'Eski Türkiye' düşmanlığı

 

           Liberallerimizin bazılarında bir şartlı refleks oluştu: Türkiye’nin faşizme  sürüklenmesinin İslamcı özellikleri ortaya çıkar çıkmaz “laikçilerin ve eski Türkiye’nin suçları” söylemini yeniden başlatıyorlar.

            Nedenini tahmin ediyoruz. Siyasî İslam’la uzun süren işbirlikleri olmuştur. Bu yakınlık Kemalistlere (“Cumhuriyetçilere” diyelim) karşı ortak husumete dayanmaktaydı. Bu düşmanlığın demokrasiyle bağdaşacağına; cemaatçilerin ve AKP’lilerin samimi demokratlar  olduğuna öylesine inanmışlardır ki,   bu konudaki her hayal kırıklığı İslamcıların eleştirisini değil, Cumhuriyetçilere saldırıyı tetikliyor. Belki, “bastırılmış suçluluk duygusu” diyebiliriz.

            15 Temmuz’da yeni bir şokla karşılaştılar. İslamcı faşizmin, sık sık meşveret ettikleri  cemaatçi  kanadı darbeye kalkıştı.  Şartlı refleks yine tetiklendi. Önce darbecilerin içinde Kemalist arandı; bulunamayınca, malûm teraneye dönüldü. Tipik bir örnekle yetinelim:  “Ergenekon davaları kumpaslarla örülmüş bir süreç olarak yaşandı;… ama Türkiye’nin geleceği eski Türkiye savunuları üzerine kurulamaz.” (Nuray Mert,  Cumhuriyet 19 Ağustos).

             Yazarın meramını, ruh halini  “tercüme” edeyim: “Güvendiğimiz insanlar hukuk veya ahlak-dışı davranmış olabilirler; ama eski Türkiyeciler; sizler de masum değilsiniz!”

            İslam ile demokrasi ilişkileri üzerindeki liberal tezlerden birini, anladığım kadarıyla özetlemeye çalışayım: Halkının ezici çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede demokrasi, İslam’ın  siyasette ağırlık taşımasını zorunlu kılar. Laiklik bu durumu engelliyorsa, demokrasiden söz edilemez.

            Bu tezin temel sorunu, Müslümanlık ile siyasî İslam’ı karıştırmaktan geliyor. Müslümanlık,   halk kültürünün bir öğesidir; bir olgudur; kendine özgü bir programı yoktur. Müslümanlar bu nedenle daima birden çok siyasetle (örneğin sosyalizmle de) barışık olmuşlardır. Siyasî İslam ise farklıdır; devleti ve toplumu yeniden, dinî kurallara (kutsal kitaba, hadislere ve doktrinlere) göre biçimlendirmeyi hedefleyen bir programdır.  Bu yüzden laiklik ile uzlaşamaz.  

            Liberaller, “eski Türkiye” yaftası altında cumhuriyetin ilk on beş yılına saldırmayı yeğlerler. O dönemi tartışırız; ama anlaşamayız. Tartışmayı daha yakın bir zamana, farklı bir  “eski Türkiye”ye taşıyalım. İslam’ın siyasette ağırlık taşımadığı, laikliğin (ana hatlarıyla) geçerli olduğu 1960’lı-1970’li yılların demokrasi bilançosu nasıldı?

***

            Bu yirmi yılın, hem öncesi, hem de sonrasına göre demokrasinin yeşerdiği bir zaman dilimi olduğunu ve siyasî, hukukî ve toplumsal kazanımlarının savunulması gerektiğini düşünüyorum.          

            Sadece kazanımlar mı? Tamamen “pembe bir tablo” mümkün olabilir mi? Kalıcı demokratik kazanımlar, ihsan edilmez;  mücadeleyle, ağır bedeller ödenerek elde edilir. 1960’lı-1970’li yıllarda da  demokratikleşme doğrultusundaki her hamle, toplumdaki, devletteki tüm tutucu, gerici güçlerin tepki ve direnmeleri ile karşılaştı.  

            Demokratikleşme, bir boyutuyla, Türkiye’nin siyaset ve düşünce alanlarının “yasaklanan akımlara” açılmasıyla ilgilidir. 1946-1960 yıllarına damgasını vurmuş olan iki “yasaklı” akım söz konusuydu: Komünizm ve irtica… İrtica, resmi çevrelerce, “heykel kırma” gibi sembolik eylemlerle ortaya çıkan; marjinal tarikatlarla sınırlı  bir aykırılık olarak yorumlanıyor; kovuşturmalar  sınırlı tutuluyordu.   Buna karşılık önceki yıllardaki ağır baskıların “anti-komünizm” saplantısına, önceliğine dayandığını; bunun sanat, bilim, yayın, siyaset alanlarındaki ağır yansımalarını biliyoruz.

            Bu nedenle demokratikleşme, büyük ölçüde, sol, sosyalist, devrimci düşünce ve akımların ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin genişletilmesi ile gerçekleşti.

            Bu mücadelede ödenen bedeller, özetlenemeyecek kadar ağırdır; uzundur. Sosyalist partilerden (TİP’ten) başlayıp, sola dönük sendikalaşmaya (TÖS’e, DİSK’e) uzanan şiddet ve engellemelerin uzun listesi;  1969 Kanlı Pazar, 1 Mayıs 1977 kıyımları; sosyalist, devrimci dergileri, kitapları, yapıtları yayımlayan, çeviren, kaleme alan arkadaşlarımızın tutuklulukları, hüküm yemeleri; 12 Mart darbesinin şiddet ortamı içinde öldürülen, idam edilen gençler,  öğrencilerimiz, Mamak askeri cezaevinde yargılanan meslektaşlarımız; Kahramanmaraş ve  Çorum katliamları; devletin resmî ve emperyalizmle bağlantılı  “derin” katmanlarınca oluşturulan, desteklenen çetelerden kaynaklanan kanlı çatışmaların bilançosu…

            Ne var ki, bu baskı ve şiddet ortamı Türkiye’nin demokratikleşme sürecini engellemedi. Yirmi yılın kazanımları da özetlenemeyecek kadar uzundur.  1961 Anayasası’nın güvenceleri altında hukuk devletinin  temel kurallarının yerleşmesine değinmekle yetinebiliriz.  Anti-demokratik eğilimleri ağır basan sağcı hükümetler uzun yıllar Türkiye’yi yönetti. 1971-73’ün sıkıyönetim dönemi hariç, bağımsız yargı, yürütmenin keyfî, ayrımcı, yasakçı   uygulamalarını frenledi; zaman zaman engelledi. 12 Mart rejimi, bu nedenle de kalıcı izler bırakmadı.

            En önemli gelişmelerden biri, 1960 sonrasında Türkiye halk sınıflarının hızla örgütlenmesi ve bu sürecin bölüşüm ilişkilerine yansımasıdır. 1970’li yılların ortalarında Türkiye’de sendikalaşma oranı, %50 eşiğini ve bazı Avrupa ülkelerini geçti. Hızlı büyüme yıllarında ücretlerin payı istikrar kazandı; 1980 arifesinde hızla tırmandı. Tarımda üretici birlikleri köylü çıkarlarını siyasete taşıdı;  tarımsal destekleme yaygınlaştı; çiftçinin eline geçen fiyatlar göreli olarak yükseldi.

            Bu gelişimler siyaset haritasına da yansıdı. Geleneksel “yasaklı akımlar” meşru siyasete katıldı. Siyasî İslam, parlamenter mücadeleye öncülük verdi. TİP, sosyalizmi TBMM’ye taşıdı. 12 Mart darbesinden sonra Ecevit’in CHP’si, bir boyutuyla geleneksel aydınlanmacı (Cumhuriyetçi) değerlerini koruyacak; bu kimliğin ilerici bir yorumuyla demokrasi kültürünün ana öğelerini özümseyecek; halk sınıflarının ekonomik, sosyal taleplerine de açılacaktı. 1973 ve 1977 seçimlerinde emekçi oyları, geleneksel sağ siyasetten koptu; “Cumhuriyetçi sol”u temsil eden CHP’yi birinci parti yaptı.

          Parlamento dışı sosyalist solun yükselmesini de vurgulamak gerekir. 1960 sonrasında öğrenci hareketleri içinde filizlenmiş olan devrimciler, 12 Mart rejiminin yıkımını farklı akımlar içinde örgütlenerek hızla aştılar. Fabrikalarda, madenlerde, sendikalarda, üretici örgütlerinde işçilerin, köylülerin mücadelelerinin içinde yer    almaya başladılar. Aşırı sağ ve derin devletle çatışarak kent varoşlarını, Anadolu kasabalarını, mahalleleri, köyleri,  sloganları ile “tapuladılar”.

          1970’li yıllar  son bulurken, Türkiye siyasetinin ideolojik yelpazesi geleneksel Avrupa şablonuna yaklaşmaktaydı: Küçük mülk sahiplerinin gelecekten ürküntüleri üzerinde gelişen, geçmişe bakan, tutucu (Türkiye koşullarında İslamcı-milliyetçi) sağ; sermayenin çeşitli katmanlarını ve belli orta sınıf çevrelerini temsil eden orta-sağ, kentli “diplomalılar” takımını ve işçi-köylü sınıflarının bir bölümünü temsil eden Cumhuriyetçi sol ve emeğin diğer katmanlarıyla radikal aydınları kucaklayan sosyalist sol

          Daha da önemlisi, bu ayrışma içinde bir bütünüyle sol akımlar yükselmekteydi. 1973-1979 arasında siyasi İslam’ı temsil eden MSP’nin oyları %12’de %9’a düşmüştü. CHP ise seçmenlerin (“Müslümanların”) %41 eşiğini aşan oylarıyla iktidara gelmişti. Ecevit, uluslararası sermayenin programını Türkiye’ye taşıyan IMF reçetelerine direnmekteydi. Sermayenin baskısıyla gerçekleşen hükümet değişikliği bu programın hayata geçirilmesine imkân vermiyordu; zira sosyalist solun etki alanı içindeki emekçi örgütleri sert bir direnme göstermekteydi. Parlamento içindeki ve dışındaki sol siyaset, Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olmaktaydı.

          12 Eylül rejiminin sınıfsal-tarihsel işlevini bu çerçeve içine yerleştirebiliriz. Darbenin iki stratejik hedefi vardı: Türkiye’yi neoliberal dönüşüm aracılığıyla emperyalizmin hegemonyasına kayıtsız-şartsız bağlamak ve Cumhuriyetçi/sosyalist solun Türkiye siyasetindeki etkisine, ağırlığına kalıcı olarak son vermek…

          İkinci hedef, önce sıkıyönetim, sonra da 1982 Anayasası  ve uzantıları ile gerçekleşti. Sıkıyönetim uygulamaları, sosyalist muhalefeti tüm örgütleriyle, kadrolarıyla yok etti. Bu tasfiyenin halk sınıfları saflarında yaratacağı boşluk nasıl doldurulacaktı? 12 Eylül rejiminin İslamcı söylemlere yönelmesi tesadüf değildir. İslamcı siyasetten gelen Turgut Özal’ın ABD tarafından ısrarla desteklenmesi de tesadüf değildir.

          1980’li yılların sonunda siyaset haritası yeniden çizilmeye başlayacaktı. Bu yeni ortamda halk sınıfları sola mı, siyasî İslam’a mı yöneleceklerdi? 12 Eylül ve Özal yıllarının emek karşıtı politikalarını eleştiren   Erdal İnönü’nün SHP’si,  1989 yerel seçimlerde birinci parti olmuştu. Ne var ki, on yıl önce halk muhalefetini parlamento-dışında temsil etmiş olan sosyalist sol yok edilmiş; Cumhuriyetçi-parlamenter sol öksüz kalmıştı. SHP, sınıfsal muhalefet yönelişini 1991’de terk etti; seçmen tabanının emekçi bileşenleri   erimeye başladı.

          Halk muhalefetini temsil işlevi, böylece, siyasi İslam’ın ana partisi ve cemaat-tarikat grupları tarafından devralındı. 1980 öncesi devrimcilerinin örgütlenme yöntemlerini uyguladılar. Cumhuriyetçi direnme mevzileri adım adım aştılar. Türkiye halkı, AKP-Cemaat koalisyonunu     iktidara taşıdı.

***

            Yarım yüzyıl öncesine uzanan bu panorama, bence, Türkiye’de sol, siyasi İslam ve demokratikleşme arasındaki ilişkilere ışık tutabilir.

            Liberallerle tartışacaksak, demokratikleşme konusunda farklılıklarımız olacaktır. Onlar, temsilî demokrasinin ödünsüz savunucularıdır. Önemli bir bölümüne göre bu ilke, Müslüman bir ülkede siyasî İslam’ın iktidarı anlamına gelecektir. Bu iktidar, çeşitli etkenlerle engelleniyorsa, demokrasi eksik, arızalı olacaktır. Bu muhakeme çizgisini, Müslümanlık / siyasî İslam ayrımı yapmadığı için yukarıda eleştirdim.

            Yakın geçmişte kaderleri birlikte seyretmiş olan Cumhuriyetçi ve sosyalist solun demokrasi anlayışı, liberallerin ötesine gider.

            Cumhuriyetçi sol, öncelikle aydınlanmacıdır; bu nedenle dinsel yobazlığa ve Ortaçağ  kurumlarına karşıdır.  Bu özellikleriyle eleştireldir; akılcıdır; plüralisttir. Dolayısıyla özünde demokrattır. Anti-demokratik savrulmalardan arınabileceğini göstermiştir.

            Sosyalist sol ise, aydınlanmacı geleneğin son uzantısıdır. Temsilî demokrasiyle kavgalı değildir; ama doğrudan demokrasinin genişlemesinde ısrarlıdır. Bu nedenle, emekçi örgütlerinin, şuraların, halk meclislerinin siyaset sürecine eklemlenmesini; (bir anlamda “halk demokrasisi”ni) benimser. Nihaî olarak devletsiz/sınıfsız bir toplumu hedeflediği için, ilkesel olarak sonuna kadar (sınırsız) demokrattır.         

            Türkiye’nin son 65 yıllık tarihi içinde sosyalist sol ile siyasî İslam’ın kaderleri zıt yönde seyretmiştir. Cumhuriyetçi ve sosyalist solun birlikte yükseldiği dönemler (1960’ı izleyen yirmi yıl) demokratikleşmeyi genişletmiştir. 1980 ve sonrasında ise, sosyalist solun gerilemesi İslamcılığın yükselmesine yol açmış; Türkiye, adım adım faşizmin eşiğine gelmiştir.