Bir yineleme: Kurumlaşma bilinci ve bireylik

Geçen haftaki “ACKA’nın Gerçek Başarısı” başlıklı yazımda, sözü daha fazla uzatmamak için atölyemizdeki kurumlaşma bilinci üzerinde yeterince duramamıştım. Bu hafta bu eksikliği gidermek için eski tarihli bir yazımdan alıntı yapıyorum.

Toplumsal hedeflere değgin olarak kurumlaşma ya da örgütlenme ihtiyacı, ülkemizde sivil toplum düzleminde gittikçe daha çok algılanıyor ve önemseniyor. Bu, toplumumuzun politikleşmesi bağlamında çok olumlu bir gösterge. Çünkü toplumsal hedeflere yöneliş, en büyük güç kaynağını örgütleşme yoğunluğunda bulur. Örgütleşme yoğunluğu kendini bir kez gösterdikten sonra da sıra, kurumlaşma bilincinin olabildiğince kök salabilmesi için gerekli önlemlerin alınmasına gelir. Çünkü örgütlenme, her zaman süreklilik hedefini de beraberinde getiren/getirmesi gereken bir olgudur.hangi alanda olursa olsun, örgütlenme bir kez ortaya çıktıktan sonra gelecekteki zamanın ihtiyaçlarını karşılayabilmek için elbet değişim süreçleri yaşayacaktır. Ama bu süreçler, bir kez dünyaya gelen insanın hayatı boyunca geçirmesi zorunlu değişimler kadar doğaldır.

Bu bağlamda ‘kurumlaşma’, örgütlenmenin sürekliliğinin en temel güvencesidir; ‘bireylik bilinci’ kavramı da tam bu noktada, başka deyişle böyle bir güvencenin hiç zayıflamaması için önem kazanır. Çünkü örgütler, bireylerden oluşur, ve örgütlerin kurumlaşabilme güçleri de bireylik bilincinin sağlıklı gelişebilmesinden doğrudan bağımlıdır.

Bireyin herhangi bir örgütlenmeye dahil olması, daha o örgütlenmenin kapısından içeriye adımını atar atmaz bundan böyle topluluk adına gerçekleştireceği veya gerçekleşmesine katkıda bulunacağı bütün girişimler bağlamında kendi adını, kendi Ben’ini kolektifin potasında eritebilmesini koşul kılar. Bu koşulun gerçekleşebilmesi, Ben’lerin Ben’lerini ortak girişimin gerekli kıldığı noktalarda ad olarak gerilerde tutabilme güçleri ile doğru orantılıdır. Adı ve amacı ne olursa olsun (bir siyasi parti, bir atölye, bir sanat kuruluşu vb.); parçası olduğum bir kolektif, benim için aynı zamanda şu veya bu biçimde adımın reklamını yapabileceğim bir zemin ise, böyle bir zaafımı algıladığım anda, onu yok edemiyorsam eğer, kolektif adına en yararlı girişimim kendimi oradan geri çekmek olabilir.

Son zamanlarda atölyemizin (ACKA’dan söz ediyorum) birkaç ayda yakaladığı başarı çizgisi üzerinde düşünürken, yukarıdaki saptamaları sıkça hatırladım. Bugün vardığımız noktada bu atölyenin kurulması için ilk adımı kimin attığı, üyelerimizin tamamı açısından önem taşımıyor. “O adımı ben de atmış olabilirdim…” tarzında bir düşünce, sanırım artık hepimizin ortak inancı ve ilkesi. 

Biz, atölyemizde bu inancı ve ilkeyi yerleştirmeyi başardık.

Zamanını tam hatırlamıyorum. Tek bildiğim, bu ‘yerleşme’ anından başlayarak gücümüzü katladık. ACKA, artık üyelerinin tamamınca sahiplenilen bir kurum oldu. 

Bu bağlamda kişisel diyebileceğim bir mutluluğum yok mu?

Var. Hem de çok önemli bir mutluluk.

Ne zaman atölyeden hava karardıktan sonra çıksam ve sokakta durup bakışlarımı atölyemizin aydınlık pencerelerinde gezdirsem, içimde hep aynı duygu beliriyor : “Şimdi onlar oradalar, ve onlar, bensiz de yapabilirler! Çünkü epeydir yapıyorlar!”

Ülkemizdeki örgütlenmelerde ve kurumlaşmalarda bu mutluluğu hedefleyenlerin ve kendileri için yeterli görenlerin sayısı arttıkça, sivil toplumu güçlendirme çabalarımızın çok daha üretken olacağına inanıyorum…