Merhaba,
Bu haftadan itibaren, üç hafta boyunca, son dönemde gerek şantiyelerdeki ölümleriyle, gerekse de kitlesel işçi direnişi, mücadelesi ve kazanımıyla öne çıkan inşaat sektörünü ayrıntılı bir şekilde incelemeye çalışacağım. Ama yine bakış açım işçi sağlığı ve iş güvenliği olacak, “neden ölümler ve yaralanmalar bu kadar fazla” sorusuna yanıt aramaya çalışırken, bu hafta sektördeki emek süreçlerini ve sektörün kendine has yapısını, gelecek hafta inşaat sektörünün AKP dönemindeki büyümesini, sonraki hafta ise inşaat sektöründeki ölüm ve yaralanmalara dair istatistikleri ayrıntılarıyla sunmaya çalışacağım.
İnşaat sektörünün kendine özgülüğü
Yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da inşaat sektörünün en fazla iş cinayetine sahne olmasının nedenlerini anlamak için sektörü biraz anlamak, kendine özgü yapısını irdelemek gerekiyor. Öncelikle inşaat sektörü proses bazlı değil, proje bazlı bir sektördür. Bir başka ifadeyle hammadde bir üretim sürecine girip mamul olarak çıkmaz, üretim süreci sürekli birbirini tekrar etmez. Her projenin kendi özgünlüğü bulunur, bir bina inşaatıyla, baraj inşaatı birbirine hiç benzemeyeceği gibi, birbirinin hemen hemen aynısı iki bina inşaatında da farklı faktörler farklı riskleri ortaya çıkarır. Yalnızca projelerin farklılığı değil, inşaat sektörünün dış etkenlere açık olması da her projeyi özgün kılar. Örneğin siz tıpatıp aynı iki binayı Erzurum’da veya Adana’da yaparsanız birbirinden tamamen iki farklı iş yapıyorsunuz demektir. Hava koşulları, zemin koşulları, iş gücünün özelliklerinin ve ücretin her bölgeye göre (diğer sektörlerden çok farklı olarak) değişmesi, malzeme tedarikçileri yakın-uzak olmak farklılıklar yaratacaktır. Bu farklılıklar proje süresi (işin yoğunluğu); iş kalemlerinin sırası, çalıştırılan işçi sayısı ve daha pek çok parametre üzerinde etkide bulunur. Her inşaatta birbirinden farklı iş kalemleri olabilir ve bunlar bir bant tipi üretim gibi birbiriyle bağlantılı olmayıp, neredeyse kaotik bir ortamda, birbiririnden farklı, irili ufaklı iş ekipleri tarafından gerçekleştirilir ve her iş kalemi kendine özgü riskler taşır. İnşaat sektörü yalnızca bir yapı süreci değildir, boya, çevre düzenlemesi, elektrik, sıva, taş, asfalt, hafriyat işleri gibi farklı işleri barındıran karmaşık bir alandır. Dolayısıyla her iş kalemini gerçekleştiren farklı farklı taşeronlar/iş ekipleri arasında bir eşgüdüm ve üzerlerinde tam bir denetim zorunludur, bu eşgüdüm ve denetim olmadan işçi sağlığı ve iş güvenliğini şantiyelerde uygulamak hemen hemen imkansızdır.
Taşeron sektörün belirleyici unsuru
Sektördeki üretimi belirleyen şey taşeron sistemidir. Özdemir’e göre (Özdemir, 2010: 40) taşeron çalışma bir despotik emek rejimidir; çünkü taşeron firma ile ana firma arasındaki bağımlılık ilişkisi baskı koşullarını yeniden üretmektedir ve taşeron çalışma, üretim sürecinin parçalanmasının bir ürünüdür ve bu parçalanma, ana firma ile taşeron firma arasında bağımlılık ilişkisi yaratmaktadır ve bu bağımlılık ilişkisinde ana firma çok güçlüdür. Bu bağımlılık ilişkisi içinde ana firma merkez işgücünü istihdam etme kapasitesindeyken, diğer bir deyişle, işgücüne göreli iyi ücretler, sosyal güvence ve belki sendikalaşma imkanı tanırken; kendine bağımlı taşeron firmayı, işgücüne yönelik uygulamalarda “en geri” noktaya gitmeye zorlamaktadır. Büyük projeleri gözümüzün önüne getirdiğimizde ve üzerlerindeki yaldızı kazıdığımızda aslında sektörün yapısı ortaya çıkacaktır. Çok büyük, tanınmış, kendisini iyi reklam etmiş ve kamuoyunda da bilinen bir firma bir ihale alır veya günümüzde pek çok örneğini gördüğümüz gibi (Ağaoğlu) büyük projeleri pazarlar. Ancak görünen büyük firmanın ardında tam bir hiyerarşi yer almaktadır. Biz büyük, tanınmış bir firma görürüz, ama işin yönetim kısmı sadece ana yükleniciye ait olur, ana yüklenici gidip taşeron firmalara işi dağıtmaktadır. Büyük ana yüklenici firmanın esas işlevi onları yönetmek, aralarındaki koordinasyonu sağlamaktır. Taşeronlar gidip daha küçük taşeronlar veya küçük 5-15 kişilik iş ekiplerine işi dağıtırlar. Dev, “Türkiye’nin gururu” projeler aslında en alttaki küçük iş ekiplerinden oluşan, kimi zaman yüzlerce ekibin bir arada çalıştığı şantiyelerdir.
Yaldızlı, “mega” projeleri yapanlar…
Biraz daha derinlere inelim ve bakalım, peki bu iş ekipleri kimdir? Herhangi bir taşeron bir tanıdığını arar, tanıdığı usta çoğu kez hemşehrisini, köylüsünü, akrabasını çağırır, kendi içlerinde ekibi kurar ve şantiyeye girerler çalışmaya başlar. İş kazalarında çoğu kez akrabalarından iş ekibi oluşturan ve şantiyeye geçici çalışmak amacıyla giren bir usta getirdiği amcaoğlunun, köylüsünün işvereni konumunda alt işveren sıfatıyla yargılanabilmektedir. Ama burada klasik bir emek-sermaye ilişkisinden veya çelişkisinden söz etmek oldukça güçtür ve tartışmalı bir başlıktır. Partiarkal ilişkiler yeniden üretilmektedir, iş kazasına uğrayan veya parasını alamayanın ilk muhatap olduğu kişi amcası, ağabeyi, akrabası veya çok yakın bir hemşehrisi oluvermektedir. Çoğu inşaat iş kazasında kazazede işçi ile sanıklardan birisinin soyadı aynı olabilmektedir. Çoğu durumda hepsi akraba olan bir ekip, yanlarında 12-15 yaşlarında bir akrabalarını da getirir, 15 kişilik bir iş ekibinde mutlaka bir iki çocuk işçi olur ve herhangi bir "kaza" durumunda, yazarın defalarca tanık olduğu üzere "getir götür işlerine bakıyordu, çay demliyordu" denir. İşin aslı akrabalarının yanında iş öğrensin diye inşaatlara getirilmeleri ve hayatında hiç görmediği risklere maruz kalmaları olgusunun çocuk işçi ölümlerini artırması olgusudur.
Büyük bir fabrikada yüzlerce işçiyle bir arada üretim yapan, onlarla en ilkel haliyle bile pek çok duyguyu, gündelik mücadeleyi paylaşan ve kendisi farkında olsun veya olmasın sınıfın bir bireyi olan işçinin yerine, küçük bir taşeronun veya akrabasının geçici işçisi söz konusudur. Kimi zaman bir inşaat işçisi, işçi sınıfının bir parçası değil, kendisini bir cemaatin parçası gibi hissedebilir. Bu cemaat kimi zaman bir dinsel yapı, kimi zaman hemşehrilik ağı, kimi zaman da, özellikle inşaat sektöründe olduğu gibi, bir aile yapısı olacaktır. Bu ilişkiler ağı içinde en önemli unsurlardan birisi de Özdemir’in sürekli altını çizdiği "baskıcı" karakterdir. Örgütlenme, başkaldırmanın yerini, boyun eğme ve geleneksel kurallara bağlılık (dinsel, bölgesel, ailevi vb.) almaktadır. Özetle kapitalizm günümüzde, kapitalist toplum öncesindeki ilişkiler ağını yeniden üretmekte ve baskıcı emek rejiminin garantisi olarak kullanmaktadır. Öte yandan tüm dünyada inşaat işleri göçmen, kaçak işçilerden veya o ülkede yaşam koşulları ve toplumsal refahtan aldıkları paylar çok geri durumda olan azınlıkların bireyleri tarafından görülmektedir. (İtalya’da, Yunanistan’da eski Yugoslavya'dan gelenler, Arnavutlar, Güney Kıbrıs’ta Kıbrıslıtürkler, Kuzey Kıbrıs’ta Türkiyeli Kürtler, Türkiye’de Kürtler, Arap ülkelerinde Malezyalı, Çinli işçiler, ABD’de Latinolar vs.) Bu özellikle tercih edilmektedir, zira herhangi bir önlem almak gerekmemekte, kimi zaman pasaportlarına el konan işçiler üzerinde baskı oluşturulmakta, dil farklılıkları dolayısıyla işçiler kandırılmakta, vahşi kapitalizmin kuralları her aşamada uygulanabilmektedir. Keza sektör, en az kalifiye olan işçi kesiminin, köyden kente göç ettiğinde ilk olarak girdiği sektörlerin başında gelir.
Baskıcı emek rejiminin yeniden üretimi
Düşük işgücü maliyeti baskısı, despotik emek rejimlerini yaratmaktadır denebilir. Gamze Yücesan Özdemir'in vurguladığı gibi, taşeron çalışma, despotik bir emek rejimidir; çünkü taşeron firmalar arası rekabet, “dibe doğru koşu” biçiminde gerçekleşmektedir. Taşeron firma, ana firmanın verdiği işi alabilmek için despotizmi, ücretler, çalışma saatleri ve çalışma koşulları anlamında en sert biçimde uygulamaktadır. Taşeron çalışma, bir despotik emek rejimidir; çünkü işçi sınıfında, meydana gelen katı bölünmeler ve hiyerarşiler baskı koşullarını yeniden üretmektedir. Üretim sürecinin parçalanması sonucu, emek sürecinin örgütlenmesinde de bir parçalanma söz konusudur. Bu parçalanma, mekansal bir parçalanmayı da getirebilmekte veya mekansal bir birliktelik içinde de yaşanabilmektedir. Daha vahim olanı kuşkusuz işçi sınıfı içindeki hiyerarşinin aynı mekanda gerçekleşmesidir. Taşeron çalışma, bir despotik emek rejimidir; çünkü taşeron emekçiler mekansal ve kurumsal olarak parçalanmıştır. Bu mekansal ve kurumsal parçalanma, emekçilerin despotik emek rejiminin koşullarına karşı ortak bir direniş ve mücadele geliştirebilmesinin önünde engeldir (Özdemir, 2010: 40).
Baskıcı yapının kökeninde ne var?
Bu söylenenler ışığında inşaat üretiminine baktığımızda, benzer hiyerarşiyi çizmemiz mümkündür. Herhangi bir projenin sahibi firma, inşaat sözleşmesi imzaladığı büyük, ünlü tanınmış firmayı, projenin zamanında yetişmesi için sürekli sıkıştırır. Zamanında yetişmemesi durumunda, mağaza açılışı gerçekleşemeyecek, satışlar yapılamayacak ve zarar edilecektir. Her ne kadar sözleşmede bunlarla ilgili cezai şartlar konmaya çalışsa da, bu sürece girmek yerine yukarıdan sürekli bir baskı vardır. Ana yüklenici firma işi parçalara ayırmıştır, yukarıda açıklandığı üzere "yüklenici” firmalar ve alt yüklenicilerin de sürekli çalıştığı "taşeron” firmalar veya "işçi ekipleri”ne kadar hiyerarşi iner. Ana yükleniciden alt yüklenicilere, alt yüklenicilerden de taşeronlara/işçi ekiplerine sürekli işi zamanında yetiştirmeleri yönünde bir baskı yapılır. Hızlı, yoğun ve stresli çalışma koşullarında, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri tamamen gereksiz olarak görülür. Bu önlemleri alma konusunda ana yüklenici baskı yapsa dahi, işin gecikmesi/ödemelerin yapılmaması/yevmiyelerin ödenmemesi baskısı altında çoğu kez işçiler kendileri bu önlemlerin alınmasına direnç gösterirler. Örneğin bir işçi ekibi yalnızca bir ay çalışacaksa, bir ayda işini bitirip hemen başka işlere yönelmek ister, bu zaman zarfında kaza geçirme olasılığı gerek işçiler, gerek işçi ekip başları, gerekse de taşeronlar tarafından göz önünde bulundurulmaz. Bu hiyerarşik ve dağınık yapı kapitalist bakış açısıyla ele alınsa dahi "işletme yönetimi” içinde genel yönetimin bir parçası olan "işçi sağlığı ve iş güvenliği yönetimi” uygulamalarının önünde de bir engeldir. Zira, iş güvenliği konusunda alınması gereken önlemler tüm işyeri için merkezi olarak planlanmak, uygulanmak, denetlenmek ve koordine edilmek zorundadır. İnşaat sektörü söz konusu olduğunda, birbirinden bağımsız taşeronların, birbirlerinden riskli işleri farklı farklı alt denetim ve yönetim mekanizmaları altında yapması olgusu beraberinde iş güvenliği uygulamalarının istense dahi uygulanmasını zorlaştırmaktadır.
Ana yüklenici firma, kağıt üzerinde tüm sorumluluğu taşeronlara yıkmaktadır, ancak hukuksal (tazminat anlamında) ve cezai olarak sorumluluğunun devam ettiğinin çoğu kez farkında değildir. Şantiyelerde genel olarak denetim ve gözetim yapılsa da, hiyerarşinin en altında bunu ancak "baskı” yoluyla uygulayacak taşeronlar bulunmaktadır. Çoğu durumda ortada bir firma bulunmamakta, ana yüklenici veya alt yüklenici ile işçiler arasında ilişkiyi kuran bir aile büyüğü usta/ustabaşı işçileri bulup getirmektedir. Özdemir’in (2010: 48) vurguladığı gibi taşeronluk müessesesini yaygın olarak kullanan bir emek rejiminde tanımlanan tavır, tutum ve duruşların toplam sınıf etkisi, fabrika (veya şantiye) içerisinde “kanlı” olarak tanımlanan taylorist uygulamalara, fabrika dışında da yanaşma ilişkilerinden örülü bir paternalizme kadar uzar.
İnşaat emekçilerinin kendine has, ama artık neredeyse tüm esnek, geçici, taşeron bazlı sektörde görülen bazı özelliklerinden de söz etmekte yarar var. İnşaat işinde, yukarıda sayılan paternalist ilişkilerin doğası gereği, bazı işler bazı memleketler tarafından paylaşılmıştır. İnşaat denince genelde Kürt emekçilerimiz akla gelse de bu kısmen doğrudur, sözgelimi Bayburt, Samsun, Ordu’dan kalıpçı ustaları çıkmakta, bir sonraki projede de işler neredeyse paylaşılmaktadır. Duvar ustalarının büyük bir kısmı Vanlı olmakta, şapçı ve sıvacılarda ise Kürt illerinden emekçilerin ağırlığını görülmektedir. Demirciler Gaziantep, kimi zaman İç Anadolu’dan, Siirt’ten, Bingöl’den, genel olarak kalifiye olmayan işgücü en yoksul Kürt emekçilerinden oluşur. Örneğin Ardahan’da bir köy 3-4 kuşaktır demircilik yapmaktadır. Genel olarak Karadeniz ve Güneydoğu illerinden gelen işçilerin şantiye ortamında bir arada olduğu bir yapı görülmekte, Türkiye’deki siyasal toplumsal gerilimlerin şantiyelerde de yaşandığı, bunun da patronlar tarafından kullanıldığı söylenebilir. Çalışan ekipler proje bitince yeni proje yoksa memleketine dönmektedir. İnşaat söz konusu olunca işinden evine evinden işine giden bir emekçi profilinden söz etmek imkansızdır. Barakalarda, inşaatlarda en insanlık dışı koşullarda yatıp kalkan (ve bu koşullar dolayısıyla yaşamını yangın ve boğulma sonucu yitiren); para biriktirmeye çalışan, göçebe halde yaşayan binlerce insandan söz etmekteyiz.
Kayıtdışılık
Sektörü belirleyen bir başka önemli husus ise kayıtdışılık olgusudur. Bu konuda hazırlanan bir rapor, inşaat sektöründe kayıtdışılığa dikkat çekmekte 2008 verilerine göre, toplam 20 milyon 867 bin kişi olan istihdamın yüzde 45.4’ünün kayıtdışı olduğunu, inşaat sektörünün ise tarım sektöründen sonra kayıtdışı çalışma oranının yüzde 62.2’yle en yüksek olduğu sektör olduğunu belirtmektedir. Aynı zamanda kaçak göçmen işçi istihdamının en yoğun olduğu sektörlerden birisi olan inşaat sektöründe kaçak işçiler çoğunlukla birkaç ay süreli işler için işe alınmakta, bu işler genellikle ihale ile alınan proje bazlı ve belli bir süre içinde başlayıp biten işler olmakta, göçmenler en fazla bina yapımı-onarımı, yol ve köprü yapımı-onarımı, tarihi eser onarımı gibi işlerde çalıştırılmaktadır. Göçmen işçilerin tamamının asıl işin bir bölümünü yapan taşeronlar tarafından çalıştırıldığı, bu noktadan itibaren işin kayıtdışına çıktığı ve bundan sonraki aşamaların tamamı kayıtdışı olarak sürdürüldüğü belirtilen raporda, işin bazen üçüncü hatta dördüncü kez el değiştirdiği, işin son olarak usta ya da çavuşlara verildiği, kaçak göçmen işçilerin bu usta ya da çavuşlar tarafından çalıştırıldığı ve göçmen işçilere yalnızca vasıfsız işler yaptırılarak, ustalık işler emanet edilmediği vurgulanmaktadır (Tokgöz, 2008:8).
Kayıtdışılık konusunda bir dönem Romen işçilerin, bir dönem Ermenistan’dan karın tokluğuna çalışmaya gelen Ermeni ustaların ve bugün ise özellikle Gaziantep ve çevresinde Suriyeli, yetişkin ve çocuk işçilerin altını çizmeden olmaz. Burada tali bir durumdan değil, sayısı onbinlerce olarak anlatılabilecek bir emek cehenneminden söz ediyoruz. Yukarıda anlatılan pek çok husus özellikle Suriyeli göçmen işçiler düşünüldüğünde bir iki yıllık yeni bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. İşçilerin vatanı yoktur, inşaat işçilerinin de… Sermaye inşaat işçisine özgür bir vatan değil mezar vaat etmektedir, mezarlıkları da milliyetlerine ve dinlerine göre ayrılmamakta, hepsinin ortak mezarı şantiyeler olmaktadır!
Kaynaklar
Özdemir, G.Y. (2010). “Despotik Emek Rejimi Olarak Taşeron Çalışma” Çalışma ve Toplum, 4: 35-50
Tokgöz, G. (2007). Türkiye’ye Yönelik Düzensiz Göçler ve Göçmenlerin İnşaat Sektöründe Enformel İstihdamı (Ankara Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projesi
Kesin Raporu, Proje Numarası: 2007 0908001, Rapor Tarihi: 10.07.2008)
………………………………………………………..
Bu hafta, şöyle genel olarak emek süreçlerine ve bunları belirleyen toplumsal örgüye bakmaya çalıştım. Haftaya biraz tablo ve istatistiklerle, sektöre daha yakından bakmaya çalışacağım. Görüş ve önerilerinizi eposta adresime atabilir