Aydın kıtlığı ve son aydınlar

Bizi şoklarla düşündürmek istiyorlar. Şoklarla düşünmek mümkün olmayacağına göre reflekslere indirgenmiş tepkilerle bir yerlere sürüklemek asıl amaçları. Her kanlı sahneden sonra düşünce diye ortaya sürülen kalıplar var; artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, diyorlar. Sanki eskisini bütünlüklü bir incelemeden geçirdik, bunun yerine nasıl bir yeniyi getirmek istediğimizi az çok belirledik ve kurmak için harekete geçtik…

Paris’teki Charlie Hebdo, karikatürcü ve yazar cinayetleri, insanlığa uygulanan yeni bir şok tedavisidir. Tedavi deyince, yanlış anlaşılmasın, emperyalist sistemin politikalarının yürütülmesi için uygulanan bir kan banyosundan söz ediyorum. Ortadoğu’da, İç Asya’da, Güney Amerika’da, yeniden “plantasyon düzenine” dönülmüş çalışma ortamlarında her gün her dakika akıtılan insan kanının emperyalist başkentlerden birine, Paris’e sıçratılmış halidir desek daha doğru olur.

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyenler, şoklarla bizi bir yerlere, kendi “yeni” dedikleri şeye sürüklemek istiyorlar. On beş yıldır, Irak’ın ilk bombalandığı 1991 başlarına da gidebiliriz, yirmi beş yıldır bölgemizi kanlı insan mezbahalarına çeviren emperyalistlerin dilinden dökülenin nasıl bir yenilik olduğunu çok iyi öğrenmiş olmamız gerekiyor. Ama şoklarla ve kanlı, korkutucu olaylar karşısında düşünmekten çok, sahneye kaçışmak, dağılmak, savrulmak, sürüklenmek egemen olur. Oldu da… Savaş ve katliamların politikanın olağan dili haline getirildiği koşullarda, insanın “kendi kendisinin satıcısı” olduğu kapitalist düzen “küreselleşmesini” tamamladı. Bunalımlarını atlatmak için daha kanlı ve sömürücü politikaları pek fazla dirençle karşılaşmadan uygulayabildi.

Aklın yıkımından çıkan felsefe

Aynı dönemde, direnci örgütleyecek aklı ortadan kaldıran bir düşünce biçimi, bilim, felsefe ve sanat da sahnedeydi. “Tarihin sonu” sloganıyla, insanlığı esir alan bu “yeni”ye mahkûmiyetimizi ilan eden ve postmodernizm adında toparlanan düşünce biçiminin ayırıcı özelliği akılcılık karşıtı olmasıydı. Aydınlanmanın eleştirisi ve “aklın yıkımı” postmodernizmin temel niteliğiydi. Tarihin ve toplumun parametrelerinin silindiği, gerçekliğin anlaşılmasının ve anlatılmasının mümkün olmadığı bir karanlıkta sözde bilim ve sözde felsefe yapılıyordu. Postmodernizm başlığında toplanan düşünceler, tarihi ve toplumu anlamakta, değişimin dinamiklerini kavramakta marksizmin getirdiği bütün açıklıkları reddeden ve ortadan kaldıran bir karanlık çağa götürüyorlardı bizi.

Burada şu bağı göstermeye çalışıyorum; Charlie Hebdo’nun çizer ve yazarlarını eleştirel aklından dolayı katleden silahla, aklı sözde felsefe, bilim ve edebiyatla aklı ortadan kaldıran postmodernizmin bağını. Araçlar ve silahlar farklı, aydınlanma ve insan aklına düşmanlık ortak.

Silahlı akıl düşmanının katliamına, sistemin şoklarına karşı, bir dakika, sakin olun, düşünelim önce, işler bize gösterildiği gibi değil, diyecek donanımlı ve hazırlıklı odakları da postmodernizmle ortadan kaldırıyorlardı. Ayırıcı niteliği aklıyla mücadele etmek olan aydını, aklını içten çökerterek vuruyorlardı. Akılcılık düşmanı bu düşünceyle aydınlardan emperyalist teknokratlar imal ettiler. Charlie Hebdo katliamı karşısında çıkıp asıl sorumlulardan, birkaç yıl önce Kaddafi’yi katlederek Libya’yı dincilere teslim eden Fransız Hükümetinden hesap soracak bir aydının yokluğu bunu anlatmıyor mu? Charlie Hebdo’nun önünde, Cezayir’in kurtuluş savaşında, direnen Cezayir’in haklı davasını destekleyen Sartre ve arkadaşlarına benzer birilerini aradı gözlerimiz. Oradaydılar da biz mi göremedik? Yazarlık, her gün televizyonlarda, gazetelerde konuşturulan Henry-Levi diye birine veya bizdeki benzeri Orhan Pamuk türünden, emperyalistlerin, azçok laik Ortadoğu düzenlerini yıkarak halkları Işid, El Kaide çetelerine teslim eden politikalarının yandaşına dönüştürülmüş memurlarına kalmadı mı?

Postmodernizmin şok tedavisi

Postmodernizm aklı yıkmak için aynı şok tedavisini uyguluyordu. Kapitalizmin yarattığı dünyayı gösteriyordu bize, savaşları, doğanın tahrip edilmesini, insanların birer tüketim birimine indirgenmesini ve bunları akılcılığın sonucu olarak sunuyordu. Postmodernlere göre, dünyayı ve toplumu akılcı planlarla değiştirmenin mümkün olmadığının bir kanıtıydı bugün geldiğimiz yer; aydınlanma ve akıl insanlığın en büyük düşmanıydı. Daha çok kâr elde etmek için maden ocağında hiçbir önlem almadan işçileri ölüme gönderen patron değil de, kömür çıkartarak, sanayileşmeyi geliştirerek, insanları daha iyi koşullarda çalıştırıp yaşatmayı öngören “ilerlemecilik” suçluydu. Ne kadar ilerleyelim, kalkınalım dense de sonunda işçinin kaderi maden ocağına gömülmek olurdu işte böyle. Tarihte ilerleme diye bir şey olamazdı.

Dünyanın ve toplumun değiştirilmesini öngören bütünlüklü düşünceleri “büyük anlatı” olarak kodlayan postmodernizm, “büyük anlatı”ların artık geçersiz olduğunu ilan ediyordu. Bunu söylerken asıl söylediği, sosyalizmin bir “büyük anlatı” olduğu ve hiçbir zaman mümkün olamayacağı savıydı. Gerçek hiçbir zaman anlaşılamazdı. Dil, gerçeği karşılayamazdı, çünkü kavramlar nesneleri “temsil” etmiyorlardı. “Temsil” nasıl ki, demokratik düzen olarak sunulan işleyiş içinde olanaksızsa, kitlelerin temsilcisi savcıyla parlamentoları dolduranlar, onlara karşı yasaların yapıcısı olmuşsa, düşünsel anlamda da gerçeklik ve onu temsil eden dil, imge doğru açıklamalara imkân tanımazdı. Sınıf ile onu temsil eden parti arasında da nesnel bir ilişki kurulamazdı. “Nesnel” mi, akılcılığın en büyük yanılgısı, nesnel bir gerçek olabileceği ve özne-nesne diyalektiğinde bu nesnelliğin değişime uğratılacağı kuruntusu değil miydi? O halde anlayamayacağımız bir gerçekliği nasıl değiştirme iddiasında bulunabilirdik?

Postmodernizm gerçekliğin şok olgularını gösterip aklın temel doğrularını yıkıyordu.

Charlie Hebdo: son aydınların çığlığı

Değişik temsilcilerinin birbiriyle tutarsız, bölük pörçük düşüncelerinin bir toplamından oluşan postmodernizm, insanı da ortadan kaldırmak istiyordu. Aydınlanmayla birlikte hümanizme de karşıydı. Değişen ve değiştiren bir özne olarak insanın bütünlüğünü de yıkıma uğratıyordu. Özne sona ermişti. İktidar ise tanrı gibi her yerdeydi. Ya da hiçbir yerde, belki de içimizdeydi. Biz en iyisi içimizdeki iktidarla savaşalım, onu alt edersek, dışardaki mikro iktidarları da geriletebilirdik…

Postmodernizmin yıktığı bilim, felsefe ve sanat, bunların getirdiği açıklıklardan yararlanarak toplumu değiştirmek için mücadele eden aydının da yok oluşunu getirdi. Bugün emperyalist merkezlerde aydın kıtlığı vardır. İnsanlığı savaşlar, kırımlar, kölece çalışma koşullarına mahkûm eden emperyalist merkezlerden bu gerçekliğe isyan eden, çareler öneren gür aydın sesleri çıkmıyorsa bu aydının bitirildiği anlamına gelir. Belki de, Charlie Hebdo, onu çıkaran çizer ve yazarlar, bu aydın kırımına bir çığlıkla karşı duran son aydınlardı. Edebiyatın, bilimin, felsefenin dincilik ölçüsünde bilinemezciliğe ve edilgenliğe indirildiği bir “postmodern durumda”, karikatürün keskin çizgileriyle haykırılan son aydın çığlığıydı. Katledilen çizer ve yazarları anmak için İstanbul’da yürüyenlerin elindeki pankartlarda, aydının simgesi kalem resimleri vardı. Paris’in son aydınlarına ağıt ve onları katleden silahı üreten emperyalist Fransa’ya bir protestoydu.

Charlie Hebdo’nun varlığı ve ölümü, gericiliği asıl kaynağına, Libya’yı dinci gericilere teslim eden emperyalizmin başkentine çeken, Paris’in merkezinde ortaya çıkartan bir son çığlıktır. Aydının bitişini ve yeniden doğuşunu anlatan bir çığlık…

Onu, akıl ve aydınlanma düşmanı postmodernizmin sonunu temsil eden, insanlığı, kaderini ellerine alabileceği, toplumu akılcı bir biçimde düzenleyebileceği büyük hikâyeye, sosyalizme davet eden bir çığlık olarak anlamlandırıyorum.