Bendeki Erdal Öz...

Gece ile sabahın buluştuğu bu saatlerde, bendeki Erdal Öz’ü düşünüyorum.

Öleli on yıl olmuş. 6 Mayıs 2006.

Yıldönümlerine meraklı olduğumdan değil. On yıllık geçmiş, bir rastlantı sonucu sırtıma çöküyor. Geçenlerde Can Öz’e: “Atölyemizin yeni mekânında eskisine göre çok daha büyük bir kitaplığımız var. Düzenlenmesi bitince oraya ‘ERDAL  ÖZ  KİTAPLIĞI” adını vereceğiz!” dedim.

Çok güzel bir rastlantı, Ahmet Abi”, diye karşılık verdi. “Çünkü içinde bulunduğumuz yıl, babamın ölümünün onuncu yılı!”

Erdal Öz ile tam yirmi yedi yıllık bir dostluk. Ardından onsuz geçen bir on yıl. Bütün kitaplığımı “Erdal Öz Kitaplığı”na bağışladım. Çocuklar torba torba evimden atölyeye taşıyorlar. Yakında tamamlanacak.

Kim derdi ki, ömrüm boyunca en değerli birikimim olarak üzerine titrediğim kitaplarım, bir gün Erdal Öz’ün adını taşıyacak bir kitaplıkta bizden çok sonraki kuşaklara yelken açacaklar!

Her sevilenin ölümü, geride kalanın kafasındaki : “Kim dedi ki!” sorularını çoğaltıyor.

Erdal Öz, bana verdiği sözü tutmadı!

Sanırım Tomris Uyar’ın ölümünden kısa süre sonraydı.

Bir akşam üstü yayınevindeki odasında karşı karşıya otururken, ona şöyle dedim: “Bak Erdal, bana bir söz vereceksin! En son Tomris de gitti. Çevrem, dostlarım bağlamında gittikçe tenhalaşıyor. Bu tenhalaşmanın sonunda bir yıkıma dönüşmesinden korkuyorum. O yüzden bana söz ver, benden önce ölmeye kalkmayacaksın! Çünkü ona da dayanabileceğimi pek sanmıyorum!

“Tamam”, demişti. Ciddiydi. Çünkü benim de çok ciddi olduğumu anlamıştı. Başlangıcı ve sonu bizim irademizden bağımsız bir akış üzerine konuştuğumuzun elbet farkındaydık. Ama olsun. Ciddiydik.

Sonra o, öldü.

Hastanede yattığı sırada bir akşam, sevgili Seçkin Selvi’nin hıçkırıklarla kesilen bir sesle telefonuma bıraktığı sesli mesajı dinledim: “Erdal, gitti!”

O gecenin ilerlemiş saatlerinde Seçkin’i aradım. Ertesi günü, cenazeden önce, Beyoğlu’ndaki Yeni Melek sinemasında Erdal için bir anma düzenlenmişti. O konuşma sırasında da bir söz verildi. Seçkin ile birbirimize, sinemada karşılaştığımızda ağlamayacağımıza dair söz verdik.

İkimiz de daha karşılaştığımız anda ağlamaya başladık.

Evet, şimdi, yani aradan on yıl geçtikten sonra, gecenin bu ilerlemiş saatinde onu düşünüyorum; yani, bendeki Erdal Öz’ü.

Bende ilk ne zaman oldu, artık hatırlamıyorum. Çünkü onu, yüreğime yerleşmesinden bu yana hep çok yoğun yaşadım; sanırım aradan geçen yılları da neredeyse sıfırlayan bir yoğunlukla. Bu yüzden kaç yıl oldu, tam olarak hatırlayamıyorum. Yirmi yedi olmalı.

Ama onunla zaman, çok iyi geçti.

Çok iyi hatırladığım tek şey, bende olmasından bu yana Erdal Öz’ün hayatımın neredeyse tüm dönüm noktalarına imzasını koymuş olması. Ve bence en önemlisi de bu. Neşelerde ve mutluluklarda beraber olduk. Fakat  asıl ölçü, onun beni hiçbir kötü günümde yalnız bırakmamasıydı. Zaten o yüzden bende olan birkaç kişiden biri. Daha doğru deyişle, hâlâ bende olanlardan. Çünkü aradan çok zaman ve çok insan geçti. Bir zamanlar trenim epey kalabalıktı. Şimdi vagonlar tenha mı tenha. Hatta vagon sayısını bile azalttım. İsteyerek.

Yaşı yetmişe yaklaştığına göre, benden sekiz yaş büyüktü. Ama benden çok sonraya kalacağından emindim. Ender olmakla birlikte, böyle kehanetlerim vardır; geçmişte neredeyse hepsi doğru çıktı. Bu da doğru çıksaydı çok iyi olurdu. Çünkü bugüne kadar fazlasıyla yitirdim. Bir de onsuzluğu taşımak zorunda kalmak, adına hayat dediğimiz akışı sanırım epey gözümden düşürecekti. Üstelik ona yaşamak çok yakışıyordu. Bunu son kez kısa süre önce, hastanede kendim ölümle hayat arasında geçirdiğim saatlerde düşünmüştüm. Bilincim çok açıktı. Kolumda serum, yüzümde oksijen maskesi, boşluktaydım, ama her şeyi algılıyor ve çok iyi düşünebiliyordum.

O saatlerde, bendeki Erdal Öz’ü de düşündüm. Üstelik sadece onu değil, eşi Samiye’yi de.

Çünkü onlarınki, gerçek sevgiydi. Hele sevginin her zaman eylem olduğuna inanmış benim gibi biri için. Ve o saatlerde, bu dünyadan ayrılma olasılığım ortadayken, yaşamayı onlara çok yakıştırmıştım. Kısa süre önce Elias Canetti’nin “Notlar”ının ikinci cildinden bir yer, beynime çakılmıştı : “Kimse geri dönmeyecek, birinin geri döndüğü hiç olmadı, nefret ettiklerin çürüyüp gitti, keza sevmiş oldukların da. Daha çok sevmek, mümkün müydü acaba? Yoksa bir ölüyü daha çok severek hayata döndürmek mümkündü de, daha hiç kimse yeterince sevmedi mi?”

Bu notu okuduğum güne kadar sevgi üzerine çok düşünmüştüm ama, örneğin birilerini daha çok yaşasınlar diye çok daha fazla sevmeyi hiç akıl etmemiştim. Ölüleri geri döndürmek için değil belki, ama yaşayanları daha çok yaşatabilmek için sevmek. Başarılabilir mi bu? Neden olmasın ki? Şimdilerde gözüme bir ütopya gibi gözükmüyor.

O gün,  kalan zamanımda, Erdal ile Samiye’yi çok daha fazla sevmek zorunda olduğumu hissettim, çünkü dediğim gibi, ikisinin de benden sonraya kalmaları, artık en güçlü dileklerimden biriydi.

Bendeki Erdal Öz’e ne zaman baksam, yaşamımın çok önemli bölümlerini bana yansıtan bir aynayla karşılaşıyorum. Telefonda ve karşısında ağlayabildiğim tek insan. Bütün yazdıklarımı kitaplaştıran yayıncı. Dar zamanlarımın karabasanlarını bir anda dağıtabilen eşsiz dost, beni bir hafta aramasa: “Yahu ben seni niye aramadım ki?” diye bana soran biri.       

Evet, bendeki Erdal Öz, en kısa tanımıyla, benim için hammaddesi sevgi olan bir aynaydı ...Ve ne tuhaf, bu hep böyle kaldı. Belki de tuhaf değil. Çünkü yıllar önce sevgili Şükran Güngör, unutulmaz Çehov oyunlarından birini şöyle sonlandırmıştı: “Ölüm, bir hayata son veriyor; ama bir ilişkiyi bitiremiyor…