Gündemde kalacak olan (*)

Türkiye’de önümüzdeki kısa dönem içinde siyaset sahnesinde neler olabileceğine ilişkin çeşitli tahminler yürütülebilir. Ancak, bu tahminler ne yönde olursa olsun, ülkede daha uzun, hatta çok uzun dönemdeki siyasal gelişmelerin ve saflaşmaların belirli bir zeminde sürüp gideceği şimdiden bellidir.

Kısaca özetlemek mümkün:

Hobsbawm’ın, özellikle 18 yüzyıl ile 19. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran “liberal devrimlerle” daha sonra ortaya çıkan “post-liberal devrimler” arasında yaptığı ayrım önemlidir. Elbette burjuva devrimlerden söz eden Hobsbawm’ın ayrımı şöyledir: Liberal devrimler yasalar-kurumlar düzeyinde dört başı mamur, kalıcı ve kapsamlı düzenlemelere fazla itibar etmezken, post-liberal devrimler tam tersine hemen her düzeyde radikal yapılanmalara yönelmiştir.

Başka bir deyişle, post-liberal devrimler daha “mühendisçe”dir.

Türkiye’nin 1908’den 1930’ların sonuna kadar uzanan dönemde yaşadığı süreçler “post-liberal” devrimler kategorisine girer. Bugün ne dersek diyelim, bu devrim radikaldir, kapsayıcıdır ve pek çok alanda fazla “mühendisçe”dir. 

Hemen ardından, iki saptama daha yapabiliriz:

Birincisi, Türkiye’de bu devrim, Cumhuriyet, olanca celadetine ve zorlayıcılığına karşın kendi karşıtlarını bir dönem sindirebilmiş, ancak zamanla boy atıp diş göstermelerini engelleyecek mutlaklıkta bir hegemonya kuramamıştır. 1991’den sonra değişen dünyayla birlikte, bu kez karşı saftakiler devrimle hesaplaşacak güce ve etkiye ulaşmışlardır.

İkinci saptama ise, birincisinin bir anlamda “karşı dengesi” gibi olacak: Cumhuriyet, her şeye karşın, kendi tabanını, yandaşlarını ve militanlarını yaratabilmiştir. Kimilerinin diline pelesenk olan “bir avuçluk”, “dar elitlik”, “merkeze hapsolmuşluk” türü söylemler büyük ölçüde lafı güzaftır. Şu veya bu seçimin sonucu ne olursa olsun, Türkiye’de bu çizgide azımsanmayacak bir kitle vardır ve bu kitlenin teslim bayrağını çekecek ölçüde sindirilmesi o kadar da kolay olmayacaktır.

Özetle, mesele Türkiye’nin “biricikliğiyle”, kimi “elit” kurumların ancak Türkiye’de görülebilecek inadı ve bağnazlığıyla ilgili değildir. Bu ülkede Cumhuriyet, bir “post-liberal” atılım olarak ortalığı kendisi için dikensiz gül bahçesine çeviremese bile, önemli bir güç ve kitle desteği biriktirebilmiştir.

Öyle görünüyor ki, orta ve uzun dönemde Türkiye’de siyaset, bu iki geleneksel hasmın meydan veya mevzi savaşlarıyla belirlenecektir.

***

Buraya kadar söylenenlerde belki “yeni” bir şey yok; yok, ama şu soru üzerinde ciddi ciddi durup düşünmek gerekiyor:

Bu ön belirlenmişlikte sol nerede duracak; kendi yolunu, kanalını nasıl açacak?

“Bozulmamış” sol mantık bu soruya büyük olasılıkla şöyle yanıt verecektir: Sol kendi gündemiyle öyle bir ortaya çıkmalı, iki tarafa göre farkını net biçimde ortaya koyup öyle bir güç toplamalı ki az önceki saflaşma gündemden düşsün ve böylece siyaset yepyeni bir zeminde şekillensin…

Kulağa doğru ve hoş gelen bu önermede kimi ciddi boşluklar vardır.

Doğru, sol kendini ayrı bir taraf olarak kurmalıdır; ancak, bu “ayrı taraflığın” mevcut saflaşmanın her yönüyle “dışında”, ondan büsbütün koparak gerçekleşmesi mümkün, gerekli ve istenir bir durum mudur?

İşte, burasını iyi düşünmek gerekir.

Bir kere, sözü edilen ve artık “geleneksel” denilebilecek hasımlaşma “yapay” değildir; birileri tarafından icat edilmemiştir. Tarihin akışının şekillendirdiği gerçek bir saflaşma ve bu saflaşmanın oluşturduğu zemin, öyle insanların ruh halleri ve eğilimleri kadar kolay değişmez. Kalıcıdır ve Türkiye solu “ne yapıp ederim de bu meseleyi gündemden çıkarırım” diye düşünmek yerine, verili zemini farklı kodlamalarla kendine göre dönüştürüp yeniden üretmenin yollarını aramalıdır.

“Dolambaçlı” olduysa, daha açığı şu: Türkiye’de herhangi bir sol yükselişin, 1908’lerden günümüze uzanan ve artık siyasal yaşamın derinliklerine nüfuz etmiş bir saflaşmanın gündemden büsbütün düşmesiyle gerçekleşmesini beklemek bir hayaldir.

“Düşer” diyenlerin ve böyle olmasını bekleyenlerin, Cumhuriyetçilik, laiklik, aydınlanmacılık, halkçılık, ilericilik ve kamuculuk gibi meseleleri hiç olmayan bir “sol” icat etmeleri gerekecektir.  Oysa mesele bunları dışlamak, bunlardan kopmak değil, bunların tekeline sahip görünenlerin tekellerini kırmaktır.

Ancak, şurası da doğrudur: Verili belirlenmişlik içinde iki taraftan sıkıştırılan sol, sıkıştıran taraflardan herhangi birine yamanmayarak en fazla hamamın namusunu kurtarmış olacaktır. Gelgelelim, bunun da sınırı vardır: kuşatılmışlığı yaramama, solu ya marjinallikten özel haz alan garip bir psikolojiye ya da sonunda iki kadim taraftan birine ilticaya zorlayacaktır. 

Bu kilitlenmenin kırılması bir tek yoldan mümkündür: Türkiye’de başta işçi sınıfı olmak üzere elle tutulur bir halk hareketinin boy atması ve bu hareketlenmenin bir noktada solla buluşması… 

Evet, bu mümkündür ve çabaların yöneltilmesi gereken hedef de bu olmalıdır.

Ancak, bu çabalar karşılığını bulurken, bulduktan sonra, hatta ve hatta bir gün “devrimci durum” gelip çattığında, Türkiye’deki siyaset tarihinin ana saflaşmasının tüm boyutlarıyla gündemden düşmüş olacağını, belleklerden silinmiş uzak bir mazide kalacağını kimse aklına getirmemelidir.

Bugün Türkiye solunu sıkıştıran hasımlaşmanın, yarın ona iktidar yolu açan bir avantaja dönüştürülebileceği hep akılda tutulmalıdır.  

________________________________________________________________________

(*) Bu yazı yeni değildir. Yedi yıl önce soL portalda yayınlanmıştır. Bu portalda yer alan eski yazılarımıza artık ulaşamadığımızdan kesin tarih veremiyor, ancak 2010 yılında yazıldığını söyleyebiliyoruz.  Aradan geçen zamana rağmen güncelliğini koruduğunu düşünüyoruz.