirmiştir. Hüküm Gecesi, tam da bu sorunu eksen alıyor; burjuva devrimcilerinin tutarsızlıkları, çıkarcılıkları, döneklikleri, “kanun kanun diye kanunu tepeleyen” politikaları Hüküm Gecesi'nin tipleri aracılığıyla sahneye çıkardığı gerçeklerdir.

Burada, aynı dönemin tiplerini canlandıran bu iki romanın karşılaştırmalı okuması ortak çizgilerin çıkarılmasında yararlı olabilir. Hüküm Gecesi 1926-1927 yıllarında, Sultan Hamid Düşerken'den 20 yıl önce yazılmış. Aradaki yıllara rağmen, iki romanı birbirinin devamı kılacak ölçüde yaklaştıran etken, gerçekçi nitelikleri ve ele aldıkları tarihsel toplumsal dönemdir. Bundan daha önemlisi, toplumsal sürecin tipik kişiliklerini romanlaştırabilmiş olmalarıdır. Hüküm Gecesi'nin Ahmet Kerim'i ile Sultan Hamid Düşerken'in Şefik'i arasında ortaklıklar bulmamız bu nedenledir. Yaşam serüvenleri birbirinden çok farklı gelişse de, bu iki tipi de harekete geçiren temel motivasyon eski toplumun çürümüş ilişkilerinden kurtulma ve yeni bir toplum kurma özlemidir. Şefik, İttihat Terakki saflarında, eylem içinde bunu ararken, Ahmet Kerim, 10 Temmuz devriminin hayal kırıklıklarının yarattığı bir insandır; İttihat Terakki'den kaçarken Hürriyet ve İtilaf'a yakalanır.

İkisi de burjuva devrimcisinin iktidar ve zenginlik özlemiyle doludur. 1908’in muzaffer devrimcisi Şefik'in İstanbul'a bakarken duyduğu zenginlik hasretini Yakup Kadri'nin Ahmet Kerim'i de duyar; bir gazetede etkili bir yazar olarak, daha entelektüel zevklerle incelmiş biçimde: Yazar olarak etkinliğiyle bir “mücahit” konumunda bulunan ve bunun mutluluğuyla sarhoş;

“Ahmet Kerim, gerçi, hayatta bundan başka daha birçok mutluluk kaynakları bulunduğunu bilecek kadar duygulu, genç ve sanatkârdır. Güzel döşenmiş bir odadan, iyi giyinmiş bir kadına, iyi giyinmiş bir kadından mermer bir heykele ve bundan meselâ Mozart'ın bir müzik cümlesine kadar insanlığın estetik görünüşleri ile bir hayatın nasıl bir peri masalı haline gireceğini pekiyi tasarlardı. Çoğu zaman bu duygu onda, yalnız bir düşünce olarak kalmıyor, bütün güzel şeylere karşı bir onulmaz hasretin yarası kanıyordu. İşte o zaman, herkes gibi Ahmet Kerim'de de derinden derine yakıcı bir kudret ve zenginlik ihtirası tutuşmaya başlardı. Zira ne yazık ki, bu dünyada bir dilim ekmek gibi bir sanat ve şiir parçasının da ancak para ile alındığını bilirdi.”7

Hüküm Gecesi’nin bu parçasında okuduklarımızı, ondan yaklaşık on yıl sonra yazılan Bir Sürgün’de Doktor Hikmet’in karşılaştığı Paris gerçekliğinde daha geniş kapsamlı olarak görmüştük. Yüzyılın başlarında bunun bilincinde bir roman kahramanı ve romancı Yakup Kadri var; bugünden bakınca ne kadar ilerde duruyorlar…

KORKUYLA POLİTİKADAN KAÇIŞ

Yakup Kadri’nin, yüzyılın başındaki iç savaşın çatışmaları içinde kendini kurmaya çalışan Ahmet Kerim'i, belki de sabahına doğru idama götürüleceği gecede yaşamının bütün çatışmalarını anlamsız bulur, çöküşü başlamıştır:

“İnsan için bunları bilmek, bunların seyrine dalmak, bunlarla yetinmek, bunlarla gülüp, bunlarla sevinmek varken ve bu Tanrı ihsanı nimetlerden herkesin kendi payını alması kabilken, nedendi, adına politika kavgaları denen bu haset sıtmaları, bu ateşli ihtiraslar? Nedendi bu kardeşi kardeşe, dostu dosta, kocayı karıya düşman eden çekişmeler ve geçimsizlikler? Serin kaynaklardan akan tatlı sular, deniz ve orman kokularıyla dolu taze havalar, güneşin sıcaklığı, ayın ışığı, çiçeklerin kokusu, ağaçların gölgesi herkesin ortak malı, ortak nimeti değil miydi? Şu halde ortada bölüşülmeyen şey neydi? Ahmet Kerim, birdenbire yepyeni bir gerçekle yüzyüze gelmiş gibi şaşırıyor, bu suallere ne cevap vereceğini bilemiyordu.”8

Darbeyle karşılaşınca sarsılan bilinci, Ahmet Kerim'de, ne kadar gerçekçi çizmiş Yakup Kadri. Baştan aşağı, toplumsal kavganın bilincinden bir kaçış vardır bu sorularda. Kavga, “tanrının nimetleri” için değil, insanın ürettiklerinin paylaşımı için verilmektedir. Buna benzer bir durumu Halide Edip’in Sinekli Bakkal’ında9 (1936) da görürüz.

Bekirağa Koğuşu’nda10 tutuklu Ahmet Kerim gibi, Sinekli Bakkal’ın paşazade ihtilalcisi Hilmi de, ilk karşılaştığı darbede, neredeyse aynı cümlelerle teslimiyetçiliğin övgüsünü yapar. O bunları düşünürken, Rabia’nın babası Kız Tevfik, onu ele vermemek için işkenceye direnmektedir. Karşılaştırmak için Hilmi’nin yaşadığı çöküntüyü Halide Edip’in kaleminden okumakta yarar var:

“Odasına çıktığı vakit kafasında birbirini kovalayan düşünceler, ölçülerini, kimliklerini kaybetmiş, birbirine çarpan bir sürü divanelere benzetmişti.

(...) İçinde her zamandan çok şiddete, zora zulme, acı veren her şeye karşı bir başkaldırma, bir öfke duyuyordu. Şimdi bile bu çirkin şeyler (buraya dikkat-b.s.a.) -bir zulüm anıtı yıkmak için dahi kullanılsa- gene zararlı, gene tiksinilecek şeylerdi. Dünya ona çirkin bir boğuşma meydanı gibi geldi. Padişaha, hükümete başkaldıranlar, ihtilal yapmak isteyenler, hepsi hepsi aynı çirkin hamurdan yoğrulmuş insanlar ve kuruluşlardı. Yalnız fert masum, yalnız fert zavallı ve bazan da iyi idi.”11

Egemen sınıftan ihtilalcinin başarısızlık ve baskı karşısındaki tipik düşünceleridir bunlar. Yakup Kadri ile Halide Edip, istenmeyen gerçeklikten hayali bir ideolojiyle kurtulmak isteyen inkılâpçının, kaçışının tipik birer resmini çizerler.

Yakup Kadri, Ahmet Kerim'in “hüküm gecesi”ndeki sorularının izinde giden, “ağaçların gölgesi, ayın ışığıyla” huzur arayan hayatının zavallılığını da çizerek resmi tamamlar. Ahmet Kerim son anda idamdan kurtulur ve Sinop'a sürgün edilir.

“Ahmet Kerim, ölüme o kadar yaklaştı ki, onunla yüz yüze, göğüs göğüse geldi, onun kurutucu ve dondurucu soluğunu varlığının her tarafında duydu. Bu soluk, bir asırdan daha uzun bir gece içinde onda gençlik, tazelik adına ne varsa hepsini yakıp kül etti. O kadar ki, şimdiki Ahmet Kerim, gerçekten, dünkü Ahmet Kerim'in kemik kalıntılarından yapılmış derme çatma bir Ahmet Kerim gibidir. Madde olarak o kadar değişmiş, o kadar pörsümüştür. Ya manen? Ah, onu sormayınız. Ruhu tamamiyle sönmüştür. Hani, o ebedi olan ruhu yok mu? İşte İttihat ve Terakki terörü onu boğmuş ve mahkûm etmişti. Ahmet Kerim, kendi kendisini avutmak için ‘Hani bir parça aydınlık ve bir lokma ekmekle yetinecektim? Hâlbuki bir zindanda bile değilim. Bir yabancı toprakta bile yaşamıyorum. Kendi yurdumun bir noktasından öbür noktasına geldim. İşte önümde Karadeniz'in dalgaları çalkalanıyor; işte arkamdan Anadolu'nun yanık başak kokuları geliyor. Her akşamüstü bir kayanın böğrüne yaslanıp, bir cüz'ünü teşkil ettiğim bu munis dünyanın namzi gibi soluk alıyorum’”12

Ahmet Kerim inkılâpçılığı bırakınca bambaşka bir insan haline geliyor. Bütün mantıklı açıklamalar onu avutmaya yetmiyor. Ahmet Kerim, değiştirme ve kendini bir mücadele içinde kurma çabasını bırakır bırakmaz yok olup gidiyor. İnsanlığını yitiriyor. Şöyle düşünülebilir; Ahmet Kerim, sürgünde hiç olmazsa Yaban’daki Ahmet Celâl’in eleştirel tepkisiyle sergilediği türden, çevresiyle bir hesaplaşmaya girişebilirdi, bu onu canlı tutmaya yeterdi. Ama olmuyor, olamazdı; çünkü Ahmet Celâl’i gönüllü sürgününde ayakta tutan tarihsel bir olay var; uzaktan top seslerini duyduğu savaş ve başlamış olan Milli Mücadele. Ahmet Kerim ise ne bütünlüklü programı olan bir inkılâpçı, ne de onu ayakta tutacak örgütü ve yol arkadaşları var. Yapayalnızdır.

İNSANLIKTAN ÇIKIŞ

Yakup Kadri, sürgünde onun giderek insanlıktan çıktığını yazıyor.

“Ahmet Kerim, her gün bir parça daha süflileşiyor; günlerce traş olmuyor, saçlarını kestirmek ise hiç aklından geçmiyordu ve sokağa çıkarken denilebilir ki, ancak giyiniyordu. Rus mahallesinde bir evde tuttuğu bir odada bazen günlerce yatakta kaldığı oluyor ve bu tembellik devresinin ortasında ani bir hareket ihtiyacı ile dışarıya fırlıyor, çarşıda kalabalığa karışıyor, kahvede tanıdıklarıyla çene çalıyor, bazen de durmadan tavla oynuyordu.

Ahmet Kerim, gittikçe ne kadar kabalaştığının, ne kadar basitleştiğinin farkında bile değildi.”13

Ahmet Kerim, kendisini canlı cenazeliğe mahkûm eden bir “hüküm gecesinden” insanlığını kaybetmiş, kendiliğindenliğin akışına terk edilmiş bir varlık olarak çıkıyor. Artık hissetmiyor. Bu edilginlikle, sonu acı da olsa, Ahmet Kerim, gelişmek için çaba gösteren, gerçekliği değiştirme mücadelesi veren insanın burjuva çelişkileriyle yüklü bir örneğini oluşturuyor.

Yakup Kadri şu soruyla kitabını bitiriyor: “Kendi ruhunun birçok başdöndürücü uçuşlarına şahit olmuş ve kendi beyninin bir billur top gibi türlü pırıltılarla parıldadığını seyretmiş bir insan için bu sürünüşten ve sönüşten daha acıklı bir akibet düşünülebilir mi?”14

Bu harika soruyu, asıl, devrim soluğuyla yüklü yirminci yüzyılın ilk çeyreğini, görkemli 60'ları, trajik ve umutlu 70'leri yaşamış ve sermaye sınıfının ve silahlı adamlarının kanlı “hüküm gecelerinde” dize getirilerek, imam hatip düzeninde asalakların kitlesel alkışçısı olmuş bir toplum için sormak gerekmez mi?

 

1Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, İstanbul, Sander, 1983.

2 Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken, 3. baskı, İstanbul, 1994.

3Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kiralık Konak, İstanbul, İletişim, 1986.

4Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İstanbul, İletişim, 2001, s. 219.

5Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, İstanbul, 1987, s. 157.

6 A.e, s. 26.

7 A.e., s. 34.

8 A.e., s. 249.

9 Halide Edip Adıvar, Sinekli Bakkal, 28. baskı, İstanbul, 1970.

10 Bekirağa Koğuşu, bugünkü İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin bulunduğu binadaydı. 2. Meşrutiyet döneminin siyasi tutukluları burada hapsedilirlerdi. Ahmet Kerim’in korkulu bir “hüküm gecesinde” siyasi bilincini ve devrimci kişiliğini yitirdiği bu yerin, günümüzde Siyasal Bilgiler Fakültesi olması tarihin bir ironisi olsa gerek.

11 A.e., s. 137.

12 A.e., s. 308-309.

13 A.e., s. 310.

14 A.e., s.311.