Başlangıçta din yoktu

Dinlerin uzun bir tarihi vardır. Meraklısına, Dinler Tarihine Giriş’i de katarsak, Mircea Eliade’nin dört ciltlik Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi kitabını öneririm. Din sorununu tarihsel boyutundan koparıp dinci bir çerçevede tartışmaya başlayınca, inancın sorgusuz sualsiz çemberinde sıkışıp kalırsınız. Dinciye göre, din, tartışılmaz kurallar ve sorgulanmaksızın uyulması gerekli şartlar bütünüdür. Din, tarihi çerçevesinden çıkarılıp mutlaklaştırılmıştır. Tarih ve toplum üstü ilan edilmiştir. Bu durumda, sürekli değişim ve akış içindeki yaşam gerçeğiyle dinin ilke ve kuralları uyuşmuyorsa, dinci, nafile bir çabayla dini yaşama dayatmaya çalışır.

Bugün yönetim biçiminde dinin etkisinin baskın olduğu toplumlarda, insanlık bilgisinin ve tarih bilincinin kazandırdığı uygarlık değerlerinden alabildiğine uzak sahneler yaşanır. Dinci bir devlet olan Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da, geçenlerde, “kadınların insan olup olmadığı” tartışılabilmiştir. Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesinde “şehvet fetvalarına” da bakabiliriz. Ya da halk bilgemiz Nasreddin Hoca’ya ilişkin “iki eşlilik” fıkrası uydurularak, ilk öğretim çocuklarına, “iki eşi de nasıl mutlu edebildiğini” öğreten bir “milli eğitim” düzenine nasıl geldiğimizi tartışabiliriz.  

Emperyalizmin yirmi beş yıldır, savaş alanına çevirdiği Ortadoğu’da, IŞİD, El Kaide türünden dinci çeteler, militanlarını dine mutlak bağlılık içinde kitlelerden devşirmektedir. Dinin mutlak değerleri, her türlü yaşamı hiçe sayacak katliamların gerekçesi yapılmaktadır.

Dini tarih içinde yakalamak

Dini, dinci bir çerçevede tartışamayız; öyleyse, dini, tarihi içinde ele almak durumundayız. İnsanlık, topluluk halinde yaşarken, henüz tarım toplumuna geçmeden dinler yoktu. Geçim süreciyle ilgili mitsel ve sihirsel ritüeller vardı, ama bunlara tarihteki ve günümüzdeki biçimleriyle din diyemiyoruz. Dinler, Gordon Childe’ın “Neolitik Devrim” adını verdiği, tarımın geliştirilmesiyle birlikte, topluluktan toplumlara, köylerden şehirlere geçildiği bir süreçte ortaya çıktı. Tarımsal üretim üreticilere kendilerine gerekenden fazla, artı ürün üretmeye olanak yarattı. Artı ürünün doğması, bu ürünün denetlenmesi ve paylaşım sorunlarını da beraberinde getirdi. Devlet, bu süreçte ortaya çıktı. Toplum üretenler ve yönetenler biçiminde ayrıldı. Sınıflara bölündü. Üretim sürecinin denetimi ve artı ürünün paylaşılması sürecinde doğan devlet, düzeni koruyacak ve sürdürecek silahlı orduya dayanır. Ama orduya rağmen, toplumdaki bölünme, sınıf çatışmaları her an patlamaya hazırdır. Bu süreçte yöneten sınıfın ideolojisi olarak din doğdu. Din, yöneten sınıfa haklılık kazandıran öğelerle başladı. Çok tanrılı dinlerde, onların oğlu ya da dünyadaki vekili krallar devletin başındadır. Toplumdaki bölünme ve çatışmalar, tanrılar dünyasında yansımasını bulmuştu. Ama dinde tersine dönmüş biçiminde görünüyordu. Dinin oluşturduğu tasarıma göre, ölümsüz tanrılar arasındaki hiyerarşi ve çatışmalar asıl gerçekti, dünyadaki, onun yansıması biçimindeydi. Bu gerçeklik yitimini ve tersine dönüşü, bugün halk arasında, üzerinde sınırlı ömrümüzü yaşadığımız gerçek dünyanın “yalan dünya” olarak görülmesi ve dinlerin tasarımı ahret’in “gerçek dünya” biçiminde kabul edilmesinde görebiliriz.

Eski Hindistan’da toplum dört kasta bölünmüştü: 1. Brahmanlar, din adamlarıydılar, 2, Kshatriyalar, yöneticiler, askerler, 3. Vaişyalar, tüccarlar, toprak sahipleri, 4. Şudralar, işçiler ve köleler. Bir de kast bile sayılmayan Parya’lar vardı. Toplumun üretici sınıfları Vaişyalar ile Şudralar’ın yarattığı artı ürün Brahmanlar ve Kshatriyalar’ı besliyordu. Bu artı ürünün nasıl pay edileceğine onlar karar verdikleri gibi, dinsel ideoloji üretimiyle de, bu yaşam düzeninin en kutsal ve tanrısal olduğunu alt sınıflara benimsetmenin yolunu bulmuşlardı. 

Akıl mahkemesinde dini yargılamak

Başlarda, insanbiçimli tanrılar ve dinler vardı. Mısır’ın firavunlarının ilk atası tanrı Re’nin oğluydu. Yunan baştanrısı Zeus’un baştan çıkardığı güzel kadınlardan yarı tanrı çocukları vardı. Yunan kent devletlerinin mitolojiyle karışık tarihleri, atalarını bu tanrılardan birinin çocuğuna kadar götürürdü. Toplum gelişip karmaşıklaştıkça dinler de daha soyut ve insan dünyasına uzak hale geldi. Tek tanrılı dinlere geçiş ile, imparatorlukların kurulması arasında koşutluklar vardır. Tek tanrılı dine geçişi hazırlayan, Ahura Mazda ve Ahriman’la birbirine karşıt iki tanrıyla diyalektik bir din kuran Zerdüşt, Pers imparatorluğuyla birlikte sahneye çıkmıştır. Mısır’ın ve Mezopotamya’nın dinsel kaynaklarının birikimi ve sentezi üzerine kurulu Yahudilik’le tektanrılı ve kutsal kitaplı dinlere geçiyoruz. Daha sonrakiler, Hırıstiyanlık ve İslamiyet’in de uzun bir tarihi vardır.

Hıristiyanlığın ortaçağdaki tarihi, ülkeler üstü bir Kilise devletinin doğuşu ve dünyayı paylaşması sürecini anlatır. İslamiyet’in çıkışı ile geniş bir imparatorluk oluşu arasında yüz yıldan kısa bir zaman vardır. Bir şeyin tarihi varsa, değişmediğini, aynı kaldığını söylemek mümkün değildir. Dinler de tarihle birlikte değişmişler, toplumsal sorunlara kısmi çözümler getirmişler ve koşulların değişmesiyle insanlığın önünde setlere dönmüşlerdir. Tarih eskiyen, çürüyen ve köhneleşenlerin yıkımıyla yürür. Dinler ve dinci devletler de Aydınlanma çağıyla birlikte gerilemişlerdir.

Aydınlanma ile dinlerin toplumdaki etkinliğini zayıflatacak devrimlerin düşünsel ve felsefi tohumları atıldı. Engels, Anti-Dührin’te Aydınlanmacılar için şöyle der: “Fransa’da, gelmekte olan devrim konusunda kafaları aydınlatan büyük adamların kendileri de son derece büyük devrimciler olarak görünüyorlardı. Ne türden olursa olsun, hiçbir dış yetke tanımıyorlardı. Din, doğa anlayışı, toplum, devlet örgütü, her şey, amansız bir eleştiriden geçirildi; her şey, ya us mahkemesi önünde varoluşunu doğrulamak, ya da varolmaktan vazgeçmek zorunda kaldı. Düşünen us, her şeye uygulanacak tek ve eşsiz ölçü oldu.” (F. Engels, Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, 1977, Ankara, s.66) Laiklik, bu us mahkemesinin yargılayıp mahkûm ettiği dinlerin zincirlerinden kurtulmuş insanlık anlamına geliyordu. Fransız Devrimi’nin hayata geçirdiği laiklik, devrimci radikalizmiyle İsa’nın doğumu ile başlatılan takvimi reddedip kendi takvimini ve tarihini yazmaya girişmek demek oluyordu.

Ancak, son teknoloji silahlarla donatılan ordular, büyüyen bürokratik devlet çarkı, demokrasi oyunuyla edilginleştirilen halk kitleleri ve genel eğitimle düzene uyumlaştıran ideolojik hegemonyasına rağmen egemen sınıfın isyan korkusu dinmiyordu. Sermaye sınıfı, laiklik ve devrimlerin etkisizleştirdiği dinleri, yeniden halkın afyonu yapmak için zaman kaybetmedi. Aydınlanma ve laiklik çok kısa sürdü. Dinler, bilim ve teknolojinin olağanüstü geliştiği bir çağda, insanı yeniden ortaçağ cehaletine mahkûm eden bir etkinliğe kavuştu. Bugün Ortadoğu’da emperyalist çıkarlar dinci maskesiyle insanlığı kana buluyor.

İnsan aklını yıldızlara açmak

Günümüzün sosyalist aydınlanmacısı Yalçın Küçük, Çıkış Ansiklopedi’sinde, laikliği, insan aklının üzerindeki bütün sınırların ve baskıların kaldırılması olarak tanımlıyor. Tekellerin ortaçağında sömürü, savaş ve cehaletten kurtuluş için yeni bir aydınlanma ve laiklik mücadelesi zorunludur. Dinler insanın hep başı eğik olmasını ister. Egemen sınıfın boyun eğmiş insan özlemini idealleştirir. İnsan ise dinlere ve egemenlere karşı başkaldırarak insan oluyor. Başkaldıran insanın, laik insanın en güzel şiirlerinden birini Nâzım Hikmet, Benerci Kendini Niçin Öldürdü’de yazmıştır. Aydınlanma, laiklik ve insan Nâzım’ın dizelerinde biraradadır.

Delikanlım!

Senin kafanın içi

                yıldızlı karanlıklar

                               kadar

güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.

Yıldızlar ve senin kafan

                kâinatın en mükemmel şeyidir.

Bugün, Nâzım Hikmet’in delikanlıları olmak, aydınlanmacı ve laik olmak zorundayız.