Babamın Kanatları: ‘Ken Loach filmi gibi’ bir yerli film

Kıvanç Sezer’in ilk uzun metraj çalışması Babamın Kanatları’nı Adana Uluslararası Film Festivali’nde Türkiye’deki ilk gösteriminde izleyen pek çok sinema yazarı ilk izlenimimizi ağızbirliği etmişçesine “Ken Loach filmi gibi” diyerek ifade ediyorduk, nitekim Babamın Kanatları Adana’daki SİYAD jürisi tarafından SİYAD En İyi Film Ödülü’ne layık görülecekti. Sınıfsal bir bakış açısına sahip, işçi sınıfının sorunlarını perdeye getiren filmlerin günümüz Türkiye sinemasındaki azlığı, aslında yalnız Türkiye sinemasındaki değil dünya sinemasındaki azlığı malum. Bu hafta (*) ‘Başka Sinema’ zinciri üzerinden sınırlı ölçekte de olsa vizyona giren Babamın Kanatları, bu minvalde neredeyse dört dörtlük bir film olduğu için yılın en iyi yerli yapımlarından biri.

Babamın Kanatları, İstanbul’da bir inşaatta çalışan (Menderes Samancılar’ın kendisinden bekleneceği üzere başarıyla canlandırdığı) İbrahim adlı, Ercişli bir ustabaşının kansere yakalandığını öğrenmesiyle açılıyor. Bu acı haber İbrahim için iki açıdan yıkım demektir, yalnızca ölümcül bir hastalığa yakalandığı için değil, bu durum depremzede olan ailesinin yeni evleri için gerekli olan parayı temin edemeyeceği anlamına geldiği için de. İbrahim kansere yakalandığını kimseyle paylaşmaz ve ne yapacağını bilemez halde çalışmaya devam etmeye yönelir, en azından müteahhitten hakkı olan birikmiş alacaklarını alabilme  umudunun peşine düşer. Babamın Kanatları İbrahim’in trajedisini böylece kurduktan sonra bir yandan İbrahim’in çalıştığı şantiye yaşamından kesitleri, İbrahim’in öyküsüne doğrudan değsin ya da değmesin, adeta bir ‘gözlemci belgesel’ hissiyatıyla perdeye yansıtıyor, bir yandan da İbrahim’in yeğeni Yusuf üzerine odaklanıyor. Şantiye yaşamından perdeye yansıyan kesitler, işçiler arasında örgütlenme girişimlerinden ve bunun bastırılmasından, çalışanlar içinde farklı etnik kimliklerin mevcudiyetine kadar çeşitlilik arzeden bir yelpazede ancak bunların hiçbiri birer yan-öykü olarak şekillenmiyor, adeta fon işlevi görüyorlar; bir tek inşaattaki işçilerin iş “kazalarına” karşı can güvenliğinin noksanlığı filmin sonuna ana öyküyle işlevsel biçimde bütünleşiyor. Ancak inşaat yaşamından pek çok unsurun fonda kalmasını bir noksanlık olarak vurgulamıyorum, hatta tam tersine yönetmenin bu tercihi, anlatının fazla dağılmamasının sigortası olarak işlev görüyor.

Öte yandan filmin giderek Yusuf üzerine odaklanması, en azından Yusuf’un görünürlüğünün İbrahim’inkini bir hayli sollaması filmin başkarakterinin kim olduğunu belirsizleştiriyor. Aslında Babamın Kanatları’nın reel olarak başkarakteri İbrahim değil Yusuf. Bunun sebebi yalnızca Yusuf’un perdedeki görünürlüğünün İbrahim’den daha fazla olması değil, Yusuf’un izleyiciye daha derinlemesine tanıtılması ve öyküde karşılaştığı olaylar karşısında dönüşüme, en azından yüzleşmeye uğramak durumunda kalan öznenin Yusuf olması. Kuşkusuz İbrahim’in başına daha vahim bir olay gelmiş durumda ama bir yüzleşme geçirmek durumunda kalan karakter Yusuf. Dolayısıyla filmde yanlış olan Yusuf’un görünürlüğün fazla olması değil, filmin adının İbrahim’e ilişkin olması!

Yusuf, öykü geçmiş onyıllarda geçse Özal kuşağının işçi sınıfındaki yansıması diyebileceğimiz bir tip. İnşaat sektöründe yükselme, düpedüz sınıf atlama hevesi içinde, bunun için de hem meslektaşlarından daha kalifiye olma yöneliminde, hem de ‘patron’ takımıyla iyi geçinme, onların sağ kolu, güvenilir adamı konumuna ulaşmayı strateji olarak benimsemiş girişimci ruhlu, daha doğrusu girişimci olma heveslisi bir genç.

Yusuf’un tesettürlü bir sevgilisinin olması da, yönetmen hangi saikle böyle bir temsili seçmiş emin değilim ama, manidar görünüyor. Yusuf ve sevgilisi, ‘Yeni Türkiye’nin halka nüfuz edişinin göstergeleri gibiler (Böyle olunca İbrahim’in ise eski Türkiye’nin ölümüne denk düştüğü de düşünülebilir ki bu, rahatsız edici bir düşünce). Ancak olaylar öyle gelişiyor ki Yusuf, patron takımıyla karşı karşıya kalmak durumunda kalıyor. Aslında finaldeki bu karşı karşıya kalıştan Yusuf’un beklentisi muhtemelen bir arabuluculuk gerçekleştirmek. Ama yanında durmak durumunda kaldığı diğer özne, ki bu özne aslında Yusuf’un hem etnik, hem sınıfsal olarak ‘kökeninin’ ta kendisi, patron takımına boyun eğmek demek olacak uzlaşmayı reddederek Yusuf’u da en azından görünürde peşi sıra sürüklüyor. Yani, belli bir soyutlama olarak ifade edecek olursak, Yusuf kopmaya çalıştığı kökeninin maruz kaldığı zulüm ile yüzleşmek ve de zulme boyun eğmeyi rededederek direnişi seçen tavra en azından tanık olmak durumunda kalıyor. Bu durumun Yusuf’u nereye götüreceği meçhul. Ama hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin.

Yukarıda Babamın Kanatları’nın neredeyse dört dörtlük bir film olduğunu ifade etmiştim. “Neredeyse” kaydının sebebi ise Yusuf ve sevgilisi arasındaki ilişkinin fazla öne çıkması. Dikkat, Yusuf’un fazla öne çıkması demiyorum, Yusuf’un öyküsü içinde sevgilisiyle olan ilişkisinin fazla öne çıkması. İronik biçimde, Yusuf ve sevgilisi arasındaki ilişkiye dair kimi sahneler Babamın Kanatları’nın açıkçası diyalogları en iyi yazılmış ve en iyi oynanmış bölümleri (bunda Kübra Kip’in hayranlık uyandırıcı performansının payı var). Ancak bu ilişki, ayrı bir filmi hak edecek –ve gerektirecek- derecede kendinden zengin bir yan-öykü içeriyor ve hem zaman zaman esas öyküyü unutturacak kadar ilgi çekici oluyor, hem de örneğin genç kadının dindar kimliğinin bu yan-öykü içindeki açılımları doğrusu biraz şüphe uyandıracak derecede belirsiz ve/veya yetersiz kalıyor.

(*) Bu hafta tek bir salonda gösterime tekrar girdiği görülen Kümes’in de oldukça dikkate değer bir yerli yapım olduğunu kaydetmek isterim. Yaz aylarında yine tek bir salonda vizyona girmiş olduğu kaydedilen Kümes’in dağıtım açısındaki makus talihi çok üzücü ve çok düşündürücü.