Abluka’nın ardından

Bütün bir ülke ve hayatımız ablukaya alınmış durumda. Sokaklar, caddeler, düşler, düşünceler... ablukada.

İçeriden, mapusaneden çıkıyoruz… ama çıkamıyoruz aslında! Artık bütün bir ülke hapishane çünkü. Gri ve karartılmış, isli, paslı, puslu, pis bir ablukadayız. 

Sarılıyor etrafımız, sarsılıyor her yer. Kapatmışlar çevreyi, tepiniyorlar üstümüzde habire. Bitimsiz bir yıkım ve yersarsıntısı. Kirli duvarlarla, sonu belirsiz davalarla, kolluk güçleri ve silahlarla donanmış güçlü bir abluka. 

Akrepler, helikopterler, patlamalar, baskınlar, yangınlar… alevler günlük hayatımızın neredeyse sıradan bir gerçeği. Çepeçevre sarıyor yaşadığımız her yeri.

Büyüt tehditler var dört bir yanda, tehdit algısı yaratılıyor ya da: Başıboş köpekler, her tür pisliğin izini sürebileceğiniz çöpler, şu belalı mahallelerdeki hücremsi evler, motosikletleriyle hızla gelip geçen karanlık tipler, her an her yerden belirebilen gölgeler, yeraltında gizli gizli bira içilen kaçak mekanlar, sorgu odalarına dönüştürülen depolar, uzun pardesülü şüpheli kişiler, teröristler, teröristler, teröristler…

Peki, gerçek terör ne ve peşine düşebileceğimiz izleri nerede?

Her yerde! İz peşindeyiz sürekli. Gözümüzle, kulağımızla, elimizle ve bunlar yetmezse burnumuzla tabii ki. İyi bir iz sürücü olmak için iyi koku almaya bakın en iyisi. Tıpkı köpekler gibi!

Abluka bu, köpekleri öldürerek köpekleşmemizin de tarihi.  Ekmek parası uğruna, leş gibi işlerde leşleşmemizin.

Koklayın bir iyice burnunuzla havayı şimdi. Çöplerin tek tek ayırt edici kokuları da burada, insanların toplu halde ayırt edilemeyen korkuları da.

Ah şu korkularımızdan bir kurtulsak, kurtulabilsek sahi. Ah bir istikrar gelse de şu patlamalar, gümlemeler, tekmil huzursuzluk bir son bulsa. Ah bir gelse, herkes evinde rahat etse, iki göz bir oda, perdeler kapalı, televizyon açık, akşamları güzel diziler, gündüzleri herkes işinde gücünde falan, istikrar gibi istikrar işte! Nerdeeee?!

Baksanıza çöpleri bile yakıyor bu namussuzlar! Her mahallenin/mahallelinin, giderek tüm ülkenin/yurttaşların huzurunu kaçırıyorlar. Her yerdeler. Terörist mi çıktı şimdi bu alt kattaki halim selim komşular?! Vah, vah, vah, evlerine karakol kurulasıcalar.

Neyse ki çok güçlü bir devletimiz var. Her yere uzanabilen çok sağlam kolları, uzuvları var.  Her yerde kulağı, gözü, burnu var. Biraz sarsak da olsalar, sık sık şapşallık da yapsalar, amirlerine itaat etmeye yeminli ajanları, ihbarcıları, tetikçileri var.

Bir distopya bu. Günlük, sıradan, faşizan bir distopya. Başka cehennem de yok biliyorsunuz, yaşıyoruz hep birlikte, şimdi ve burada…

Alışveriş yapmaya çalışıyoruz, daracık sokak aralarında kurulmuş, sarı alevlerle aydınlatılmış biçimsiz bit pazarlarında. Bir çıkış  mümkün mü diye zorluyoruz; nasıl olduysa elimizden kurtulan bir köpeciği sahiplenme çabamızla. Eve kapansak, duvarları kazısak, yeni duvarlar inşa etsek de sonuçsuz kalıyor arayışlarımız bir noktada. Hep abluka altındayız. Ölüm var ucunda...

Abluka bu; distopya ve ölüm olmayacak da, ne olacak allah aşkına?!

*

Sadece abluka değil, aynı zamanda iktidara, otoriteye, devlete karşı bir dil de bu. Epey önemli bu yanıyla.

Karanlık bir dil aynı zamanda. Sona doğru, gökyüzündeki kuşları çığlık çığlığa uçursa da (özgürce bir uçuş mu bu, zorunlu bir kaçış mı, yoksa abluka altındaki bölgeleri büsbütün terk ediş mi) en nihayetinde çıkışsız bir dil.

Yaşadığımız günlerin gerçekleri de öyle değil mi: Devletin zoru, zorlamaları, zorbalıkları bir yanda; piyonları ve zavallı insancıkları diğer yanda; patlamalar, bombalar, (adı konmamış) iç savaş koşulları her yanda. Coğrafyamızın hakiki acıları… Bizim eskiden bir aydınlık gerçekçilerimiz vardı, şimdi “karanlık gerçekçilerimiz” var. Koyu karanlıkta yaşamaktan, naçar!

Düşünsenize, Silvan, Cizre ve Nusaybin’de yaşananları. Günlerce kalkmayan ablukaları, biteviye saldırıları. İşte böyle halimiz; karanlık gerçeğin içerisinde “doğrulanan” filmlerimiz var. Okmeydanı’nda, Nurtepe’de, Gazi’de, Küçük Armutlu’da, 1 Mayıs Mahallesi’nde her gün yaşanabilen “film gibi hayatlarımız” var. 

Abluka altında sıkışmışlığa/sıkıştırılmışlığa karşı sorularımız da var:

Gerçek hayatta neler olup bittiğini bilsek de; neden olup bitiyor tüm bunlar pek belli değil sanki Abluka filminde? Nereden kaynaklanıyor bu abluka? Onca belirsizlik niye?

Abluka’dan önce, Tepenin Ardı’nda da aynı gelgitler ve alegorik anlatım,  gerçeklik duygusunu bir miktar zedelememiş miydi? (*)

Tamam, özel vurgulamalar, kör gözüm parmağıma ısrarlar, reçeteler, haplar falan beklemiyoruz ama hep alegori, hep alegori, hep alegori… nereye kadar be abi?

Determinizm, nedensellik ve akılcılık bir yanda, belirsizlik, kargaşa ve rastgelelik diğer yanda; neden hep ikincileri seçiyor günümüzün sanatsal aklı acaba?

Yarı paranoya yarı gerçek bir alemde dolanıyoruz diyelim. Dilerseniz üstgerçekçi diyelim. Absürd de var mı içinde peki? Yahut yıllar önce ikinci yeniye sorulan soru; saçma olmasa da tam “saçma’ya kadar” mı bu anlatım tarzının kendini var edişi? 

Ve en önemlisi en sonda galiba: İyi anlatıyorsun, hoş anlatıyorsun da hocam, nasıl yarılacak sence bu abluka?..

---

(*) Emin Alper’in “Abluka”dan önce yönettiği “Tepenin Ardı”nda filminde ana hat, taşra ve küçük taşra insanının çıkarları/ çıkar kavgası idi; burada büyük şehir gözlerimizin önüne seriliyor ve sürekli bir çatışma/savaş hali var. Ortak nokta, sıradan hayatların alevler içerisinde sürebilmesi gibi. Ve illa ki bir yerde tökezlemesi.

“Tepenin Ardı” için yazarken şöyle demişiz zamanında: “Savaşlar, sınırı belirleyen tepelerin öbür tarafında da olabilir, bu tarafında da. Kıbrıs’ta da, Roboski’de de olabilir; arazide de olabilir, karakolda da; kızılderili de olabilirler, karaderili de; kaçakçı da, yörük de; açılabilecek çok kapı, çok pencere var burada (…) Alegori, çok katmanlılık, yan anlamlılık, çoğul okuma, çağrışımsal güç vb. anlamında elverişli bir zemin var zaten ortada. Edebiyatta da var, sinemada da. Müzikte olmaz mı hiç; en kralı, en soyutu var. Resim, heykel, drama, uzatmayalım daha fazla!..”

Evet uzatmayalım; aynı çizgide, hatta bir üst çizgide başarılı/düşündürücü bir film izledik, bugün hayatın farklı alanlarında karşılaşageldiğimiz büyük “abluka”yı sorgulayabildik sonuçta…