Acil gündem…

Bu memlekette galiba tecavüzde sınır yok…

Gün geçmiyor ki, ele geçirdiğini bir kuytulukta becerene dair bir haber duyulmasın ve bunlar gazetelerde, televizyonda manşet olmasın…

Bu sefer de İstanbul’un göbeğinden bir haber geldi; Bağdat Caddesinin bir karanlık köşesinden, yine bir genç kızın feryadı yükseldi…

Sadece bu mu?

Tecavüzcünün gözü ayırım gözetmiyor. Kadın bulamadığında, ele geçirdiği her yaştan oğlan çocuğunu da hallediyor…

Daha dün gibiydi; umalım ki unutmadık…

Öyleyse ‘neydi’ sorusu havada kalmasın; tekraren yazalım…

Dinci gericiliğin fetva kurumuna, kendi öz böğüz kızına, sulanmanın nikâh düşürüp düşürmeyeceğini soran sapığa, ondan daha sapıkça yanıt veren heyet, beis olmadığında pekâlâ ittifak etti…

Sonrası zevahiri kurtarmak çabasıdır; toplumsal tepkiye, kurumun baş reisi yerine fetva kurulu istenmeden kurban verildi. Yani apar topar ilga edildi…

Ve anlıyoruz ki, bu coğrafyada sapıklıkların nevine ve dahi cins ve cibilliyetine bakılırsa, bu sapkınlıklardan muzdarip ahalinin yegâne ekseni, arzın merkezine şakuli inen iki bacak arası boşluktur…   

Bu boşluğu daha da derin kılan, suçun karşılığında yaptırım uygulayacak hukuk, çoktan ve haniyse yok olmuştur.

Kimi mahkemeler tecavüzcüleri neredeyse aklıyor…

Kararlara esas olarak, kadının varlığı bile tahrik unsuru sayılıyor…

Bağdat Caddesi olayında, henüz soruşturma sürdürülmektedir. Ne ki iktidarın eski bir ak trolü, yememiş içmemiş ve twitter’da, kendi hesabında düzenlediği bir anket sorusunu etiketlemiştir. IBDA-C davasında sanık olan ve 12 yıl hapis cezası alan şahıs, “gecenin o saatinde kızın caddede işi ne (?)” diye sormuş ve haberlere bakılırsa, itiraz edenlerinin dışında, bin kişiden de anketine yanıt almıştır…

Sonrası malum, şimdi şahıs, sağa sola tehdit yağdırmaktadır. Kendisini protesto edenleri “…etnik bölücü ve yasadışı örgüt yanlısı basın yayın organları ve şahıslar…” diye suçlamakta, bunlar hakkında suç duyurusunda bulunacağından dem vurmaktadır… Yani hem kel, hem de foduldur…

***

Başka bir örnek de, Silivri’nin son misafirleri Can Dündar ve Erdem Gül için açıklanan iddianame ve savcının müebbet talebi olsun…

İleri Haber, bu hadiseyi şöyle haberleştirmiş: “MİT TIR'ları haberi nedeniyle tutuklu bulunan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül hakkında hazırlanan iddianamede bir kez ağırlaştırılmış müebbet, bir kez müebbet ve 30 yıla kadar da hapis cezası istendi.”  

Müebbet nedir ki? Kısaca ömür boyu hapis…

Ya ağırlaştırılmış müebbet; eski Ceza Kanunda idam cezasına karşı gelen değişikliğin son hali…

Demek ki savcı, MİT TIR’larına ilişkin habercilik ve gazetecilik yapan iki basın emekçisini, ölüme, ömür boyu hapse ve fren tutmaz bir hukuk gareziyle de, üstüne 30 yıllık bir esaret ve tutsaklığa mahkûm etmek istiyor…

Silivri kapısında, esaret zincirine vurulan tutsaklar için, dayanışma ve özgürlük nöbetleri tutulmaya devam ediliyor…

Sadece bu mu? Fikir açıklayan akademisyenlerin imzaladıkları metinden dolayı terör örgütü elemanı sayıldığı ve ölüme karşı barış istemenin suç olarak anıldığı değme günlerden geçiliyor…

İnsan yazarken, insan okurken, insan yaşarken, memleketin ve ahalinin bu makûs talihine tükeniyor…

***

Türkiye’de olan biten hadise kısaca şudur; her türlü hukuksuzluk neredeyse kanıksanmıştır…

Bu kanıksanma sürecinin perde arkasında, imbikten damıtılır gibi işletilen, bir rejim değiştirme süreci yatmaktadır. Bu süreç kimi zaman biat, çokça itaat, haylice korku ve üstü açık şartlanmalarla kodlanmıştır. Değer yargılarının tarumar edildiği, toplumsal biçimlendirmenin merkezinde duran laik yaşam anlayışının iğdiş edildiği, bir karşı devrim yaşanmaktadır. Her türlü dinci gericilik ve yobazlığın, adeta hokkabazlık marifetiyle ve inanç özgürlüğü diye yutturulduğu, sonucunda doğaldır ki, kadına tecavüzden, ahlak adına katledilmesine; çevre, doğa tahribatından, her türlü öz kaynak hırsızlık ve satışına değin, derin bir başkalaşma yaşanmaktadır.

Kısacası, haftanın altı günü olup bitene, haftanın yedinci günü yorum yazmaya kalkmak, artık omuzda taşınamayacak kadar ağır bir yük olmakta, ciddi nefes daralması yapmaktadır.

Yok, böyle değil diyeni çıkmazsa, söylenecek her türlü sözün çoktan bittiği; yazılanların daha yazılırken kendini eskittiği; yarına ve değişime yol döşeyecek yığınlarla reçeteye karşın, umudun tükendiği bir toplumsal kopuş ve dağılma çizgisindeyiz.

Bu tespitten sonra isteyen kıbleye dönüp, ölmeye yatabilir…

Ama kazın ayağı öyle değil…

Her şeye rağmen ve oysa hayat ondan vazgeçilemeyecek kadar güzel ve yakıcıdır. Her şeye karşın, yarına dair arayış içinde olacaksak, önümüzdeki stratejinin çok yalın olarak, “laiklik ve özgürlükten” geçen bir mücadele hattına dizildiğini ifade etmek gerekir.

***

Sosyal medyada yaygın paylaşımların yapıldığı “feys” sayfalarına bakılırsa, son günlerin umutsuzluğu, özlem duyulan eski Türkiye fotoğraflarına dökülen gözyaşlarında paylaşılıyor. Türkiye’nin gecikmiş burjuva devrimiyle kavuştuğu modernitenin bugün, kılıktan, kıyafete; yaşam tarzından, inanca değin başka kalıplara döküldüğü ve hayatlarımızın orta yerine oturduğu anlaşıldıkça, AKP’ye oy vermemiş toplumun diğer yarısında adeta eskiye tutkulu bir özlem ve çağrı artıyor…

Oysa o eskinin burjuva Cumhuriyeti çoktan bitmiştir. Bir daha olamayacak olanı da, Cumhuriyetin eski burjuva düzeninde ayağa kalkamayacağıdır. Zira burjuvazi, daha önceleri de becerdiği üzere, bugün her türlü gerici siyasete ve rejim değişikliğine, sermaye istikrarı adına hiç ses etmeden önemli bir uyum göstermiştir.

Kısacası halk sınıfları, el elde, baş başta tıpkı kurtuluş ve kuruluş günlerinde olduğu gibi en başa dönmüştür. Şimdi bağımsızlıkçı, aydınlanmacı ve laik bir Cumhuriyeti yeniden kurmak gerekmektedir. Bu kuruculuğun birincil ayırdı ise, Cumhuriyetin, yeni bir emekçi Cumhuriyeti olması adına, verilecek mücadelenin toplumsal kurtuluşçu olması gereğidir.

Şimdi, her gün moleküllerine bölünmek yerine, ortak bir cephede, emeğin temsiliyetini taşıyan ilerici sol mücadele için örgütlenme gerekmekte ve bunun için de acilen akıllar başa devşirilmeyi beklemektedir.

[email protected]