8 Martta “emekçi kadın” olmak…

Hazret 8 Mart itibariyle buyuruyor: "Birileri rahatsız olsa da, benim için kadın öncelikle annedir” diyor… İyi de anne olmayan kadını ne yapacağız. Ya da kadın kimliğinin yegâne ölçütü anne mi olmaktır? Öyleyse RTE’ye göre, kadın=anne ise, kadınlık kimliği ve hali, acaba yeni bir inanç ve tapınç biçimi olarak mı kodlanmak istenmektedir.

Anne kavramına itiraz ettiğim falan zannedilmesin…

Anneliği, gerçek hayat ile duygularımız içinde en özenli ve benzeri olmayan istediğimiz bir yere oturtabiliriz. Muhtemelen de böyle yapılıyor…

İtirazım, AKP’nin bu konuda da beceriyle kotardığı bir algı yaratma çalışması yapılmasıdır. Kadın kimliği, annelik üzerinden, erkeğin yegâne egemen olmayacağı biyolojik bir alana sıkıştırılmakta ve kafaya deli donu geçirir gibi, kadın hem hayatın diğer bütün alanlarından dışarı sürülmekte ve hem de fiiliyatta ve algılarda erkek egemen bir tahakküm alanı yaratılması meşrulaştırılmakta ve pekiştirilmektedir.

RTE basına sürmanşet olan eski beyanatlarından birisinde “dindar ve kindar nesiller yetiştirilmesi” gerektiğini dile getirmiş ve anaları da görevli kılmıştı. RTE’nin bu türden konuşma ve söyledikleri bütünlüklüdür. Kadına asgari üç çocuk doğurma kotası tayini, bu bütünlüklü söylemin bir parçasıdır. Kısacası “dindar ve kindar” yeni bir nesil, AKP’nin her yerine damgasını vurduğu “parti-devlet rejiminin” dönüştürücü öznesini oluşturmakta ve kadın kimliğinin annelik kompartımanına duyulan derin ihtiyaç da bu bağlamdan ortaya zuhur etmektedir. Yani daha ne olsun; kadın anne olsun; evinde otursun; dindar-kindar çocuk büyütsün ve kendinden beklenen kuluçka işleviyle, yeni rejimin ihtiyaç duyduğu gericileşme timsali diğer görevlerini de yerine getirsin… 

RTE-AKP şürekâsı, hayatın her alanını ve olayını, kurguladıkları ülke modeline uygun kılmak adına, hem algıda ve hem de fiiliyatta dönüştürüyor ve “islamofaşizme” peşkeş çekerek büyütüyor.

Kısacası, kendi gelecekleri açısından tehlike gördükleri sosyal gerçeklikleri de kendi iktidar alanlarının dışına itmek için, elinden geleni ardına koymuyor…

O nedenle, hazret, 8 Mart’ta, kadınlık durumunu, annelik üzerinden bir defa daha tarif ederek “Emekçi Kadın” kavramının kendisini karartıyor ve “Kadın Hareketlerinin” her eylemine, adeta terörle mücadele eder gibi saldırıyor.

Emek ve emekçi kadın, kavramsal olarak RTE-AKP parti-devlet rejimi için korkulu bir rüyadır. Emek lafının telaffuzu dahi, bu rejim için kâbustur. Zira emeğin yaratımında, öncelikle insanın bilinçli davranışına gereksinim vardır. Bu itibarla kavramsal olarak “emek” belli bir amaca ulaşma meselesini, hareketin başlangıcı olarak alır ve sonuncunda da bilinçli insanın hem doğal, hem toplumsal çevresini ve hem de kendini değiştirmesini olanaklı kılan bir çaba ve çalışma süreci olarak olguya adını yazdırır. 

Yani “emek” bu denli masum bir sözcük olmasına karşın, iktidarın sınıfsal aidiyeti nedeniyle, adından bahsedilmesinden özenle sakınılan ve neredeyse yasaklı kılınan bir kavramdır…

İnsanın hem kendisini, hem de doğal ve toplumsal dönüştürücü çabasını tetikleyecek bilinçlilik durumu, bireyin aydınlanmasıyla ilgili ve kendi farkındalığına varmasıyla sonuçlanacak bir gidişattır.

O zaman ortaya bir soru çıkmaktadır?

Bugün, egemen sınıfların politik-iktidar aracı ve aygıtı olarak temayüz eden RTE-AKP teşkilatı, acaba “emekçi kadın” kavramına nasıl bakmaktadır?

Bütün eylem ve söylemlerine bakılırsa şöyle bir çıkarsama ve sonuca erişilebilir:

Emekçi kadın, kendi emeğinin öznesi olmaktan arındırılmış; insani bilincini yetkinleştirme özgürlüğü dâhil, doğayı, toplumu ve kendini dönüştürücü bütün çalışma süreçlerinden adeta yasaklanmış ve böylece zapturapt altına alınarak, sadece çocuk doğurma ve analık işleviyle donatılarak, evde oturtulmaya mahkûm kılınmıştır.

Ne için? İlk basamakta her halde “dinci ve kinci” nesiller yetiştirilmek için…

Tamam da, bu mesele sadece böyle midir? Değilse, ikinci başka bir basamağa bakmak gerekir!

AKP, kadın emeğinin, piyasacılığın sömürüsüne daha açık hale getirilmesi meselesinde, nice kapitalist hükümete parmak ısırtan başarılara da imza atmaktadır. Nasıl mı? Kadın, analıkla taltif edilip eve kapatıldığında ve hem hayatın içinden, hem de çalışma süreçlerinden kopartıldığında, emek piyasaları sömürüsüne, bir de evden katılımla bir destek sağlanmıştır. İşte bunun için de 6111 sayılı torba bir kanun yapılmış ve kadın, işgücüne, evinde oturtularak cebren katılmıştır. Örgütlenme biçimiyse, bildik kapitalist esnek üretim tarzının yerli bir biçimidir. Buna göre evlerde parça başı siparişe uygun atölye kurulmakta, aile bireyleri de kural, iş güvencesi ve denetimin bulunmadığı bir ortamda, siparişi verenin fiyat belirleyiciliği altında, evinde işçiye dönüştürülmektedir. Böylece, temel işi çocuk doğurmak olan kadın, aynı zamanda ve Marks’ın tanımıyla “küçük meta üreticisi” kılınmaktadır.

Kadın o hayata can veren yaratıcılığı bağlamından kuşkusuz çok değerlidir. Ne ki kadın bir kuluçka makinesi değilse, her türlü insani özellikleriyle toplumda erkekle eşit olması gereken bireydir. Oysa kadın cinsiyeti, erkek egemen toplumlarda kadını boyunduruğa alan bir sömürü aracına dönüştürülmüş, kadın, bedeninden başlamak üzere metalaştırılırken, cinsiyet ayırımından, taciz ve tecavüze ve bizim coğrafyalarda özellikle canından edilmeye kadar her türlüsünden yaygın bir zorbalığa teslim kılınmıştır.

Kadının sınıfsal konumu önemlidir. Bu anlamda da ezanın, cefanın en ağırını çeken emekçi kadındır. Ne ki sadece onlarla da sınırlı olmayan, neredeyse her sınıftan kadına sınıfsal aidiyetleri bağlamından özelleşen istismar kanalları toplumsal yaşamda hüküm sürdürmektedir.

Türkiye’de 8 Mart, Osmanlının son günlerinde, “Emekçi Kadınlar Günü” adıyla ilk kez 1921'de, bir mücadele günü olarak tarihe geçmiştir. 1977'de, 8 Mart'ın BM’ce “Dünya Kadın Günü” olarak ilanından bu yana, birkaç kesintiyi saymazsak, gün anılarak ya da kutlanarak 2016'ya değin devam etmiştir.

Haziran Direnişinde öne çıkan kadın kimliğinden sonra, toplumsal olaylardaki öncü kimliğini giderek görünür kılan Türkiye Kadın Hareketi ve onun ilerici, sosyalist damarı, RTE ve AKP kumpanyasını özellikle bu yıl itibariyle hayli tedirgin etmiştir. Bu da 8 Mart'a yönelik tutum değişikliğine neden olmuş ve sonuçta da, gün Türkiye’deki yasaklar listesine dâhil olmuştur. Kadının adının daha cesur ve yüksek sesle anıldığı bir günün, siyasi otoritece susturulma çabaları ve kolluk kuvvetlerinin korku salsın diye orantısız güce müracaatı, kadın direnişini zedeleyememiş ve kadın hareketi çeşitli temsiliyetler ve geniş katılımlarla sokağı AKP’ye bırakmamıştır.

Kadının sınıfsal emekçi kimliğini, adına yansıtan 8 Mart, emek hareketi bakımından sadece kutlanacak ya da hatırlanacak bir sosyal ayin falan değildir. Adı üstünde, emekçi kadın lafzı, sınıfsal aidiyeti bakımından, toplumculuk mücadelesine içkindir. Yani ve kısacası kadın başa ve öne atılmalı, erkekle beraber, savaşsız-sömürüsüz bir dünya yaratılması mücadelesine omuz omuza katılmalıdır.

Hem de her gün; hem de her an…