AKP’yle neden uğraşıyoruz?

Marksizmin bir bilim olduğu sık sık söylenir. Doğrudur, marksizm tarihi açıklayan, onun hareket ve değişim yasalarını gösteren, tarihteki dönüşümlerin nedenlerini ortaya koyan bir bilimdir.

Marksizm bir felsefedir de. Bu da doğrudur elbet. Varlık ve oluş sorununa özgün bir yanıt geliştiren, insan ile değerleri arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayan, bilginin eylemle ilişkisini tarif eden bir felsefedir marksizm.

Öte yandan, marksizmin bilim ve felsefe olarak özgün bir yanı vardır ki birçok düşünür tarafından bu özellik çığır açıcı bir eşik olarak değerlendirilmiştir. O da marksizmde, bilimin ve felsefenin dünyayı değiştirme yönündeki iradeye kesin olarak eklemlenmesidir. Diğer bir deyişle, marksizm bilimde ve felsefede yeni önermeler ortaya atmakla kalmamış, bilimin ve felsefenin pratik bağlantılarını da açık bir biçimde ortaya koymuştur.

Meşhur 11. Tez’in anlattığı budur, önemi buradan kaynaklanmaktadır.

Bu nedenle, Marx’tan sonra bilim ve felsefe bambaşka bir düzleme sıçramıştır. Marx’la birlikte, artık, dünyayı değiştirmeye yönelmeyen bir bilim veya felsefe tarzı imkansızdır.

***

O zaman şu soruyu sormanın haklı bir tarafı vardır: Madem marksizm bir bilim ve felsefedir, ve madem marksizm bilimi ve felsefeyi dünyayı dönüştürme çabasıyla ilişkilendirmiştir, o halde neden dünyayı dönüştürme ehliyetini bilime ve felsefeye vermemiştir?

Marx, bilimin ve felsefenin ortaya koyduğu sonuçların, hayata geçirilmesi halinde anlamlı ve gerçek olacağını söylemiştir söylemesine, ama neden bu pratiği bilimin ve felsefenin kendisine emanet etmemiştir?

Özetle, bir bilim ve felsefe olarak marksizm, dünyayı değiştirmek için neden üçüncü bir araca, üçüncü bir etkinlik tarzına, yani siyasete ihtiyaç duymuştur?

***

Yanıt ise, kabaca, şöyledir: Marksizm, bir toplumsal yapının devamlılığının ve yeniden üretiminin, esas olarak siyasal ilişkiler ve mücadeleler sayesinde gerçekleştiğini söylemektedir. Toplumsal yapı, tümüyle farklı düzlemlere ait birçok pratiğin eklemlenmesi anlamına gelmektedir ve bu eklemlenmenin odağında yer alan başat unsur siyaset ve siyasal mücadelelerdir.

Deyim yerindeyse, siyaset, bir toplumun göbek deliğidir.

Toplumsal ilişkiler içerisinde siyasetin prizmasından geçmeyen, siyasetin basıncı altında şekillenmeyen, siyasal mücadeleler ile uzaktan ya da yakından ilişkilenmeyen alanlar bulmak mümkün değildir.

Bu söylenen, toplumsal yapının temelinde siyasetin yer aldığı anlamına gelmemektedir. Ancak temelde ya da meşhur deyişle altyapıda yer alan ilişki ağı, siyasetle sarmalanmış, hatta koruma altına alınmıştır. Bu yüzden, emek-sermaye çelişkisi kendisini siyasal görünümlerden ayrıştırmış biçimde ortaya sermez. Bu yüzden, büyük kitlesel kalkışmalar üretim sürecindeki talepler yerine siyasal taleplerle yola çıkmıştır. Bu yüzden, başta Lenin olmak üzere komünistler ekonomik mücadelelerin sınırlarını gösterip siyasal mücadeleyi öne çıkarmışlardır. Bu yüzden, marksistler siyasal iktidarın ele geçirilmesini, sosyalist dönüşümlerin önkoşulu saymıştır.

Yani toplumsal yapının temelini oluşturan emek-sermaye çelişkisi, bir siyasal ilişkiler yumağı tarafından kuşatılır ve bu kuşağı yarmadan emek-sermaye çelişkisinin ortadan kaldırılması mümkün değildir. Ancak söz konusu siyasal ilişkiler yumağı hayli karmaşık ve özelleşmiş biçimler alır, dolayısıyla emek-sermaye çelişkisinin siyasete yansıması da dolaylı biçimlerde olur. Kimi zaman barış, özgürlük ya da adalet, kimi zaman laiklik, kardeşlik ya da bağımsızlık talepleri emek-sermaye çelişkisinin dolaylı görünümleri haline gelir.

Bu anlamda devrim, öncelikle ve esas olarak siyasal bir eylemdir ve emek-sermaye çelişkisini sarmalayan siyasal ilişkilerin kırılmasını, sömürü ve eşitsizliği koruyan siyasal yapının ortadan kaldırılmasını gerektirir.

***

Bu kadar uzun bir girizgaha neden gerek duyuldu peki?

Eğer siyasetin bir toplumsal yapının eklemleyici odağı olduğu ve emek-sermaye çelişkisinin de bu prizmadan geçerek kendisini görünür kıldığı doğruysa, verili bir konjonktürdeki siyasal gündeme müdahale etmek, mevcut siyasal iktidarla göğüs göğüse bir mücadele pratiğini kurmaya çalışmak da kaçınılmaz olur.

Türkiye’ye baktığımızda ise, siyasal gündemin dinci faşizme karşı ilerici ve aydınlanmacı bir özgürlük mücadelesiyle biçimlendiğini, bu mücadelenin hedefi olarak da AKP ve Erdoğan’ın siyasal iktidarının cisimleştiğini görmek zor olmasa gerek.

Söylenen, Türkiye’nin tüm sorunlarının AKP ve Erdoğan iktidarına karşı mücadelenin sonunda çözüleceği, sosyalizme bu yolla geçileceği anlamına gelmemektedir. Ama AKP’yi devirme fırsatını sermayeye ya da emperyalist merkezlere bırakan bir sosyalizm mücadelesinin, AKP sonrası dönemde sermaye düzenine ve emperyalizme hangi güçle ve meşruiyetle kafa tutacağı belli değildir.

Tablo buysa, komünistlerin mevcut durumda AKP’yi ve Erdoğan’ı, onun Saray diktasını karşısına almasından daha doğal bir şey olamaz.

Kimilerinin “AKP ve Erdoğan’la mücadele yetmez” demelerinin akıldanelikten başka anlamı yoktur. Zaten “bize bu kadarı yeter” diyen de yoktur. O halde bu, olsa olsa ülkedeki siyasal mücadele kızıştığında kenara çekilmenin cilalı bir bahanesi anlamına gelmektedir.

Dahası aynı mantıkla, sadece AKP’ye değil, gelecekteki hiçbir hükümete ya da siyasal iktidara karşı mücadele de yeterli olmayacağına göre, komünistlerin, emek-sermaye çelişkisi tüm siyasal görünümlerinden soyunup çırılçıplak ortaya serilene kadar siyasal mücadeleyi ertelemesi ve tatile çıkması gereklidir.

Bu tür bir tatil ise hiç bitmeyecektir. Çünkü siyasetten ve siyasal iktidarla mücadele hedefinden arınmış bir çıplak nesnellik hiçbir zaman gelmeyecektir.