Deplasmanda siyaset mi?

Türkiye siyasal ve toplumsal ilişkiler açısından son derece karmaşık ve dengesiz bir süreçten geçiyor. Bu karmaşa ve dengesizliğin en somut ifadesini, tüm ülkeyi baştan başa kaplayan yarılma eksenlerinde görüyoruz. Siyasal ve toplumsal alan, birbiriyle uzlaştırılması, bir arada yaşatılması ya da birlikte bulunması olanaksız hale gelmiş yönelim ve eğilim kümeleri arasında yarılmış durumdadır. Bu, sosyolojik boyutları olan, fakat siyasal etkileri açısından da hayli ilginç denklemler yaratan bir verili gerçekliktir.

Bu gerçekliği özgünleştirmeye, yani daha somut ve güncel kavramlarla ifade etmeye kalkışırsak, söyleyeceklerimiz aşağı yukarı şu minvalde olacaktır: Türkiye bir yanında gemi azıya almış bir gericiliğin ve piyasacı otoriterliğin saldırısını şiddetlendirdiği, bir yanında ise toplumun genişçe bir kesiminin bu saldırı karşısında direnmek için çaba gösterdiği, özgürlükçü, seküler, eşitlikçi taleplerin de bu çabaya eşlik ettiği bir kutuplaşma içerisindedir. Söz konusu kutuplaşma, aralarında herhangi bir uzlaşma sağlanamayacak dinamikler de oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bugünün verileri ışığında gözlenmesi mümkün olmayan kimi gelişmeler yaşanmadığı takdirde, Türkiye’nin içerisinde olduğu kutuplaşma hali devam edecektir.

Buraya kadarı işin yalnızca betimleyici kısmıdır ve gerçek toplumsal süreçlere, somut siyasal dinamiklere eğildikçe, söz konusu tablo da hareket kazanacaktır.

Öncelikle, son zamanlarda daha geniş çevrelerce dillendirilen “meşruiyet/hegemonya krizi”nin yalnızca AKP hükümetine ve Erdoğan’ın liderliğine indirgemeyecek nitelikler taşıdığını belirtmeliyiz. AKP ile birlikte Türkiye kapitalizmi ve siyasal rejimi de geniş halk kesimlerini belirli bir konsensüsle kendisine bağlayacak kanalları yitirmektedir. AKP’nin ve Erdoğan’ın alternatifsizliğine yapılan vurgular, sadece burjuva siyasetindeki kıtlıkla ya da beceriksizlikle ilgili değildir. Türkiye kapitalizminin AKP’ye alternatif olarak bulup çıkarabileceği, üç aşağı beş yukarı yeni bir AKP olmak zorundadır. Yani Türkiye kapitalizmi bir alternatif yaratamıyor değildir, ama yaratacağı alternatifin büyük bir farklılık taşımayacağının farkındadır. 

Çünkü Türkiye’de sermaye egemenliğinin siyasal ve ideolojik alanı daralmış, mevcut neoliberal birikim biçiminin gereklilikleri burjuva siyasetinin esneklik ve çeşitlilik kapasitesini sıfıra yaklaştırmıştır. Türkiye kapitalizmi toplumun geniş bir kesiminin özgürlükçü, eşitlikçi veya seküler beklentilerini tatmin edemeyecek ölçüde daralmış, gerici ve piyasacı otoriterliğe angaje olmuştur. Bu anlamda, bir siyasal ve toplumsal dinamik olarak AKP karşıtlığı düzenle barışmak ya da uyumlulaşmak şöyle dursun, nesnel olarak düzenin dışına doğru ittirilmektedir.

Bu daralmanın sonuçları arasında en göze batanı, geniş bir toplumsal kesimin siyaset alanındaki temsiliyetinin azalmasıdır. Ülkenin neredeyse yarısına yaklaşacak ölçüde kalabalık bir toplumsallık, parlamenter sistemin işlevsizliğinin her gün daha da açığa çıkmasıyla birlikte, Türkiye’nin siyasal haritasında kendisine yer bulamamaktadır. Bu anlamda, parlamento aritmetiğinde görünür bir nicelik oluşturmasına rağmen, AKP karşıtı toplumsallık fiili olarak temsil edilmemektedir.

Bu toplumsallığın başlıca talep ve beklentilerinin solun evrensel değerleriyle uyumlu olması, saptadığımız boşluğun doldurulması konusunda ciddi olanakların bulunduğu anlamına gelmektedir. Bu olanağın daha açık ifadesi, Türkiye’yi boydan boya yaran eksenlerin bir kutbunda bulunan ve siyaset alanındaki temsiliyeti giderek yok olan dinamiklerin sola ve ilerici bir mücadele pratiğine açık olmasıdır. Bu potansiyelin, pürüzsüz ve kaçaksız biçimde düzen siyasetine bağlanması, muhtemel bir restorasyon hamlesinin malzemesi haline dönüştürülmesi, elbette mümkün olmakla birlikte, burjuva siyasetinin darlaşması ölçüsünde giderek zorlaşmaktadır.

Solun bu toplumsallığın siyasal temsiliyetini üstlenmesi ve AKP karşıtı mücadelenin öncü kuvvetini oluşturması, bu açıdan hem arzu edilen hem de mümkün olan ihtimaldir. Burjuva sisteminin sıkışma anlarında restorasyon, bir sürpriz değil, kuraldır ve içinden geçtiğimiz dönemde egemen sınıfların planları arasında rejimi yeniden meşruiyet sınırlarına çekecek bir restorasyon girişimi de vardır. Ancak görüldüğü kadarıyla bu plan ne tasarlandığı kadar kusursuzdur ne de hayata geçirilmesi zembereğin boşalması misali kolay olacaktır. Bir restorasyonun başarıya ulaşıp ulaşamaması da solun bu koşullarda geliştireceği stratejiye ve oluşturacağı toplumsal yığınağa bağlıdır.

Bu nedenle, önümüzdeki dönemin temel mücadele başlıklarında solun halkın geniş kesimlerinin beklentilerini de kapsayacak ve fakat bu dinamiği daha ileri hedeflere yönlendirmeyi de ihmal etmeyen somut bir siyasal mücadele hattı kurması gerekmektedir.

Somut ve siyasal sözcüklerinin altı kalın kalın çizilmelidir.

Bu hattın içeriği ve ilkeleri konusunda solun elindeki birikim son derece zengin bir altyapı sunmaktadır.

Siyasetin bir akıl oyunu olduğunu, bu oyundaki kurgunun çeşitli aktörler tarafından hazırlanmış bir “akıllı tasarım” olduğunu değil de toplumsal dinamiklerin ileriye ve geriye açılabilen yollarla dolu olduğunu, planları bozacak ya da tam tersi yöne çekebilecek öngörülemeyen gelişmelerin her zaman devreye girebileceğini, bu anlamda solun egemen sınıfların plan ve tasarımlarını bozabilmek için de toplumsallaşması, gerçek ve somut mücadele başlıklarında örgütlü bir güce dönüşmesi gerektiğini  söylemek gerekiyor.

Yani solun siyasete asılması gerekiyor.

Türkiye’yi ileriye taşıyacak toplumsal dinamikleri siyasetin sahasında yakalaması gerekiyor.

Ve gerçek siyaset alanına girdiğinde kendini deplasmanda hissetmekten vazgeçmesi gerekiyor.