Bizim çocuksu masumiyetimiz

Geçen yazıda, modernizmin tükendiği ve solun da içine hapsolduğu yenilgi psikolojisinden kurtulamadığı bir dünyada, ilerici toplumsal düşünce ve hareketlerin bir tür naiflik ve sempati yaratmanın ötesine geçmekte zorlandığını söylemiştik.

Kast edilen, elbette, radikal düşüncenin ortadan kalktığı, toplumsal mücadeleler ve direnişlerin sönümlendiği değildi. Ancak anlık patlamalar veya yükselişler dışında, solun geniş kitlelerle kurduğu bağın, tutarlı ve uzun soluklu olamadığı, yarattığı beğeni ve takdirin ötesinde kalıcılaşmış bir ilişkiye dönüşemediği de bir gerçek.

Türkiye’de son birkaç on yılın en olağanüstü ayaklanmasının ardından, solun örgütsel ve siyasal açıdan neredeyse hiçbir somut gelişme gösterememiş olması, söz ettiğimiz durumun bir göstergesi.

Üstelik bu durum sadece Türkiye ile sınırlı da değil. Dünyanın dört bir yanında bir anda yükselişe geçen ve çok hızlı biçimde güçlenen kitlesel hareketler, ardında solun yerleşik bir güce kavuştuğu bir manzara bırakmıyor.

Evet, bu mücadele ve direniş uğraklarında geniş kitlelerle sol arasındaki mesafe hayli daralıyor, solun ideolojik ve kültürel gelişkinliği kitlelerin söylemini besliyor, nihayetinde ilgili hareketlilik açık bir sol karakter de kazanıyor; ancak, buraya kadar. Sonrasında, ne sol güçlü toplumsal bağlar edinmiş biçimde kitleselleşmiş oluyor ne de geniş kitleler kendilerini solun örgütlü pratiğinin bir parçası olarak tanımlıyor.

Solun kitleler nezdindeki itibarı, inandırıcılığı, güvenilirliği ve cazibesi, bir tür naifliğin ve sempatinin, “mahallenin temiz gençleri” olarak görülmenin, hep doğruları söyleyen bir çocuk sevimliliğinin ötesine geçmeye yetmiyor.

Bu sorunun farkında olunmadığını söylemek mümkün değil. Değişik başlıklar ya da niyetlerle de olsa, solun önemli bir kesimi söz konusu sorunu nasıl aşacağını tartışıyor, yol arıyor.

Kuşkusuz, bu tartışma ve aranış gerekli ve ilerleticidir. Ancak sıkıntı, tartışmayı yürütme biçimini belirleyen çeşitli yatkınlıklardır. Daha açık bir deyişle, bir kesim açısından tartışmanın özü eldeki birikimin tümüyle rafa kaldırılmasına gelip dayanmasıyken, bir başka kesim açısından da kafayı kuma gömüp ezberde ne varsa onu terennüm etmeye indirgenmesidir.

Oysa her yanlış, bir doğrunun abartılmış halidir.

Bugün solun düşünce ve pratik alanında bir yenileşmeye ihtiyacı olduğu ne kadar doğruysa, bu yenilenmenin koşulunun mevcut birikimi terk etmeye indirgenmesi, bir doğrunun abartılarak yanlışa dönüştürülmesi anlamında, yanlıştır.

Bugün solun daha ileri ve etkili bir konuma sıçraması için gerekli olan enerjinin bir kısmının eldeki birikimde olduğunu söylemek ne kadar doğruysa, tüm sorunların yanıtlarını ezberlenmiş cümlelerde aramak, yine bir doğrunun abartılarak yanlışa dönüşmesi anlamında, yanlıştır.

Ve yukarıda sayılanlar kadar yanlış olan bir başka tutum da, iki yanlış arasındaki orta noktayı bulmanın doğru olduğunu sanmaktır. Yani, bir taraftaki yenilenme ile diğer taraftaki korunma dürtüsünün basit ortalamasını almak, solun acil ve hayati sorunlarına bu tür bir dengecilikle çözüm aramak, uçlaşan tutumlardan daha az yanlış değildir.

O halde, ne yapacağız? Yapılması gereken, “üç tutam yenilenme ile 5 parmak korunmayı güzelce karıştırıp” diye giden cümleler kurmak yerine, sorunun tarifini, niteliğini, bağlamını, yani sorunsalı değiştirmektir.

Uçların, yenilenme ya da korunma kaygısıyla mahkum olunan yanlışların üzerine yürümek için de öncelikle sorunsalın dönüştürülmesine ihtiyaç var çünkü. Ne kadar, nerede veya ne için yenilenmeye ihtiyaç duyduğumuzu, nasıl ve hangi başlıklarda koruma çabasına girmemiz gerektiğini belirleyecek olan, yeni bağlamı içinde tarif edilmiş sorunsalın kendisidir. Sorunsalın saptanması, tartışmanın koordinatlarını ve menzilini, araçlarını ve tarzını, hedefini ve yönünü belirleyecek olan gerçek zemindir.

Dolayısıyla, yenilenme veya korunma yönündeki tercihler, tartışmanın hareket noktası olarak değil, uygun bir noktadan başlatılan tartışmanın sonuçları, hatta ara sonuçları olarak düşünülmelidir.

Böylesi bir tartışmanın hareket noktası, yani yukarıda sorunsal olarak adlandırdığımız bağlamı ise solun etkin ve toplumsallaşmış bir siyasal özne olmasının imkanları ve koşullarıdır.

Bu tartışmayı açmak için bu yazıda yerimiz kalmadı. Ancak solun geniş kitleler nezdinde sahip olduğu naifliğin ve sempatinin, imkanlar ve koşullar açığa çıktığı anda etkin ve toplumsallaşmış bir güce dönüştürülememesi, hala dönüştürülemiyor oluşu gündemimizdeki yerini koruyor.

Eğer içinden geçtiğimiz dönem kapitalist dünyanın çok boyutlu bir krizini işaret ediyorsa, artık çökelti halini almış sermaye uygarlığı ve kültürü büyük ölçüde tıkanmışsa, toplumlar solun hazır olmasını beklemeyip kendi başlarına ve kendi bildikleri yollarla saldırılara direnmeye çalışıyorsa, yani imkanlar ve koşullar açığa çıkmışsa, Gramsci’nin sözleriyle söylersek, görevlerin yerine getirilmesi ödev haline gelir, irade ise özgürleşir.

Yüklendiği iddiaların birer ödeve dönüştüğünü, iradesinin ise özgürleştiğini bilince çıkaramadıkça, solun naifliğin ve sempatinin ötesine geçmesi; etkin ve toplumsallaşmış bir siyasal güce dönüşmesi hayaldir.

Solun çocuksu masumiyeti ve samimiyeti, tartışma götürmez bir gerçektir.

Naif ve sempatik bir sol, bu haliyle bile yine soldur ve yine de iyidir elbette.

Tıpkı geçen yazıda söz ettiğimiz, dış dünyasıyla ilişkisini onu izlemek/gözlemek/kahretmek üzerine kuran, çökmekte olan bu dünyanın iniltisiyle ağır ağır uyuşan, bir bankta otururken çevresini duyarlı ama tesirsiz bir tebessümle seyre dalan insanın iyi bir insan olması gibi.

Ve sol, tıpkı o insan gibi, bu dünyanın ve kendi dünyasının köktenci ve özgürleştirici eleştirisine, devrimci ve yıkıcı bir atılımın hayata geçirilmesine muhtaçtır.