Babaannemin ölmez ağacı

Yine tüm torunların bir araya geldiği bir bayram mıydı, yoksa okulların yaz tatiline girdiği aylar mıydı, tam hatırlamıyorum. Ama küçücük bahçede top peşinde tozu dumana katarken, kuzenim sağdan gelen muz ortaya raket gibi bir yarım vole vurunca ve futboldan pek anlamadığı için olsa gerek, topu kale yerine az ilerideki ağaca nişanlayınca, olan olmuştu.

Top süzüle süzüle, bahçenin ortalarına denk gelen bir yerde konuşlanmış ağacın zarif dalları arasına gülle gibi girmişti.

O andaki sessizlik içinde, derdini içine atar gibi, sessizce ağlar gibi, yarasını saklar gibi, sadece minik bir çıt sesi çıkmıştı ağaçtan. İncecik, narin, yaprakları üzerinde bir dal kırılıvermiş, çığlık yerine hışırtılarla yere düşüvermişti.

Tam o anda, sessizliğin orta yerine keskin bir bıçak gibi saplanmıştı babaannemin sesi: “gidin başka yerde oynayverin gari, kıydınız ölmez ağacıma”.

O babaannemin ölmez ağacıydı; kıydığımız zeytin ağacıydı.

İzmir’in kasabalarında evler genelde müstakil ve bahçelidir. Kiminin bahçesi öndedir, önce bahçeye girip eve öyle ulaşırsın. Kiminde ise önce eve girersin, bahçe evin arkasında kalır. Benim babaanneminki de böyleydi. Sokaktan içeriye çift kanatlı kapıdan girilirdi. Adımınızı attığınız yer üzeri çatıyla kapalı, yerleri taştan, uzunca bir dikdörtgen biçimindeki avluydu. Avlunun sağında ve solunda ikişer oda vardı. Avlunun diğer ucu, çift kanatlı kapının tam karşı kenarı ise bahçeydi. 

Bahçede mutfak ve tuvalet, odunluk ve kümes, bir de çeşme dışında ağaçlar vardı. Zeytin, incir, mandalina, limon; tüm bahçeyi saran üzüm asmaları; bir de saksılara, vita tenekelerine, kırık testilere, duvar diplerine ekilmiş allı morlu, türlü türlü çiçek. Sanki bin yaşındaymış gibi yaşlı ve yorgun babaannem, başı, sırtı ve dizleri, ama en çok da dizleri her daim ağrıyan babaannem, çakır gözlü Fatma hanım, her gün çeşme ile ağaçlar, çiçekler arasında mekik dokurdu.

Zeytin, bahçemizin en sakin, neredeyse varlığını bile zaman zaman unuttuğumuz sakiniydi. Boyu posu pek yoktu, yapraklarının mat yeşili güneşli günlerde bile parlamazdı, öyle bol bol zeytin verdiği, babaannemin de o zeytinleri toplayıp salamura yaptığı ya da yağ çıkarttığı falan da yoktu. Hepi topu, incecik ve tek başına bir zeytin ağacıydı. İncirin, limonun, mandalinanın, üzüm asmalarının arasında, sessiz ve mütevazı bir zeytin ağacı.

Ama bir yandan da, babaannemin ona gösterdiği hürmete ve muameleye bakılırsa, evin köşesine kurulmuş bir ihtiyar gibi bilge ve dokunulmazdı. Saygınlığını ve ağırlığını gösterişten değil, kök saldığı topraklar üzerindeki hakimiyetinden alıyor gibiydi. Çünkü o ölmez ağacıydı. Kolay kolay ölmezdi.

İncir, mandalina, limon ölecekti belki; babaannem de ölecekti; ama zeytin ölmeyecekti, ölmezdi.

Nitekim öyle de oldu. Babaannem öldü, zeytin ölmedi.

Babaannemin ölümü konduramadığı zeytin, bir ulu bilge gibi, bir hikmet gibi, bir mucizenin sırrı gibi yaşamaya devam etti. Babaannemin ölmez ağacı, ölmedi.

Sonra imardı, dönüşümdü, ranttı, kattı derken, çocukları babaannemin evini sattı. Bahçesine kocaman bir apartman yapıldı. Babaannemin ölmez ağacı, o zaman öldü işte. Doğanın ölmezlik verdiği ağaç, kepçe darbeleriyle öldürüldü.

Kendisinin ölümünü, zeytinin ise ölmezliğini doğal bildi babaannem. Kepçenin toprağa tutunmuş damarları koparışını, zeytinin basbayağı kasıtlı bir cinayetle öldürüldüğünü bilmedi.

İncecik bir dalı kırılınca “ölmez ağacıma kıydınız” diye feryat eden babaannem, kepçe darbeleri karşısında hışırtılarıyla feryat eden zeytinin sesini bilmedi.

O zeytini ölmez bildi, öldürüldüğünü, öldürülebileceğini, insanın bu kadar vahşileşebileceğini bilmedi.

Biz bildik. Bize bildirdiler, bellettiler, öğrettiler.

Gözümüze soka soka, kafamıza vura vura, canımızı ala ala öğrettiler ağaçların da öldürülebileceğini.

Ve mücadelemiz artık, biraz da bizim çocuklarımız ve doğacak çocuklarımız bilmesin diyedir bize öğretilenleri. Çocuklarımız ağaçların ve çiçeklerin, nehirlerin ve denizlerin, parkların ve yaylaların, bir de gençlerin ve çocukların öldürülebildiğini görmesin diyedir.

Velhasıl ne sadece Yırca’daki zeytinlik ne de Validebağ’daki koruluktan ibarettir derdimiz.

Baştan ayağa, bir uçtan bir uca, ülkemizde gerici ve piyasacı vahşetin egemenliğini kırmak, sadece üç beş ağacı değil çocuklarımızın özgür ve mutlu geleceğini kurtarmak, insanlığın tüm değerlerine savaş açmış bu karanlığı yırtıp atmak içindir kavgamız.

Çünkü bu topraklardan sökmek, kurutmak, öldürmek istedikleri sadece ağaçlarımız değil, bizim ve çocuklarımızın insanlığıdır.

Açtıkları savaş insanlığa ve aydınlığa karşıdır.

Bizim cephemizi kuracağımız yer de tam orasıdır.

Tam da ölmez ağacının altıdır.