Deneme üzerine birkaç not

Genelde her yaptığımı sorgularım; ama ne tuhaftır, günn birinde deneme üzerine bir şeyler yazmam istenene kadar, neden deneme yazdığım ya da yazdıklarıma neden ‘deneme’ denilmesi gerektiği gibi sorularla hiç uğraşmadığımın farkına vardım.

Deneme türü ile ilk karşılaşmam, Montaigne’i Sabahattin Eyuboğlu’nun o nefis çevirisinden okumamla olmuştu. Onu, Eyuboğlu’nun kendi denemeleri izledi. O ilk turu, Cumhuriyet Aydınlanması’nın öteki temsilcilerinin, Azra Erhat’ın ve Vedat Günyol’un denemeleriyle tamamladığımı anımsıyorum.

Zaman içersinde onlara başka ustalar eklendi. Bizden ve yabancılardan ustalar. Deneme türünün doruklarını Stefan Zweig’la tanıdım. Dilimize neredeyse bütün eserlerini çevirdiğim Ingeborg Bachmann’ın “Roma’da Gördüklerim ve Duyduklarım” başlıklı denemesi, benim için yaşanmışlığın deneme kalıbında dile getirilmesinin en yetkin örneklerinden biri oldu. Sonraki yıllarda ise Nermi Uygur’un denemeleri elimin altından hemen hiç eksik olmadı. Felsefeyi kendi yaşamına doğal bir bilgelik kaynağı niteliğiyle geçirebilmiş ender düşünürlerden olan Nermi Uygur’u okumak, benim için bilginin edebiyatta nasıl damıtılabileceğini somut biçimde görmekle eşanlamlıydı.

Yukarıdaki adlara eklenebilecek daha pek çokları var. Burada eksiksiz bir döküm yapmayı amaçlamıyorum. Belirtmek istediğim sadece şu: Şimdi deneme üzerine kendi görüşlerim diye yazacaklarım, daha önce okuduğum onca ustanın bendeki süzülmüşlüklerinden başka bir şey değil.

Şimdi geriye dönüp “deneme” diye nitelendirilen yazılarıma baktığımda, bunların neredeyse tümünün üstü örtülü bir : “Siz ne dersiniz?” sorusuyla noktalandığını fark ediyorum. Bu, görünüşte en kesin saptamalar içeren yazılarım için bile geçerli olan bir durum. Deneme üslubunda yazarken, hep birilerini bir tutum, bir tavır almaya davetiye çıkarıyorum. Belki de bu nedenledir ki, bana kadar ulaşmış yankıları olmayan yazılarım, gözümde hiçbir zaman yanıt alanlar kadar değer taşımıyor.

Sanırım yazılarımı arada sırada kitaplaştırmam da bu yüzden. Denemelerimi içeren her kitabım, yukarıdaki anlamda bir daha, bir daha davetiye çıkarmak anlamını taşıyor. Denemelerimle sürekli bir diyalog arayışı içindeyim, çünkü paylaşılmamış, başkalarıyla tartışılmamış düşüncelerin kutsal dokunulmazlığı diye bir olgunun benim yaşamımda hiçbir zaman yeri olmadı.

Son yıllarda çok daha fazla yazıyorum. Bu da belki sorgulanması gereken bir nokta. Acaba yetmişli yıllarda neden bu kadar çok yazma ihtiyacı duymuyordum? Türkiye’nin o zamanlarki ortamında insanlar birbirleriyle çok daha yoğun bir düşünce paylaşımı içersindeydiler. Birlikte gidip de sonradan, daha doğrusu hemen aynı gün ya da akşam tartışmadığımız bir film veya tiyatro oyunu yoktu. Bunun gibi, herhangi birimizin okuyup önemsediği bir kitabı sıcağı sıcağına dostlarıyla, arkadaşlarıyla tartışmaması, onlara salık vermemesi gibi bir durum da söz konusu değildi.

Ama yetmişli yılların sonundan bu yana yaşadığımız coğrafyada durum çok değişti. Şimdi düşünme ihtiyacını duyanlar, çoğunlukla Robinson’luğunu yapmak zorunda kaldıkları adalarına çekildiler. Ortamın uğradığı tüyler ürpertici bilgi ve düşünce erozyonu, yetmişli yılların üretken paylaşım ortamlarını yıkıma sürükledi. Aslında en nefret ettiğim bir söylemi kullanacağım: Bizim gençliğimizde birlikteliklerimiz, kalabalıklaşmalarımız amaçlıydı; her birlikteliğimizin ardından, neredeyse doğal bir içgüdüye uyarak, birlikte olunan zaman içersinde kafaca ne kazanmış olduğumuzun hesabını kendimize verirdik. Artık bu bağlamda üretkenliğini yitirdi diye dağılmış nice gruplaşmaları anımsıyorum. Onların yerine, düşüncenin canlılığını henüz koruduğu başka beraberlikler kurulurdu.

O ortamların yerini şimdi beraber olmak için birlikte olmak aldı; çevremde hafta sonlarında, kalabalıktan doğru dürüst dans etme olanağı bulunmasa bile, sırf kalabalığa karışmak için diskoteklere giden üniversiteli ya da yüksek öğrenimini bitirmiş gençler var. Kalabalığa karışıp dağılan, böylece birlikte vakit geçirmeyi de kazanç sayan gençler.

Her neyse, ortam böyle ıssızlaşınca, insandan insana diyaloglar kesilince, düşünmenin sürekliliğine ket vurmamak için kaleme daha çok sarılmaktan başka çare kalmıyor. Ve bu koşullar altında yazılan denemeler, bir başka bakımdan da deneme niteliğini alıyor: Düşünce yoluyla belki hâlâ birilerine ulaşabilmeyi denemek gibi...

Son yıllarda yazdıklarımı kitaplaştırmaya hız vermemin yukarıdakilerle bağıntılı bir nedeni daha var. Sanıyorum diyalog arayışlarımda Ben’i artık yavaş yavaş devreden çıkarmaya başladım. Belki, diyorum, bugün artık kurulamayan ve insandan insana uzanan diyaloglar, benim fizik varlık olarak içinde yer almayacağım, gelecekteki bir zaman parçasında yeniden kurulabilir; hani olur ya, o zamanların insanları da bugün yazılmışlardan yola çıkarak bir yerlere gidebilirler.

Belki bu da bir tür denemedir, kim bilir!