Empatinin sınırları

İlginç rastlantılar insanı farklı düşüncelere, hatta “empati denemelerine” yöneltebiliyor…

Böyle bir durum 18 Kasım Salı gecesi başımıza geldi. Rastlantı, Merdan Yanardağ’ın son kitabını (Liberal İhanet) okurken ara verip bir film izlememizle ortaya çıktı. Biliyorsunuzdur: Merdan kitabında şu malum AKP yardakçılarını anlatıyor; AKP destekçiliğini nasıl gerekçelendirdiklerini örnekliyor. Tabii hepsini değil de “sol kökenli” olanları, hatta bugün de solda olduklarını iddia edenleri… 

Okurken düşündük: Bu kadarını nasıl yutabildiler? Teorik ve siyasal donanımsızlık mı desek yaşanan süreci okuyamamak mı? Ya da kestirmeden “cehalet” ve “enayilik” deyip geçmek daha mı doğru olur? 

Ama önce “empatiyi” denedik; kendimizi onların yerine koyup “herhalde şöyle düşündüler” diyorduk ki… 

Televizyondaki film başladı. 

***

Bart Layton’ın “The Imposter” (sahtekâr, kendisini başka biri gibi yutturmaya çalışan kişi) adlı filmiydi.

ABD’de 11 yaşında bir çocuk ortadan kaybolur. Üç yıl geçer, çocuktan hiç haber yoktur. Sonra, İspanya’da bir sahtekâr “ben kaybolan çocuğum” diye ortaya çıkar. Birtakım işlemler sonucunda kişinin gerçekten kayıp çocuk olduğuna karar verilir. Ama en önemlisi, ailesi ve yakınları da “Tamam, bu o” derler…

Gelgelelim sahtekâr, kaybolan çocuktan neredeyse on yaş büyüktür. Saçları siyah, gözleri koyu renk, Cezayir asıllı bir Fransız’dır. Anadilinin İngilizce olmadığı da besbellidir. Oysa kaybolan Amerikalı çocuk sarışın, mavi gözlüdür ve ana dili de İngilizcedir. 

Sahtekâr, birileri tarafından kaçırıldığını, üç yıl boyunca ağır işkence gördüğünü, kendisine başka çocuklarla birlikte defalarca tecavüz edildiğini anlatır.  Bu ifadeler üzerine bilimsel tahliller sökün eder: Bunca işkence ve travma sonrasında çocuk anadilini aksanlı konuşmaya başlayabilir… Göz renginin birtakım enjeksiyonlarla değiştirilebildiğine ilişkin deneyleri unutmayalım… Yaşadığı travmanın çocuğu yaşça çok daha büyük göstermesi normal sayılmalıdır vb. 

Uzatmayalım, ustaca çekilen “yarı belgesel” filmdeki en kritik nokta, kaybolan çocuğun özellikleriyle “ben oyum” diyen kişinin özellikleri arasındaki açık benzeşmezliktir. Hani insana “filmin inandırıcılığı açısından sahtekâr rolünü bari kaybolan çocuğa biraz olsun benzeyen birine verselerdi” dedirtecek cinsten. Ancak, kritik nokta buradadır. Yönetmen Layton’ın açık benzeşmezlikle ilgili soruya verdiği yanıttaki gibi: 

“Eğer bir şeyi çok fazla istiyorsanız, onun olmadığına ilişkin tüm kanıtlara rağmen o şeyin olduğuna kendinizi ikna edebilirsiniz…” 

İşte size AKP’nin peşine takılan sol liberallerle “empati” kurma fırsatı…

“Asker vesayetinin son bulduğu, artık ‘darbe’ lafının edilmediği gerçekten demokratik bir Türkiye’yi o kadar istiyor, böyle bir Türkiye yaratacak yapıyı o kadar arzuluyorlardı ki AKP’ye de ‘İşte bu o’ diye sarıldılar…” 

Gerçi AKP’nin kimi bağdaşmazlıkları, yamukları vardı, ama… Kaçırılıp üç yıl çekmediği çile kalmayan bir çocukta nasıl önceden pek düşünülemeyecek değişiklikler olabiliyorsa, 80 yıl ezilmiş, horlanmış, dışlanmış, “çepere itilmiş” bir akımda da benzer arazlar görülebilirdi… 

Yoksa bu oydu, ta kendisiydi… 

***

İkinci örnek gene sinemadan:

Yönetmen Daniel Vigne’in 1982 yapımı “Martin Guerre’nin Dönüşü” adlı filmi de “The Imposter”la benzer bir kurguya sahiptir. 16. yüzyıl Fransa’sında Martin Guerre savaşa katılmış, kendisinden on yıl kadar hiç haber alınamamıştır. Sonra Martin Guerre olduğunu söyleyen biri ortaya çıkıverir. Gerçekten Guerre olup olmadığına ilişkin kuşkular vardır; ama geride bıraktığı karısı “Evet bu Martin” der…

Demesi gerekir, çünkü onun da arzuları vardır…

Özetle,  bir yanda ha bire bastıran arzular, öbür yanda da sahtekârlar varsa, her şey olabilir. 

***

Neticede, Merdan’ın kitabının ardından biri hemen o gün izlenen diğeri ise hatırlanan iki film bizi de tereddüde yöneltti: Acaba “empati” mi kursak? Kendimizi çocuğu kaybolan aile ya da kocası on yıldır ortada olmayan kadına benzer biçimde liberallerin yerine koyup onları anlamaya mı çalışsak?

Ama kısa sürdü; Merdan’ın kitabında ilerleyip başka örnekler de akla gelince filmi falan unuttuk ve yargımızı verdik: 

Ne empatisi yahu? Filmlerdeki karakterler ayrı, ama bu adamlar düpedüz enayi!  

Enayilikle de empati kuracak halimiz yok ya…