Edebiyat kitapta durduğu gibi durmuyor

“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim” diyordu ya Nâzım Hikmet, akarsuyun, meyve çağında ağacın, yüreği sevgi, kardeşlik ve devrim heyecanı yüklü gençlerin düşmanları, sonları yaklaştıkça saldırganlıkları katlanıyor. Haziran Ayaklanmasından beri yükselen umudu ve halkın direncini kırmak için silahlarıyla, yalan makineleriyle, sahte muhalefetleriyle her koldan saldırıyorlar… Buna karşı direniş ve umut da yükseliyor. Daha cesur, daha kararlı ve yaratıcı olacağımız bir döneme giriyoruz. Cesaretimiz ve kararlılığımızın kaynakları tarihsel haklılığımızdan doğuyor. Ümidimizi hep koruyan ve yeni kuşaklara ulaştıran köklü bir ırmak var. Bu ırmağın kitlelere açıldığı vadilerde edebiyatın verimli bahçeleri de yükseliyor.

Ümidimizin ve direncimizin kaynakları arasında gerçekçi edebiyatın biriktirdikleri de var. Sosyalist edebiyatımız, zulüm karşısında yazmayı bırakmayı değil, daha da çoğaltmayı ve yoğunlaştırmayı özgürlüğü bilenlerin emeğiyle bizi bugünlere getirdi. Onların emeğine yeni kuşaklarımızın yeni ve devrimci yazısını ekliyoruz. Bırakanları arkamızda bırakıp yolumuza devam ediyoruz.

Şubat başında yayımlanan “Okuma Yazmanın Izdırapları” kitabımda, Kemal Özer ustamın “Umut Edebiyatı” dediği, gerçekçi ve emekçi bakışlı edebiyatı yeni kuşaklara anlatmaya çalıştım. Şair Mustafa Göksoy arkadaşımın bu kitapla ilgili sorularına verdiğim cevaplar, birkaç ay önce Cumhuriyet Kitap Eki’nde yayımlandı. Bu eki okuma olanağı bulamayan okurlar için bu söyleşiyi buraya almayı yararlı gördüm.

MUSTAFA GÖKSOY -Doğu Kitabevi’nin yayımladığı, “Okuma Yazmanın Izdırapları”, yedi bölüm ve her bölüm kendi içinde önemli bir bütünlük oluşturuyor. Özellikle, ilk bölümün başlığı, “Umut ve Öfke Atlası” derken ne anlatmak istediniz? Ayrıca öteki bölümler için neler söyleyebilirsiniz?

B. SADIK ALBAYRAK - Edebiyatın en temel araçlarından biri kurgudur. Bu yalnızca hikâye ve roman için değil, deneme ve eleştiri için de geçerli bir durumdur. Günümüzde romanlar ve hikâyelerde kurgunun sağlamlığı giderek zayıflarken, romanlar ve hikâyeler gelişigüzel sıralanan olay ve olgular çorbasına dönüşürken, bir eleştiri ve deneme yazarı olarak yazdıklarımda kurguya özen göstermeyi önemsiyorum. Dolayısıyla her eleştiri ve incelemenin kendi içinde bir kurgusu olduğu gibi, bunları birleştirirken, kitaba omurga kazandıran temel bir kurgu oluşturmaya çalışıyorum. “Okuma Yazmanın Izdırapları” böyle bir kurgulama çabasının ürünü olarak yedi bölümden oluşuyor. Kitabı okuyan bir yazar arkadaşım, bu kitabı hangi türe sokacağını bilemediğini söyledi. Eleştiri de var, deneme de var, öyküye kayan anılar var; bilimsel incelemenin çeşitli öğelerini de görebiliyoruz. Bütün bunları kaynaştıracak bir kurgu içinde ilk bölümü “Umut ve Öfke Atlası” oluşturuyor. Adından da çağrışımla söylersem, bu kitap benim yaklaşık 25 yılı geçen yazarlık uğraşımın bir değerlendirmesini, tartışılmasını, günümüz toplumunda edebiyatın yeri ve işlevi üstüne gözlemlerimi içeriyor. Bu nedenle okur yazarlık uğraşımın ilk günlerinden başlayarak bazı anılarımı da yazdım. Bu yolda beni etkileyen, bilinçlendiren, yön veren hocalarımı da anlattım. “Umut ve öfke” yazarlık yolunda beni belirleyen temel çizgiler oldu. Bu bölüm, umut ve öfkenin kaynaklarını, dağlarını ve denizlerini, kitaplarını ve hocalarını, yol haritasını ortaya koyduğu için başlığına “Umut ve Öfke Atlası” diyorum. Ayrıca bu “atlas”ın yalnızca coğrafya kavramı olarak değil, Grek mitolojisinin gökkubeyi sırtında taşıyan Atlas’ıyla da bağını kurabiliriz. Günümüz toplumunda yazarlık, umut ve öfkeyi hiç yere düşürmeden, buna yazgılı bir Atlas gibi, sırtında taşımayı ve insanlarla paylaşmayı gerektiriyor. Öteki bölümlere gelince, uzatmamak için sırasıyla yalnızca başlıklarını vereyim: “İşçinin Sesini Duyuranlar”, “Emekçinin Türküsünü Okuyanlar”, “Bugündeki Tarihi Arayanlar”, “Ayışığında Görünenler”, “Okuma Yazmanın Tuzu Biberi”, “Türkiye Yazarlar Sendikası Kavgası”.

MUSTAFA GÖKSOY -Bu başlıklardan ve yazdıklarınızdan işçi ve emekçilerin ele alındığı edebi eserlere özel bir önem verdiğiniz anlaşılıyor. Günümüz edebiyatında emekçi sınıfların yeterince işlendiğini söyleyebilir miyiz?

B. SADIK ALBAYRAK - Bizim çağdaş edebiyatımız, daha 19. Yüzyıldaki ilk örneklerinden başlayarak, ezilen insanın, yoksulun ve emekçinin sorunlarını ele almıştır. Gerçekçilik geliştikçe halkın, emekçilerin hikâye ve romanlarda daha ustalıkla anlatıldığını görüyoruz. Özellikle Nâzım Hikmet’in açtığı sosyalist gerçekçi yolda yapıtlar veren yazarlar işçi, köylü ve emekçileri romanların ve hikâyelerin baş karakteri yapmışlardır. Bu nedenle kurulu düzenin baskı ve zulmüyle karşılaşmışlar, hapis yatmışlar, sürgünlerde ömürlerini harcamışlardır. Bu, bence edebiyatımızın en değerli yanlarından biridir. Ne yazık ki, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Darbeleri, edebiyatımızın bu yönüne de darbe vurmuştur. Bu darbelerde sosyalist yazarlar hapse atılmakla, kitaplar yasaklanmakla, yakılmakla kalınmamış, özellikle medya ve akademide gerçekçi edebiyatın estetik açıdan değersiz ve modası geçmiş olduğu propagandasıyla yeni kuşaklar gözündeki değeri düşürülmeye çalışılmıştır. “Okuma Yazmanın Izdırapları”nda, edebiyat profesörü Yıldız Ecevit’in 12 Eylül faşist darbesinin, Türk edebiyatına nasıl “iyilik” yaptığını sevinçle yazdığını gösterdim. Bu darbeler Türk edebiyatını toplumsal duyarlıkları ortadan kaldırılmış, postmodernist, ironik, emekçi insanı küçümseyen yazarların, hiçbir estetik ölçüt ve değer tanımayan hegemonyasına açmıştır.

MUSTAFA GÖKSOY - Kitabınızdaki şu saptama, sanıyorum, bunun bir eleştirmene ıstırap verici sonuçlarıyla ilgili: “Gerçekçi yazarlarımızı kaybediyoruz ve gençler arasından gerçekçiliğin klasikleşmiş yapıtlarını okumadan yazarlığa, daha doğrusu yazıcılığa başlayanlar çıkıyor. Devrimci mücadeleye katılan gençler, küçük burjuva yazarların duyarlıklarını edindikleri romanlar, hikâyeler, şiirler okuyarak yola çıkıyorlar.” Milyonları, özellikle gençleri harekete geçiren Gezi İsyanında bu romanların, şiirlerin nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?

B. SADIK ALBAYRAK - Kitapta, “Haziran Ayaklanması Sanatın Neresinde?” sorusunun cevabını arayan incelemede bunu biraz tartıştım. Bu kadar kitlesel, yaygın ve uzun süreli olmasına karşın, Haziran İsyanının sonuç alamamasında genç kuşakların bu küçük burjuva edebiyatın değerleri ve duyarlıklarıyla yüklü olmalarının etkisini görüyorum. Özellikle “İkinci Yeni” olarak adlandırılan şiir akımından etkilenmeleri, bireyciliği idealize eden 12 Eylül sonrası roman ve hikâyelerinin eğitiminden geçmiş olmaları, örgütlenmelerini, daha bütünlüklü siyasi talep ve eylemlerde buluşmalarını güçleştirmiştir. Haziran İsyanı, aklın yıkılması, laikliğin ortadan kaldırılması, toplumsallığın ve doğanın piyasa ilişkileri içinde yağmalanmasına karşı bir kalkışmaydı. Son otuz kırk yıllık egemen edebiyat ise, sözde özgürlükçülük ve neoliberalizm ekseninde büyük ölçüde bireycilik ve toplumsal nihilizm empoze eden bir edebiyattır. Eğer bu dönemde genç kuşaklarımızı etkileyecek yeterince güçlü ve gerçekçi bir edebiyatımız olsaydı, sonuç çok daha başka olabilirdi. Bunu yakın tarihten, 68 Kuşağından örnekleyebiliriz. O kuşağı bilinçlendiren ve etkileyen büyük bir edebi birikim vardı. Başta Nâzım Hikmet şiiri olmak üzere, Köy Enstitülü yazarların romanları ve hikâyeleri, 40 Kuşağının şiirleri, Gorki, Şolohov, Balzac, Sthendal, Jack London benzeri gerçekçi dünya yazarları harıl harıl okunup özümseniyordu. Edebiyat kitapta durduğu gibi durmuyor. Genç kuşaklarla ve toplumla buluşunca heyecan verici sonuçlar doğuruyor.

MUSTAFA GÖKSOY -Bence, geleceğin güzel insanı okurun bilincini perdeleyen bu yazarları unutmayacak. Kavga sürüyor, Gezi Direnişinin ışıltısından yeni aydınların çıkacağını düşünüyorum.

B. SADIK ALBAYRAK - Elbette, Gezi İsyanının sonuç almadığını, söylemek haksızlık olur. İktidarın maskesini alaşağı etmesi bile başlı başına büyük bir sonuçtur. Türkiye’ye yepyeni, özgürleştirici bir iklime açmıştır.

MUSTAFA GÖKSOY -Edebiyat ortamında esetik değer ve ölçütlerin belirsizleşmesinde, insanı nesne durumuna indiren ve emekçileri görmezden gelen hikâye ve romanların yaygınlaşmasında eleştirinin suçu yok mu? Bugün Nurullah Ataç, Hüseyin Cöntürk, Cevdet Kudret, Asım Bezirci gibi üretken ve etkili eleştirmenler olsaydı bu tablo değişir miydi?

B. SADIK ALBAYRAK - Bu konuda haklısınız. Adını saydığınız ustalar benzeri etkili yeni eleştirmenlerimiz pek az. Cengiz Gündoğdu ve onun “Taşkıran” kitabı, postmodernist, küçük burjuva yazıcılarla ciddi bir eleştirel hesaplaşmayı somutluyor. Kendimi de aralarında gördüğüm yeni kuşaktan Osman Çutsay, Ali şimşek, Taylan Kara, Ahmet Yıldız, Kaan Arslanoğlu ve Nihat Ateş’in eleştirel çalışmalarını önemsiyorum. Ancak günümüzde edebiyatın ekonomi politiği değişmiştir. Artık 60’larda, 70’lerde, bir ölçüde 80’lerde olduğu gibi, iyi kötü birbirini izleyen, fikirler ve ortak dünya görüşleri çerçevesinde ayrışan ve tartışan, dergilerde kümelenen yazarların oluşturduğu bir edebiyat ortamı yoktur. Piyasa ilişkileri, büyük sermayeye dayalı yayınevleri eleştirinin sesini kısmış, hatta eleştirinin varlık koşullarını ortadan kaldırmıştır. Bir eleştirmen olarak, “Okuma Yazmanın Izdırapları” derken, böyle bir edebiyat ortamının yol açtığı ıstırabı anlatmak istiyorum.