Eski bir 'arka bahçe'den...

Günlerden Perşembe, vakit sabah.

Bilgisayarın başına yeni geçmişim. Yeni bir yılbaşı geçmişi hatırlattığı için, niyetim, geçmişten, bu arada kendi geçmişimden bazı alıntılarla yazmaya başlamak. Çünkü birkaç gün önce eski bir mektup bulmuşum. 1982 yılbaşında yazılmış, ama tamamlanmamış, dolayısıyla da gönderilmemiş bir mektup. 

Gönderilmemiş mektupla seslenmek istediğim kişi öleli aradan epey zamanlar geçmiş. O, yok artık. Mektup, kimsesiz kalmış. Kafamda ise birkaç gündür herhangi bir ‘arka bahçe’yi çağrıştıran imgeler dolanmakta. Burada ve kafamda anlaşılması gereken arka bahçe, bir takım düşüncelerin, duyguların gözlerden uzak yoğrulup harmanlandığı, dış dünyada tam olarak seslendirilememiş sevgilerin kuytuluklarda fısıltılarla dile getirildiği, gözlerden uzak mı uzak bir mekân. İçinde hiçbir kötülüğün filizlenemediği, pek arada sırada buna kalkışan kötülük tohumlarının bir sevginin uçsuz bucaksız arazisinde anında yok edildiği, büyülü bir toprak. Hep yaşamanın ve yaşatmanın sihrini taşıyan bir toprak.

Bugünden geriye baktığımda, çok net görebiliyorum. Ben, hep o topraklarda yetişmişim. Örneğin çevirmenliğim, zaman içersinde o topraklarda şekillenmiş. Dünya edebiyatının bilgelik ve sevgi hazinelerini o topraklardan aldığım güçle sırtlanıp kendi ülkemin diline taşımaya çalışmışım.

Gerçi bu çabam, o topraklarda başlamamış. 82 tarihli bitmemiş mektuptan bir alıntı: “Benim çevirmenliğim, yayınevlerinde, dünya edebiyatının başyapıtları arasında değil, Cağaloğlu’nun arka sokaklarında, noterlere ya da yurtdışına gideceklere tercüme yetiştiren tercüme evlerinin kir pas içindeki arka odalarında başladı. Sen belki bilmezsin, o tercüme evlerinin müşteri kabul edilen ön bölümleri, yani vitrinleri, ışıklı, görece olarak da şık döşelidir; mütercimlerin çalıştıkları arka odalarda ise pencere yok gibidir. Gece gündüz neredeyse tek bir ampulün ışığında çalışılır. Noterlere diploma, nüfus kâğıdı, evlilik cüzdanı gibi belgelerin tercümeleri yetiştirilir. Öyle yerlerdir ki, oralarda Heinrich Böll’lerin, Lukacs’ların, Brecht’lerin, Canetti’lerin düşünü kurmak bile tuhaf kaçar. Çünkü bu düşlerle gerçekler arasında uçurumlar vardır. O yıllarda yapabildiğim en kaliteli (!) çeviriler, ‘Bütün Dünya’ adlı aylık dergi için yaptıklarımdı…”

Sonra, zaman beni bir zamanlar düşlemeye bile cesaret edemediğim adların dünyalarına taşımış. Bir gün – ama aslında yaşanırken hiç de bir gün gibi kısa gelmeyen – bir gün gelmiş, kendimi benim kalemimden çıkma Musil, Zweig, Bachmann, Benjamin, Nietzsche, Broch çevirilerinin yeni sürülmüş, henüz buharı tüten topraklarında bulmuşum. Zweig’ın sonsuz insanlık sevgisinin, Bachmann’ın ölçüsüz, ama bu ölçüsüzlüğü oranında insanca duyarlılığının, peşine düşen kanlı Nazi köpeklerinin içine saldığı ölüm korkusunu yenmenin tek yolunu gece gündüz insanlık için, o insanlığı yaşatmak için düşünce üretmekte ve ürettiklerini kâğıda dökmekte arayan Benjamin’in kendi iklimlerinde elçiliklerini yapabilmenin onuruna erişmişim.

Ama gün olmuş, birileri çıkmış, benim arka bahçe’mi, yukarıda tanımlamaya çalıştığım, hep insan sevgisiyle, insanca çabalarla dolu olan arka bahçe’mi ‘terörün arka bahçesi’ diye tanımlamışlar.

Kim onlar? Tarihe kalacaklar mı?