2000’ler şiiri, korku kekelemesi

İki binler şiiri, birbirini besleyen iki korkunun ürünüdür. Birincisi ve asıl olanı, tekelci düzenin yaşamın her alanında kurduğu baskının ürettiği korkudur. Bu korku yalnızca devletin şiddet araçları eliyle işlenen infaz, işkence, hapishane korkusuyla sınırlı değildir, işsizlik korkusu, yoksulluk, kredi kartı borçlarını ödeyememe korkusu, işe yetişememe, patrondan azar yeme korkusu, üniversiteyi kazanamama vb. yaşamın bütün ayrıntılarına sinmiş korkular karmaşasından oluşur. Bugünlerde meydanlarda, duraklarda patlatılan bombaların korkusu… Tekelci düzenin asfalt ve beton şehirlerindeki dinmeyen uğultuyu ve kirli havayı bir korku atmosferi sarar. Bu korku atmosferinin karanlık sisleri arasında görmezden gelinmeye çalışılan ürkütücü bir hayaletin anısı saklıdır; bir zamanlar siyasi varlığını azçok duyurmuş bir sınıfın, işçi sınıfının siyasi örgütlülüğü umacısı. Kapitalist sınıfın, 15-16 Haziran 1970’den, büyük işçi kalkışmasından beri gördüğü kâbus, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleriyle karşıtına transfer edilmiştir. Bu iki darbenin şiddetiyle, siyasi ve örgütlü bir işçi sınıfının korkusunu en çok işçiler duyar hale getirilmiştir. 

2015 baharında, otomotiv sanayisinde, düşük ücretlere karşı artırım talebiyle başlatılan direnişler sırasında, bir fabrikada işçilerin, “biz ekmek paramız için direniş yapıyoruz, aman aramıza siyasiler karışmasın” diye önlem aldıklarını okumuştum. Ekmek parasının siyasetsiz artırılabileceğini düşünen, siyaset korkağı bu işçiler beni ne kadar hüzünlendirmişti. Geçen yıl yeraltı maden işçilerinin, grev yapmak yerine, madene inerek “açlık grevi” yapmaları da benzer bir sonucu gösteriyor. Her şeyi yaratan işçi, patron bir parça daha ücret versin diye, üretimi durdurup grev yapamıyor, açlık grevi yaparak, ahlaksız, vicdansız patron karşısında kendi bedenine zarar verecek bir eyleme kalkışıyordu. Kapitalist sınıf kendi korkusunu işçinin korkusu yapmayı başarmakla kalmadı, AKP iktidarıyla, dini kullanarak işçi sınıfını büyük ölçüde kendi siyasetinin oy destekçisi haline de getirdi. İşçi sınıfını örgüt ve siyaset korkağı etmede öte dünya korkusu da işe yaradı.

Egemen sınıfın yaşamı kuşatan baskı ve şiddetinin yarattığı korku, emekçi sınıfların aklını durdurdu. Ezilenler, akıldan ve siyasetten uzak durmayı hayatta kalabilmenin güvencesi olarak algıladı. 

Siyaset korkusu, Gezi ya da Haziran Ayaklanması’nın da en büyük korkusuydu. Hayatın dayattığı siyasetten kaçmak için, var olan örgütler bile ortak bir program ekseninde bir araya gelemedi. Gezi’yi apolitik bir direniş olarak niteleyen veya siyasi yönü net ve belirgin olmadığı için öven sermaye yazıcıları çıktı. 

2000’LER ŞİİR ANTOLOJİSİ

2000’lerin şairi, bu çerçevede, büyük korkunun bir taşıyıcısı olarak yerini alıyor; büyük ölçüde küçük burjuva bir sınıfsallıktan doğduğu için tekelci düzenin bütün korkularını içselleştiriyor. Siyasetten işçi sınıfından da çok korkuyor. 90’ların başında yaptıkları bir şiir sempozyumunda, sevinçle, “12 Eylül’den sonra şiir politikanın etkisinden kurtuldu” demişlerdi. [1] Bu kurtuluşla 2000’lere geldiler ve ortaya ne çıktı? 

Cenk Gündoğdu’nun hazırladığı 2000’ler Şiiri Antolojisi, bu sorunun cevabını araştırmak için iyi bir kaynaktır. Kırmızı Kedi Yayınevi’nce 2016 yılında yayınlanan bu antolojiden yararlanarak, bu şiirin bazı özelliklerini ele almak istiyorum. 
İnsan korkar vardır gerçekte

Bir şiir dizesidir. Çok önemli felsefi üç kavram, insan, var, gerçek ve bir de korku. Bu dört sözcükten anlam ileten bir cümle çıkmıyor. Türkçe cümle sözdizimi açısından esnektir, ama buna rağmen burada şairin anlamlı bir dizesini bulamıyoruz. Belki öteki dizelerle bir anlam iletir sorusunu havada bırakmamak için devamını da aktarıyorum:

insan korkar vardır gerçekte
korktum korkacağım kadar seyrek
ben maddenin hır hali hırçın hali
korkuyorum suda yürümek oldum ama 
bir körün dinmez kuşkusuyla doluyum
korkumdan giderek iri bir nesne mi olsam
dürbünlü bu tüfekle gecenin leşine varsam

Hüseyin Kıran, s.71

İlk iki dizeyi birlikte okuduğumuzda da bütünlüklü bir anlam oluşturamıyoruz. Yedi dizenin dördünde korku ve beşincisinde de onu besleyen kuşku kavramı var. “İnsan korkar” gibi bir genellemeyle yola çıkıp “korktum korkacağım kadar seyrek” demekle ne anlatıyor. Mantıksal olarak “çok”la bitecek dizeyi “seyrek”le bitirerek kelime oyunu yapmak için mi yazıyor? “Korkuyorum suda yürümek oldum ama” ne demek? “Korkumdan giderek iri bir nesne” olunca kurtulacak mıyım? Dürbünlü tüfek kimin elinde, üstelik “bu tüfek”; “gecenin leşi” nedir? Cenk Gündoğdu’nun Antolojisinde bu dönemin şiiri üzerine yazılar da var. 2000’ler şiirinin “imgeci” bir şiir olduğunu söylüyorlar. Ben burada bir imge de göremiyorum. Korkumdan giderek iri bir nesne mi olsam, sorusunda mı imge var, yoksa bir körün dinmez kuşkusuyla dolu olmak mı imge. Körün dinmeyen kuşkusu nedir, nasıl bir şeydir, bende hiçbir imaj oluşmuyor.

Ben bu dizeleri korkunun somutlanmış hali olarak anlıyorum. Az önce çizdiğim çerçeveye oturtunca anlamlı hale geliyor. Bu şiirin öznesi, şairi de diyebiliriz, o kadar korkmuş ki, anlamlı bir söz söylemek istemiyor. Sanki kekeliyor; “insan vardır korkar gerçekte” dizesi budur. “Çok”la “seyrek” arasında kelime oyunu yaparak akıldışı oyununu sürdürüyor. Bir de “hır” ve “hırçın” ses benzeşmesinden yararlanarak yakalamaya çalıştığı şiirsellik var; “ben maddenin hır hali hırçın hali”. Bu kadar korku içinde herhalde kendisini kandırmaya yönelik bir teselli dizesidir. “Suda yürümek olmak” da, mantık ve akıl düzleminin dışına düşerek konuşan bir özneyi imliyor. Herhalde şiirin öznesi, korku kaynağının bu kadar kekemelikten sonra kendisini tehdit etmekten vaz geçeceğini ummaktadır ama yine de kuşkulu, bu kuşkuyu, nasıl oluyorsa “körün dinmeyen kuşkusuna” benzetiyor. Dürbünlü tüfek ve gecenin leşi de bu korku atmosferinde mantıksızlık oyununun bir parçası olarak sahneye çıkmaktadır. Tüfek kimin elindedir, belli değildir. Aktardığım bölüm uzun bir şiirin parçasıdır; bütününde şiirin öznesi belirsizdir. Şiirde konuşan ben kimdir. Kimi yerde korkusundan kekeleyen bu ben’i kimi yerde

Füzeler kaldırdım haykırdım ve vurdum
Baktığım her yer kan ve patlama

diye konuşurken buluruz. 

TOPLUMSALLIKTAN KAÇAN ŞİİR

2000’ler şiirinin birinci niteliği, korkak bir ben’in şiiri oluşu ise, ikinci niteliği de bu ben’in kim olduğunun belirsiz oluşudur. Daha doğrusu, toplumsallık dışı bir ben’in şiiridir ve dolayısıyla toplumsal koordinatlardan yoksun birinin kimliğini belirli biçimde anlamamız mümkün değildir. O, biçimsiz, ele avuca girmez, sorumluluktan kaçan bir şey olmak ister. 

bilirim korkudur bir çiçeği kokutan ecza
korkarım bir şekil almaktan

    Atakan Yavuz, s.114

Çiçeğin kokusunu korkuya bağlamak büyük şairlik! Siyasal bilinçten, sınıf bilincinden ölesiye korkan işçiler gibi, 2000’ler şairi de toplumsallıktan, sınıfsal çelişki ve çatışmalardan ölesiye kaçmaktadır. Gerçeğin anlamlı ve bütünlüklü bir imgesinden ölesiye korkmaktadır. 

Şiirlerde dizeler arasında bütünlük yoktur, her şey her şeyle iç içe, yan yana gelebilir. Eğer şiir denilmeyi hak ediyorsa, 2000’ler şiiri, insandan çok nesnelerin şiiridir. Antoloji’de banka para çekme makinesinin ağzından yazılmış, “Miraç Asansörü”yle katlara çıkılan, ev telefonunun terk edilmişliğini anlatan şiirler var.

Yukarda bir bölümcesini aktardığım şiirden örneklersem, bir şehirden söz eder ama bu şehirde insan yoktur. Bir dizede şöyle der: “madde bu inşaatla çünkü şehir olmuştur”. Ama inşaatla maddeyi şehre dönüştüren ve bu şehirlerde hayat kavgası veren insan şiir dışıdır. 2000’ler şairi, nesnelere gösterdiği dikkat ve “yaratıcılığı” bir insana çok görür. 

İnsanı yazarken bile nesneleştirerek yazar. Nesnenin sıfatlarını insana yükler.

2000’ler şiiri, büyük ölçüde kendinden nefret eden bir öznenin şiiridir. Doğmuş olmaktan pişman olduğunu söyler. Şiirlerde en çok kullanılan sözcüklerden biri ölüm’dür. Mezarlıklar gözde mekândır. Sanduka, Yeni Osmanlı’yla birlikte tarihten çıkmış, bu şiirlerde pek sevilen bir nesne olmuştur.

Emel Güz, “Östrojen” şiirine şöyle başlar:

Anne! Ben sende kötü bir başlangıçtım.
Hayatın kanlı duvarına sancıyla tutunan taş.

    Emel Güz, s.117

Bir başka kadın şair Gülce Başer’de ise, şiirin öznesi şöyle tanımlar kendini:

Minibüsçülerin pek önemsemediği yüz elli kuruş
Taksicilerin daha da sevmek istediği on lirayım, kendime yetiyorum.

    Gülce Başer, s.105 

İnsanı zavallılaştırmada, küçültmede birbirleriyle yarışıyorlar. Bir şiirde, sevgilisine seslenen şair “ihanet” çetelesi çıkarıyor; “Sana üç haftadır ihanet etmiyorum / Sana üç hafta dile kolay” (H. Ünal, s.108). Korkak, zavallı, akılsız, bütünlüklü bir dünya içinde var olamayan, kendi kendine konuşan, kendini yıkmaya çalışan bir öznedir bu. Bu özne gerilemiştir, dilinde dinsel sözcük ve imajlar çoğalmıştır. Sıklıkla yakarır. Dili dua ve tekerleme diline benzer ama bütünlükten yoksun oluşuyla ikisinden de geridir. Şiir diye Antoloji’ye alınan uzun bir tekerlemeden alınmış şu bölümceyle örnekleyebilirim:

Şey tantana şu ara takıntısı:

Büküm bilmem kaç gitsin verileri şuara’da
Ayet şayet bu arayı yoksayan şehla kafir
Kafirun suretinde türetiyor darwin’in darlık
Çözücü bezelyelerine ezelden eza faytonları

    Murat Üstübal, s.80

2000’ler şiirinin Antoloji’ye girmeyi hak eden örneklerinden birinin küçük bir bölümcesi budur; iki buçuk sayfa boyunca buna benzer dizeler sıralanmış. Bunların şiir olup olmadığı tartışmalıdır, istisnaları ayırırsak, Cenk Gündoğdu’nun 2000’ler Antolojisi’nin büyük bölümü bu türden şiirlerden ibarettir. 

Korku kekelemesi, akıl kekelemesine, mantık çöküntüsüne evrilmektedir. 

Dinsel kavram ve imajlar bu şiiri sarmıştır; moda deyişle “zamanın ruhu” deyip geçebilir miyiz?

EDEBİYAT İKTİDARININ KOŞULLARI

Bu şiir, elbette haksızlıklarla, savaşlarla dolu bir dünyada var olduğunu bilir, ama bunları hep dışsallıklarıyla, belirtileriyle görüp geçmeye çalışır. Bütünsellik yoksunu, toplumsal kavram ve kategorilerden ölesiye korkan bu şiirden yaşadığımız dünyaya ilişkin doğru, nesnel, ileriye açılan duyarlıklar ve anlamlar bekleyecek kadar tutarsız değiliz. İnsanın kendini ve dış dünyasını, yani toplumu anlama ve anlatmasının bu binlerce yıllık sanatı, şiir, nasıl bu ölçüde yozlaşmış, yaban ellere geçmiştir; asıl soru budur. Nasıl oluyor da iki yüz yıla yaklaşan çağdaş şiir tarihimiz, 2000’lerde bunları şiir diye yazanların eline kaldı?

Bu şiirlerin geçmiş Türk şiiriyle de hiçbir bağları, ilintileri bulunmuyor. En çok benzetilebilecekleri İkinci Yeni’ye de tam olarak bağlayamıyoruz. İkinci Yeni şairlerinin entelektüel dünyalarının izi yok bunlarda. Bayağı benzetmeler, çirkin dizeler, toplumsal hiçbir değer dizgesini umursamayan çıkarımlarla sürüp giden bu şiirleri okumak da büyük bir ızdırap. Zaten okunmuyor da. Herhalde, kendi çıkardıkları elli altmış kişinin okuduğu dergi ve kitaplarda üreyen ve çürüyen bir şiir…

2000’ler şiiri iki korkudan çıkıyor demiştim; birincisini açıklamaya çalıştım, tekeller düzeninin baskısının yarattığı korku. 

İkinci korku ise, edebiyat alanındaki iktidarın ürettiği korkudur. 

90’larda şiirin apolitikleşerek özgürleştiğini söyleyenler, 2000’lerde bütünüyle edebiyat dünyasına hâkim oldular. Kapitalist sınıfın büyük korkusunu, emekçi politikasını şiirden kazıma işini piyasa edebiyatının şebekesi üstlendi. Sermaye yayınevleri, edebiyat dergileri, ödül jürileri, AVM kitapçıları ödül ve ceza zincirinin halkaları olarak örgütlendi. Şairleri, yayıncı bulamama, dergilerde yer alamama, ödül verilmeme korkusuyla toplumsallık düşmanı, anlam yoksulu bu şiiri yazmaya koşulladılar. 

Eğer bunlar şiirse, bizim yüz elli yıllık şiir tarihimizin ustaları, her dizelerinde insanın toplum ve tarih içindeki varoluşunu, çelişki ve çatışmalarını şiirleştirenler şiir yazmadılar. 

Onların yazdıklarına şiir diyorsak, 2000’lerin sayfa üstünde dizili satırlarına başka bir kavram bulmak zorundayız.


Not bir: Bu yazı daha önce Sanat ve Hayat dergisinin Kış 2017 sayısında yayınlanmıştır.

Not iki: Kasım 2016’da yayınlanan Bestseller Okuma Kılavuzu kitabımın ikinci baskısı çıktı. Gösterdikleri ilgiyle kısa sürede kitabın ikinci baskısını sağlayan bütün okurlara teşekkür ederim.

[1] Daha doksanların başında, politikadan kurtulmaktan sevinç değil, utanç duymaları gerektiğini yazmıştım. “Seksenli yıllar Türkiye’de büyük bir devlet terörüyle insanların politikadan uzaklaştırıldığı yıllardı. Bu dönemde politikadan kaçmak ‘zor yol’ değil, ‘en kolay’ yoldu. Egemen sınıflar ve devleti, toplumun önüne bunu, politikasız bir yaşamı, politikasız bir sanatı tek geçerli yol olarak koydu. ‘Zor yol’ buna direnebilmekti. Zor yolu seçenler hapislere kondu. İşkencelere uğratıldı. Öldürüldü. Devletin istediği çizgide şiir yazanlar, bunu zor yol olarak çıkarıyorlar şimdi karşımıza. Bununla övünüyorlar. Utanılacak bir şeyle övünüyorlar.” (B. Sadık Albayrak, Cinayet Olan Edebiyat, Doğu kitabevi, 2015, İstanbul, s.90-91.) Bu kitabın Şiirde Yenilik Diye Sunulan Gerilik, s.87-169, bölümü 2000’ler şiirinin öncülü, benim Üçüncü Geri dediğim 90’lar şiirinin eleştirisinden oluşuyor.