Bu ülke bizi öldürmek isteyenlerin değil

Dünkü yazısında Özgür Savaşçıoğlu Tezer Özlü’nün “burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” sözünü hatırlatarak itiraz ediyor, bu ülkeyi sahiplenmeyi öneriyordu.

Tezer Özlü’nün edebi yaratıcılığı da cümlesinin kıymeti de benim değerlendirebileceğim bir konu değil. Ancak Özlü’nün sözlerindeki duygu durumunun politikleşmesi ve bu topraklarda yaşayan devrimci ve solcuları tanımlayan bir özellik haline gelmesi hakkında üç beş kelam etmek mümkün.

Özellikle 12 Eylül ve hemen ardından gelen ağır baskı koşullarında devrimcilerin ve sosyalistlerin bu ülkeyle kurduğu bağın sürdürülmesini imkansızlaştıracak her şey yapılmıştır. İdamlar, işkenceler, sürgünler, hapis cezaları, faili meçhuller; bu listeyi daha da uzatabiliriz.

Bu tür örneklerin politik sonuçları kadar travmatik etkileri de ciddiye alınmalıdır ve esasında Özlü’nün cümlesinin giderek kolektif bir ruh haline dönüşmesinde böylesi bir deneyimin payı olduğu da inkar edilemez. Türkiye solunun insanları, 60 ve 70’li yıllarda resmi bayramlarda bulundukları ilin protokol heyetine katılıp törenlerde anıtlara çelenk bırakırken, kısa bir süre sonra başta bayrak olmak üzere Türkiye ile özdeşlemiş her tür simgeden tiksinir bir hale gelmiştir ve bunda Kürt halkına çektirilen zulme tanıklığı ile birlikte 12 Eylül zindanlarında yaşadıkları belirleyici olmuştur.

Bu anlamda, 12 Eylül’ün ve ardından gelen baskı döneminin en büyük zararı da Türkiye solcusu ile ülkesi arasındaki bağı koparmış ya da zayıflatmış olmasıdır diyebiliriz. Türkiye solcusu, tümüyle haklı gerekçelerle, ama yanlış bir çıkarsama ile ülkesine küsmüş, ülkesinden kaçmış, ülkesinden tiksinir hale gelmiştir. Türkiye’nin devrimcilerini Türkiye ile kurduğu bağlarından koparmak, paradoksal biçimde işkencecilerin, cuntacıların, darbecilerin istediğidir oysa.

Üstelik sadece 12 Eylül’de değil, 1921’de de bu böyledir. Mustafa Suphi ve yoldaşları, alçakça bir pusu ile katledilip Karadeniz’in azgın sularına gömülürken, yok edilmek istenen komünistlerin bedeni değildir. 1921’deki kanlı katliamla başlayan  süreçte, burjuvazi sürekli bir biçimde devrimciler ile ülkeleri arasındaki bağı yok etmeye çalışmıştır. Burjuvazi ısrarlı bir biçimde komünistlerin ve devrimcilerin Türkiye ile bağlarını koparmaya, bizlerin varlığını ve mücadelesini kökü dışarıda bir komplo olarak göstermeye uğraşmıştır.

Dolayısıyla, ortada ideolojik bir saldırı vardır ve bu saldırıya verilecek yanıt ülkemizi bizi öldürmek isteyenlere teslim etmek değil, sahiplenmek, devrimcilerin ve komünistlerin bu toprakların öz evladı olduğunu yılmadan dile getirmektir. Zordur, acı vericidir hatta; ama kaçınılmaz ve bir o kadar da zorunludur. Çünkü ayağını bu topraklara, bu toprakların ilerici değerlerine basmayan bir solun başarı şansı yoktur.

Sadece bu kadar da değil. Türkiye’nin devrimcileri ve komünistleri ülkeleriyle duygusal bir bağ kurmakla yetinemeyecek durumdadır. Bu bağın alabildiğine politikleştirilmesi, politik bir içeriğe kavuşturulması gerekmektedir. Çünkü değindiğimiz saldırının bir sonucu da bir tarih bilincinin unutturulmasıdır.

Türkiye’de sol hareket, uzunca bir süredir, bu ülkedeki ilerici birikimin kendi eseri olduğunu, kendi çabalarının bir sonucu olduğunu unutmuş görünmektedir. Bu nedenledir, laikliğe ya da kamuculuğa sahip çıkılmalı dendiğinde, sanki kendi eserine değil de bir başkasının malına sahip çıkılıyormuş gibi hissetmesi.

Oysa bu ülkenin tarihinden solu, devrimcileri, komünistleri çıkardığınızda ne laiklik kalır elinizde, ne kamuculuk, ne bağımsızlıkçılık, ne de ilericilik.

Bu kavramlar Türkiye’nin burjuva devrimi sırasında tedavüle girmiştir elbette, ancak aradan geçen yıllar boyunca sermaye sınıfının bir türlü gömemediği, bir türlü yok edemediği değerler haline gelmesinde devrimcilerin ve komünistlerin çabasının payı büyüktür.

Türkiye solu ise, toplumdaki ilerici değerlerin kendi eyleminin ve mücadelesinin ürünü olduğunu unutmuş görünmektedir. Bu unutuş, bir yandan söz ettiğimiz duygusal kopuşun nedeni, bir yandan da sonucudur. Gelinen noktada bu unutuşun önem kazanan bir başka boyutu ise, topluma ektiği tohumları unutan solun, derin bir özgüven sorunu yaşar hale gelmesidir. Ülkesinin, topraklarının değerlerinde kendi payını görmeyi unutan sol, kendisini bu ülkeye bağlayan, bu ülkeyi kendi ülkesi kılan, kendisi ile ülkesi arasındaki bağı sağlamlaştıran kaynakları da görememekte, kendisini bu ülkeye ait hissedememektedir.

Edebi bir deyiş olarak değilse de bir duygusal-politik tutum olarak Türkiye solunun insanları, bu ülkeyi kendisini öldürmek isteyenlere teslim etme eğilimindedir.

Bu süreçte 12 Eylül’ün özel bir rolü olduğunu belirtmiştik. Ancak Türkiye 12 Eylül’le açılan dönemi Haziran ile birlikte kapatmıştır. 2013 yazının görkemli halk hareketi, 12 Eylül döneminin sonunu getirmiştir. Ve Haziran, Türkiye solunun insanlarına ülkeleriyle barışmak için yepyeni bir fırsat vermiştir.

Haziran Direnişi, bu ülkenin ilerici birikimini, onu toprağa eken Türkiye solunun büyük uğraşları sonucunda hayatta kalabilmiş ilerici birikimi yeniden hatırlatmış ve bu tohumun tuttuğunu göstermiştir. Haziran’da sokakları dolduran milyonlar, sadece gerici diktaya karşı direnmemiş, aynı zamanda Türkiye soluna unuttuklarını hatırlatmıştır. Haziran, Türkiye soluna, Türkiye’de bir sol damar olduğunu, üstelik de bu damarı yıllarca solun beslediğini anımsatmıştır.

Öyleyse solun zaman zaman yeniden ürettiği yabancılık, yalnızlık ya da dışlanmışlık psikolojisinin sürdürülmesinin anlamı da yolu da yoktur.

Türkiye solu, ülkesine aidiyetini üstlenmeli, ülkesine sahipliğini göstermelidir.

Burası bizi öldürmek isteyenlerin değil, bizim ülkemizdir diyebilmelidir.

Çünkü bu ülkeyi kurtaracak olanlar, gerçek sahipleridir.