Günün sorusu: Dün mü yarın mı?

Geride kalan günlerin en çok konuşulan konularından birisi faşist Kenan Evren’in ölümü oldu. Bu ölümden tek bir nedenle, faşist bir katilin hesap vermeden ölüp, elimizden kurtulması nedeniyle üzüntü duyulabilir.

Ölümünün ardından söylenenden çok daha fazlası yaşarken söylendiği için, halkımızın “ölünün arkasından konuşulmaz” sözüne aykırı bir hareket söz konusu değil. Herkes içinden geçeni rahatlıkla söyleyebilir, gönlünce sövebilir.

Kenan Evren için bu kadar laf yeter, bu vesileyle 12 Eylül’le devam edip, güncel bir sorun üzerine eğilelim.

Öncelikle sermaye sınıfının işçi sınıfı ve onun politik temsilcisi olarak sol harekete dönük en kapsamlı saldırısının 12 Eylül ile anılabileceğini bir kez daha vurgulayalım.

Bugünden bakıldığında çok daha rahat görülüyor, mesele sadece solun fiziki olarak tasfiyesi değilmiş. Solun tüm eksiklerine rağmen 12 Eylül’ün en az başarılı olduğu alan burası.

Öte yandan 12 Eylül ile başlayıp sosyalizmin çözülüşüyle zirve yapan evrede ideolojik ve politik olarak Türkiye solunu fazlasıyla etkileyen, geriye düşüren bir süreç yaşamış olduk. Üzerine çokça laf edilen teslimiyet bayrağını çekenleri şimdilik boş verip, bizim tarafa yoğunlaşalım.

12 Eylül sonrası önemli bir direniş pratiği sergileyen, özellikle AKP’li yıllarda bu direnişi doruğa taşıyarak, örneğin 2010 referandumda AKPci solun doğumuna izin vermeyen devrimci güçlerin de “savunma yılları” izlerinden kurtulamaması günümüzün önemli bir sorunudur.

Gönül rahatlığıyla söylemek gerek, sola dönük 30 yıllık karşı-devrimci müdahaleler boşa çıkarılmıştır. Bu duruş, sadece Haziran 2013’de yaşadığımız halk hareketinin zemininin oluşumu açısından bile çok değerlidir ve bu bir zirvedir.

İddiamız şu; tam bu aşamada sürecin son derece önemli kazanımları ikirciksiz biçimde sahiplenilerek bir nokta koyulmalı, 12 Eylül'ün izlerinden tümüyle kurtulup yeni(den) ve daha ileri bir devrimci yolculuğa çıkma cesareti sergilenmelidir.

12 Eylül sonrası tarih: Bir sığınma alanı

Yukarıda 12 Eylül döneminin izlerinden kurtulamaması demiştik, bir örnekle açmaya çalışalım.

Tarih, aynı anda ikili anlam taşıyan bir sözcük. Kimi zaman, geçmişi, yaşananları kimi zaman bu yaşananları inceleyen bilimi tanımlamak için kullanıyoruz.

Marksistlerin bir bilim olarak tarihin önemini tartışma konusu yapmaları düşünülemez. Eğer sözü edilen, yeniden ve daha ileriden devam etmek için tarihten dersler çıkarmaksa, buna kim itiraz edebilir?

Bir adım daha atıp şunu söyleyebiliriz; geleceği daha iyi görebilmek ve daha iyi hazırlanabilmek için, tarihi titizlikle incelemek, bu çalışmalarla zenginleşerek geleceğe uzanmak, geleceği kurarken tarihimizi de yeniden oluşturmak durumundayız.

Ancak bugün gerek tarih ve gerekse “geçmiş” ile ilgili tartışmalarda temel meselemiz, konunun bir sığınma alanı haline getirilmesi, bugünden kaçmak için kullanılması.

Katıldığımız bir saptamayı hatırlatarak devam edelim; “tarihimizde sol kadroların teorik donanımlarını kazandıkları üç alan ve her birine karşılık gelen üç dönem oldu: Sosyoloji, ekonomi, tarih.”

Sosyoloji, esas olarak 27 Mayıs öncesine, ekonomi daha ziyade 60-80 aralığına ve tarih 80 sonrasına denk geliyor.

Diğerleri ayrı tartışmalar ama özellikle 80 sonrası tarihe sığınmak zorunda kalışımızın, dönemin yenilgi ruhuyla ilgili olduğu çok açık.

Görünür gelecek için umut taşımayanların, günün karanlığından kaygı duyanların tarihe sığınması normal.

Fakat bugün, belki de toplumun yüzünün en fazla geleceğe döndüğü bir zaman kesitinde, dünün, tutunmayı-ayakta kalmayı sağlayan değerlendirmeleri ve eylem pratikleriyle yetinmek, bununla övünüp, geçmişte haklı çıkmış olmanın gururuyla yetinmek kabul edilemez.

Bugün ve yarın geçmişe sığmaz

Günün devrimci görevlerini, yarının olanaklarını ve sorumluluklarını tartışmak yerine geçmişin başarılarının hatırlatılmasıyla yetinmenin arkasında kesin olarak 12 Eylül yıllarının yarattığı bozulma var.

Kişisel bir gözlem ama yazılması da gerekiyor, 90’lı yıllar boyunca solun direnen, devrimci unsurlarının (kişiler veya politik çevreler) önemli bir çoğunluğun kahramanlık destanları anlatımları veya “acıların solu” yakınmalarını duymadık, okumadık. Aksine geçmişe dair az konuşup, günün görevlerine odaklananlar olduklarını söyleyebilirim.

Diğer taraftan, tıpkı bugün olduğu gibi, günün mücadelesinin dışında duran ve görev-sorumluluk almaktan kaçanlar ise, geçmişte çektikleri acıları ve kahramanlıkları en çok anlatanlardı.

Eğer solun bugünü ve yakın geleceğine dair önemli olanakların olduğu bir dönemden söz ediyorsak, kapanması gereken defterlerden birisi de özel, kişisel, grupsal kahramanlık veya acı aktarım seanslarıdır.

Herkes ve solun tüm özneleri yaptıkları ve yapamadıklarıyla, eksikleriyle, fazlalarıyla, doğruları ve yanlışlarıyla bugüne gelmiştir. Bu sürecin sağlıklı bir muhasebesinin yapıldığının ve kazanımlarının korunduğunun, hatta geçmişteki başarıların bile gösterileceği yer günün ihtiyaçlarına dair üretilenler ve yapılanlar olmalı.

Geldiğimiz aşamada günün sorunlarına devrimci yanıtlar üretip, geleceği kazanmaya odaklanmak yerine, geçmişteki asr-ı saadet döneminin menkıbelerini anlatanları gereğinden fazla ciddiye almamak gerek. 12 Eylül’den hemen sonra geçmişteki hatalarını keşfedip sabah akşam bunu anlatanlar sola ne kattıysa, bugün de geçmişteki başarılarını, yarattığı harikaları anlatanlar en fazla bunu katabilir.

Bugün, Türkiye işçi sınıfı ve özelde Türkiye sol hareketi tarihinin en önemli atılım dönemlerinden birisinin olanaklarını yakalamışken geçmişe özlem duymak, açık söylüyorum ilkel olanı kutsamaktan farksızdır.

Sanmıyorum ama bu satırları okuyanlar arasından, “ne yani, sen şimdi solun mirasını, mücadele geçmişini inkar mı ediyorsun?” diyecek birisi çıkarsa söylenecek olan şudur:

O mücadeleler, birileri o mirasa yaslanıp, yan gelip yatsın, kendine bir kürsü bulup sağa sola akıl versin diye verilmedi. 

Eğer gerçekten geçmişimizle övünüyor ve sahip çıkmak istiyorsak, yapılması gereken geçmiş birikimi içine girdiğimiz yeni dönemin hakkının verilmesi için değerlendirmek ve tüm geçmişi kapsayıp aşan yeni bir gelenek yaratmaktır.

Umuyoruz, Türkiye solu, bu kez, gelecek kuşaklara sadece  onurlu gelenek bırakmakla yetinilmeyecek bir döneme girmiş olduğumuzun farkındadır.