Gezi ruhu ve kültürel iktidar: Kaybettik ya da aldandık mı?

Kültürel kutuplaşmadan bahsediyoruz bir süredir.

Peki kültürel kutuplaşma ya da “hegemonya mücadelesi” derken tam olarak neyi kastediyoruz?

Çeşitli vesilelerle AKP rejimi sözcülerinin, kalemşorlarının bir iddiası “çok güzel işler başardık ama şu kültürel hegemonyada hala solun etkilerinden, yaygınlığından bir türlü kurtulamadık” şeklindedir. İşin açığı gerçekten de bir dönem cemaatin, sol-liberal kültür-sanat tayfasına açtığı alan, “cemaat sonrası” dönemde hızla yok olmuş, İslamcı cenahın kültür üretmedeki kapasite sorunu düpedüz ortaya çıkmıştır. (1)

Öyle ki TÜYAP’ın varlığından kitapevlerindeki sol-muhalif-liberal yayın ve kitapların belirgin ağırlığına, İslamcı yandaşların hazımsızlığı, filtresiz biçimde gözümüze ilişmektedir.  Ne ki bizim kastettiğimiz, bu anlamda dar bir “kültür alanı” değildir.

Bizim kastettiğimiz anlamıyla kültür; hiç sinemaya gitmeyenin, hiç kitap okumayanın ve hatta sosyal medyayı bile kullanmayanın da içinde yer aldığı genişçe bir toplumsallıkta, teknolojinin kullanımından gündelik davranış, tutum, ruh hallerine, yaygın biçimde tüketilen kültürel nesnelerden değer/söz/kod üreten zihniyet örüntüsüne uzanmaktadır.

Namazlı, niyazlı, türbanlı kadının yaptığı içli köftenin fotoğrafını eltisine nispetle instagrama koyması bir kültürel tutumdur. Zeki Müren’i, Bülent Ersoy’u yıllarca severek dinlemiş insanların, bugün açık eşcinsel popçuyu “bi değişik” bulup çeşitli biçimlerde linç etmeye çalışması da yeni türde bir zihniyet kalıbına, kodlamaya işaret eder.

İşte kutuplaşma tam da bu çok çeşitli unsurlarıyla kültür alanında ortaya çıkmakta, hızla siyasetin diline tercüme olmaktadır.

İyi de bu kutuplaşmanın dinamiği nedir? Nasıl yuvalanmış, nereden çıkmış ve nasıl bu kadar siyasete bulaşabilir hale gelmiştir?

İddiamız odur ki, Türkiye’ye ilişkin kültür okumalarının denebilirse hakim paradigmasında yer alan merkez-çevre, elit-avam vs. ikiliklerinin bırakınız bugünü anlamayı, hatırı sayılır bir geçmişe değin geçerliliği son derece tartışmalıdır.

Örneğin, yakın bir geçmiş olarak 80’lere ve 90’lara bakıldığında politik ayrımların, aynı yoğunlukta kültürel kutuplaşmalara denk düştüğü söylenemez.  Çok özel alt kültür grupları dışında “kültür alanı”, toplumu, dikeyine yatayına ortak kesenlerle buluşturmayı başarmıştır.

90’lı yılların sonunda yazılmış olan Metin Çulhaoğlu’nun Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu kitabından bir alıntı daha açıklayıcı olacaktır:

“Belirli bir toplumu oluşturan sınıfların, var olan kültürel değerleri asgari ölçüde de olsa paylaşmaları anlamında bir denge gerekir (…) Örneğin, milli futbol takımının başarıları, ‘batı tarafından bir türlü anlaşılamama’ yakınması, çiğ köfte, İbrahim Tatlıses, gecenin ilerlemiş saatlerinde halay ya da zeybek, rakı, ‘gözbebeğimiz ordu’ vb. bu ülkenin en kentli ve varlıklı sermayedarı ile yoksul emekçinin ortak duyarlılık alanları ve değerleridir. (…) Türkiye’de kültürel üretim alanları arasında iflah olmaz bir iç dengesizlik bulunduğu söylenemez.” (2)

Tüm bunları bugün geldiğimiz noktayla kıyaslarsak, rakının anlamından İbrahim Tatlıses’e, “göz bebeğimiz ordu” geyiklerinden Batı ile kurulan öykünme/diklenme tutumlarına kadar, yarılma biçimindeki değişimin, 2000’ler boyunca oluşmaya başladığını, AKP rejiminin keskin hatlarının belirdiği 2000’ler sonunda şekil kazandığını ve nihayet Gezi Direnişinde tüm cüssesiyle görünür hale geldiğini söyleyebiliriz.

Özeti şudur ki bugün gündelik yaşamın neredeyse her hücresinde hissettiğimiz kültürel kutuplaşma bir siyasal dinamik olarak Gezi Direnişiyle gündeme gelmiştir.

Gezi’nin kodları, “kızlı-erkekli yaşam”, alkol tüketimi, “diren dekolte”, “diren kırmızı ruj”, “çapulculuk” vb. artık birer siyasi tutum almaya dönüşmüş “kültürel motiflerdir”. Gezi’den bugüne bir tarafın “çomaristanla” diğer tarafın “kibirli laikçi teyzeyle” işaretlendiği büyük yarılma böyle oluşmuş, hemen her siyasi gündemde kendi kültürel tutamaklarını göstermiştir.

Ve nihayet geride kalan 5 yıllık süreçte kutuplaşma olgunlaşmıştır…

Yine de daha esaslı bir soru ortada durmaktadır:

Eğer AKP rejimi bu kutuplaşmayı kendi yararına, tam da kimlik siyaseti eksenine kanalize edebiliyorsa, beş yıl önce değil ancak bugün görülebilecek biçimde kendi “organik toplumunu”(yüzde elli) bu taraflaşmalar üzerinden güçlendirebiliyorsa, sosyalist hareket “Gezi ruhuna” ve bu arada kültürel taraflaşmalara fazla mı bel bağlamıştır?

Böyle olduğunu düşünmüyoruz.

Birincisi, Gezi pür anlamda bir “kültürel kalkışma” değildir.  Çokça yazıldı ama Gezi Direnişiyle patlak veren AKP rejimine tepkinin berisinde, neoliberal politikalar, sınıf çatışmaları ve çelişkileri yer almaktadır. Çelişki ve çatışma kendini hangi kılıkla ortaya koyarsa koysun böyledir.

Ne ki Gezi Direnişi ardında sakladığı “sınıf gerçeğine” rağmen sınıfsal bir kalkışma da değildir. Bunun nedeni o dönem çokça mistifiye edildiği gibi direnişe katılanların sınıfsal kimliği, “orta sınıf” olmaları (!) filan değildir. Protestoların karakteri işyerlerine, üretim süreçlerine değmemiştir. 

Evet, hareket, “gündüz işte, akşam direnişte” olarak açığa çıkmıştır.

İkinci olarak, sosyalist hareket denildiğinde, olmayanı olduran, yoktan “sınıf hareketi” yaratabilen bir tanrısal güç anlaşılamaz. Tarihte örneği yoktur.

Sosyalist hareket için güncel olarak konu, bir rejim karşıtı toplumsal hareket konusudur. Kendi çok cılız birikimi ve ölçeği içinde, “iradenin iyimserliğini” konuşturabileceği alan burası olmuştur.

Buradan bugüne uzanırsak…

Kaybettiğimiz ya da aldandığımız bir durum olduğunu düşünmüyoruz;

Aksine sol/sosyalizm, son beş yıldır toplumla, “rejime muhalefet” saçağında hiç olmadığı kadar yakınlaşmış, rezonans kurmuş, aynı dili konuşur hale gelmiştir.

Kültürel ve politik kutuplaşma yalnızca AKP rejiminin “kimlik siyasetine” kan taşımamış, beri taraftan tam tersi bir dinamiği, sol ile toplum arasındaki yakınlaşmayı da sağlamıştır.

Ne ki böyle de devam edemeyeceği görülmelidir. Daha açık bir ifadeyle verili kültürel çatışmanın hali hazırda gümbür gümbür gelen krizi de değerlendirerek yeni türde bir kutuplaşmaya evriltilmesi zorunludur.  Burada ise gözümüzü dikeceğimiz yerin “sınıfsal sancılar” olması kaçınılmazdır.

1-https://www.abcgazetesi.com/politika/kulturel-iktidar-mi-dediniz/haber-93441

2-Metin Çulhaoğlu, Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, Sarmal Yayınları(1997); s.247