2 Temmuz 1993’ü üreten tarihin köydeki izleri: Güllüceli Kâzım

TİP milletvekili, Yazar Yusuf Ziya Bahadınlı, 9 Eylül’de 89. doğum gününü kutladı. Yusuf Ağabeye sağlıklı nice yıllar dileyerek, özyaşam öyküsünden izler taşıyan Güllüceli Kâzım romanı üstüne incelememi yayınlıyorum.

Yusuf Ziya Bahadınlı’nın, otobiyografik çizgiler taşıyan ilk romanı Güllüceli Kâzım, 1993 yılında 2 Temmuz’da Sivas’ı doğuran gericilik yumağının 1940’lardan 50’lere, köylerde nasıl mayalandığının ipuçlarını içeriyor.

Köyde doğan ve çocukluğunu geçiren, gericiliğin kuşattığı bir kentte ortaöğrenim gören, Köy Enstitüsüne giden, öğretmen olarak yeniden köye dönen Güllüceli Kâzım’ın başına gelenler, dönemin Anadolu köyünün gerçekçi bir anlatımını veriyor.

Yazar, Kâzım’ın kentteki okul yıllarının anlatımıyla köyün sınırlarını aşarken, romanın temeline yerleştirdiği Alevi-Sünni çatışmasının tarihi ve toplumsal nitelikleriyle anlam boyutunu da genişletiyor. Kâzım’ın doğup büyüdüğü köyün ve öğretmenlik yaptığı köylerin ülke çapında önemli tarihsel gelişmelerin izlerini taşıması, romanın zaman ve mekân boyutunu zenginleştiriyor.

Yazar, köyü böyle bir genel eksene oturtma becerisini, ikinci romanı Güllüce’yi Sel Aldı’da daha da geliştiriyor. Bir köyün, belediye seçimleri aracılığıyla ülke gerçeklerine, başkente, meclisteki milletvekillerine bağlanan ilişkilerini sergiliyor. Bu kez sahnede, 1960’ların tepe noktasındaki dalgaların sarstığı ve ayrıştırdığı bir Güllüce vardır. İlk romandaki Güllüce, Aleviliğin belirleyiciliğinde ve çıkar çatışmalarından uzak çizilmiştir.

Yusuf Ziya 1965 yılında yayımlanan Güllüceli Kâzım’ı 1982’deki ikinci baskısında yeniden yazdı denecek ölçüde değiştiriyor. Romana, okudukça öğreneceğimiz olayları yaşadıktan sonra köyüne dönen Kâzım’ın anlatımıyla başlayarak kurguya yeni bir zaman boyutu ekliyor. Bu zaman boyutu, yazarın romanda hesaplaştığı Alevi–Sünni çatışmasına ve doğup büyüdüğü köyün gerçeklerine bu kadar yıl sonra yeni bir yorumla bakma ihtiyacını gösteriyor. İkinci yazım, kurgu ve anlatım ustalıklarını geliştirmiş bir yazarın deneyimini içerdiği kadar, ele aldığı gerçekliğe yeni tarihsel koşullarda başka anlamlar yükleyen bir yazarın bakış açısını da yansıtmaktadır.

Ülke çapında tarihsel gelişmelerin birkaç kısa imajla romana işlenmesi önemlidir. Koyun otlatırken “Ermeni Deresi”ne gelen roman kahramanı, Ermeni kıyımına ilişkin tarihsel gerçekliğe uzanır. Bir başka yerde ise, 1938 Dersim katliamından kurtulan Kürt Hüso’nun acılarına tanık eder yazar bizi. Daha romanın başlarında insan kıyımıyla tarihe kazınmış bu olaylarla, romanın temel çatışması Alevi-Sünni düşmanlığı, paralel ve ağır sonuçlar doğuran benzerleriyle pekiştirilmiştir.

KURTLA ŞERİAT BİRDİR

Roman, bir geriye dönüşle başlar. Doğanın hareketli ve yorucu ortamında çocukluğunu geçiren Kâzım’ın, kent gerçekliğiyle karşılaşıp, köy öğretmenliği yapıp kovalanmasından sonra Güllüce’ye dönüşünü izleriz. Köyünün dağları, dereleri tepeleri Kâzım’ı geçmişe götürür, tarladan ekin taşıdığı, kuzu güttüğü günleri anımsar.

Kaybolan kuzuların arkasında dolaşan çocukla birlikte, bir topografya gezisine çıkarır bizi Yusuf Ziya; bu gezi aynı zamanda, bir etnografya ve tarih gezisine dönüşür. Her tepenin, her kayanın tarihini ve efsanesini anlatır. Ermeni Deresi’ne adını veren yakın tarihin Ermeni kıyımıdır; Çökçök tepesi ise linç edilen sakız emekçisinin adını taşır. Roman kişilerinden birinin söylediği şu sözler romanın ana çatışmasının ipuçlarını verir: “İyi duy dayıoğlu, Güllüce’nin çoban milleti bu iki şeyden korkar dünyada: biri kurt, biri de Memişköy’ün yezidi...” (Güllüceli Kazım, s. 28) Çökçök’ü Memişköylüler öldürmüşlerdir. Geziden, kitabın temel sorunsallarından birinin tarihçesine kısaca göz atmış olarak ayrılırız. Taraflar belirginleşmiştir. Roman kahramanı çocuk Kâzım, “bir büyük adam kararlılığıyla”

“Bu böyle gitmez” der. (s. 40) Biraz daha ileride “kurt-yezit” paralelliği biraz daha kapsayıcı bir kavramla kurulacaktır. Kâzım’ın oyuna dalması yüzünden elli koyununu kurtların parçaladığı Veli Emmi şöyle der: “Kurtla şeriat birdir, aldırma, olan olur!” (s. 46) Türk- İslam Sentezi’nin bir devlet politikası haline geldiği 12 Eylül darbesinden kısa süre sonra, bu ikinci yazımında Güllüceli Kâzım’ın saptaması son derece yerindedir.

Yazarın ustalıkla kurguladığı ve ilgi çekici kılmayı başardığı, romanın başındaki bu uzun gezinin bir başka önemi de, her köy sayısı kadar, burada anlatılanlar benzeri özel tarihler, çatışmalar olduğunu düşündürmesinden geliyor; ancak bu tarihlerin birkaç ana çizgide birbirinin benzeri olduğunu söyleyebiliriz. Yusuf Ziya’nın tipik bir köy çizdiğini söylememize olanak veriyor bu saptama.

ŞERİAT KUŞATMASINDA KORKU

Güllüce, çevresini Sünni köylerinin kuşattığı bir Alevi köyüdür. Bu kuşatılmışlığın ve 40’lı, 50’li yılların baskıcı politikalarının yoğunlaştırdığı bir korku egemendir. Kâzım çocukluğunu böyle bir ortamda geçirir; ortaokulu okumak için götürüldüğü kentte ise kuşatılmışlığı daha da dayanılmaz hale gelir. Kendini güvende duyabilmesi için köydeki dayanışma ortamından da yoksundur. Okulda Alevi olduğu ortaya çıkınca dayak atılan ve hor görülen ortaokul öğrencisi Kâzım’ın gözünden kent şöyle çizilir: “Parke taşlarına korka korka bastığım, dükkânlarına girmeye çekindiğim, kahvelerinde çayıma tükürülen, lokantalarında etin kemiğini, yemeğin artığını veren çarşı! Sonra evler, kapılarında eli sopalı, beni dövmeye hazır amcaların beklediği duygusunu veren evler!” (s. 109) Yusuf Ziya’nın kırklardaki durumunu çizdiği bu korkuyu doğuran şeriatçı Sünni baskısı, yetmişlerin sonunda ve doksanların başında, doğasına uygun ürününü verecek, sermaye sınıfının maşalarınca fitili ateşlenince patlayacak ve Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta beş yüzün üstünde insanın katledilmesine neden olacaktı.

Yazarın, Aleviliğe, bir boşluk doldurucu işlev yüklediği ve dinsel öğelerinden arındırılmış haliyle olumlu niteliklerini vurguladığı gözleniyor. Kâzım’ın Alevi olduğu için karşılaştığı onca baskıdan sonra köyüne dönerken yolda karşılaştığı Alevi dedesi şöyle der: “Bir şeyin yerine yenisini koyamıyorsan, eskisine dokunmamalı. Cemevini kapadın mı, yeni bir yer de açamıyorsan, millet ya takke giyer ya sarık!” (s. 64)

Güllüceli Kâzım’ın 1964 yılında yazıldığını ve 1982 yılında yeniden yazıldığını düşününce, şeriat tartışmasının ve Aleviliğin odakta olmasının nedenlerini anlamak mümkün oluyor. Kitlelerle buluşan sosyalizme karşı, dinsel gericilik, burjuvazinin bir barajı, silahı olarak kullanılıyordu. Alevilik ise, solla daha kolay ilişkiye girilebilmesini sağlıyordu.

ALEVİLİĞİN AHLAKİ VE KÜLTÜREL ÇAĞDAŞLIĞI

Kitapta etnografik bilgiler bulabileceğimiz cem ayininin anlatımı da ikinci yazımda daha az dinseldir. Cem’in ahlaki ve kültürel işlevi vurgulanır ve köylülerden Cırıl Ali’nin ağzından onun hayatı için anlamı dile getirilir: “Ben cemevi’nden hoşlanıyorum. Benim için bir değişiklik oluyor. Yılda üç, bilemedin beş kez. Âşık saz çalıyor, demeler söylüyor. Semah var. Şarabı da severim. Bunun kötülük neresinde? Ayrıca cemevinden çıktığımda yunmuş arınmış gibi oluyorum. İçimde bir kötülük varsa eriyip gidiyor. Yaşamayı, iyilik yapmayı daha çok seviyorum. Sonra rahatlıyorum da. Camilerde söven yezidin yobazına ‘lanet olsun!’ diye bağırıyorum. Bundan ötesi can sağlığı birader.” (s.70-71) Cırıl Ali, köyde, dedeliğin istismarcı bir kurum olduğunu anlatan Köy Enstitülü öğretmen Yılmaz’la uzlaşma yolu arar. Bu uzlaşma Yusuf Ziya’nın romanında geliştirmeye çalıştığı Alevilikle sosyalizmi uzlaştırma çabasını somutlar. Yazarın anlatımından solun çağdaş değerlerini halka benimsetebilmek için Aleviliğin olumlu kültürel ve ahlaki değerlerinden yararlanılabileceği sonucu çıkar. Yusuf Ziya, dinsel çatışmanın kökenindeki haksızlıkları Pir Sultan’ın simgesel katkısıyla bugüne taşır ve Cırıl Ali’nin Yılmaz ile uzlaşmasını onun ağzından şöyle anlatır: “Yılmaz gençtir, kanı delidir. Herşey birden olsun istiyor, ama olmuyor... ‘En önemlisi dedim Yılmaz’a, ‘sen Pir Sultan Abdal’ı bilir misin?’ Hemen atıldı, ‘bilmez olur muyum’ dedi. ‘Öyleyse bir dinle’ dedim. Buyurmuş ki Pir Sultan Abdal:

Yemen’den öte bir yerde

Düldül hâlâ savaştadır.

‘Anladın mı yeğenim?’ dedim. ‘Anladım’ dedi. ‘Öyleyse bir daha dinle: Düldül’ün savaşında bizler birer eriz yeğenim. Bunu hiç unutma.’ Sen bakma Yılmaz iyi çocuktur.” (s. 70-71)

Yusuf Ziya ikinci baskıda bu bölümü yeniden yazarken, Aleviliğin dinsel öğelerini romandan olabildiğince çıkarmış. Pir Sultan Abdal’ın şiirini ve Düldül simgesini yeni yazımda eklemiş. Bu dizeler romanın başında da yer alıyor, romanın temasının tarihsel niteliğini vurguluyor. Yazar, Aleviliğin ahlaki-kültürel yanlarını sahiplenir, dinsel niteliklerini ayıklarken, ona savaşım ve mücadele için simgesel bir değer kazandırmaya çalışmış. Cem anlatımı da bütünüyle dinsellikten uzak ve dünyevi nitelikleriyle vurgulanmış...

SİVAS'TA YENİDEN DOĞAN AYDIN

Güllüceli Kâzım, dönemin köy gerçekliğine düşürdüğü ışıkla da dikkate değer. Bu köy, paranın henüz girmediği bir köy. Kendine yeten ekonomisiyle, çıkar ayrışmasının belirsizliğiyle, kendini yöneten ahlak ve kurallar bütününü Alevilikte ve cemde bulabiliyor. “Para kullanılmazdı ki. Yılda bir kez, o da harman sonu gerekirdi. Her şey toptan alınırdı. Birkaç top bez, basma, kumaş... Sabun alınmazdı, kil vardı, kül vardı. Şeker alınmazdı, pekmez vardı. Yiyeceğimiz herşeyi kendimiz üretirdik.” (s. 83) Kırklarda bir köy ekonomisinin parayla ilişkisi bu düzeydeydi. O yıllar, fiyat makasıyla tarımdan sanayiye kaynak aktarıldığı yıllardı ve ne kadar az şey satın alınırsa köylü kendini o kadar korumuş oluyordu. 50’lerden sonra kitlesel olarak kentlere akan köyler, kapitalist iktisadi ilişkilerin bütünüyle kıskacına girdi. İki binlerin köyü ise, her şeyiyle kente bağımlı ve paranın kullanıldığı bir ekonomi haline gelmiştir.

Güllüceli Kâzım’ın yazgısında doğduğu köyün özel bir yeri var; bu nedenle romanın adı da bunu vurgular. Öğretmenlik yapmak için gittiği ilk köyde, nereli olduğunu, yani Alevi olduğunu öğrenen köylülerin saldırısına uğrar. Yusuf Ziya Bahadınlı bu saldırıyı ve Kâzım’ın köyde yaşadığı korkulu yalnızlığı ustalıkla anlatmıştır. Köyün içinden çıkan Güllüceli Kâzım, Yelli köylüleri karşısında, tıpkı, 30 yıl önce, şehirden kopup gelmiş, Yaban’ın Ahmet Celâl’i gibi tek başınadır.

Sivas’tan önce ve sonra olan yüzlerce katliam girişiminin küçük ölçekli bir örneği yaşanıyor. Dinin karanlığında şartlandırılmış cahil köylüler bir anda çevresini sarıyor ve Alevi öğretmene saldırıyorlar. “Bir anda sendelediğimi duydum, çevrem kapkara oldu. Elimi başıma götürdüm, parmaklarıma kan bulaştı. O anda başıma bir küreğin daha indiğini gördüm. Elimi havaya kaldırdım, kürek kolumu sıyırdı geçti. Düşeyazdım, tutunacak bir yer aradım. İlerde köy odasının duvarı vardı. O yana yönelmemle birkaç köylünün üstüme çullanması bir oldu. Kimi vuruyor, kimi itiyor, kimi boğazımı sıkmaya çalışıyordu. Kendimi savunmam olanaksızdı. Silkindim, bir anda ellerinden sıyrıldım, koşmaya başladım. Evler arasından, sokaklardan gelişigüzel koşuyordum. Tavuklar kaçışıyor, köpekler peşimden koşuyordu. Köylüler arkamdan kovalıyor, bir yandan da bağrışıyorlardı:

‘Tutun, tutun kâfir kızılbaşı!’” (s. 143) Çökçök’ün kaderini yaşamasına ramak kalıyor. Maraş, Çorum, Sivas’tan önce bunların bireysel örneklerinin nasıl yaşandığının estetik bir anlatımını sunuyor.

Kâzım, kaçtığı köyden sonra bir başka köye tayin edilir. Burada yaşadıkları da pek farklı olmayacaktır. Yelli köyünde uğradığı saldırı onda köklü etkiler yapar. Yusuf Ziya, Kâzım’ın çıkardığı dersi yazıyor: “Bana doğum yerimi sorsalar, ‘Güllüce’ demiyeceğim bundan böyle. Çok ters bir yanıt olacak belki, ama gerçek: ‘Yelli’ diyeceğim. Evet, bir gecelik konuğu olduğum (ne konukluk ya!) Yelli, benim ilk gerçeğimdi. Benim bu topraklar üstündeki konumumu Yelli saptamıştı. O günece beni iten, horlayan hep tek tek kişiler olmuştu. Ama bu olumsuz kişilerin yanıbaşında hop diye dost bir kişi belirivermişti. Ya Yelli! ‘Yek vücut’ karşıma çıkmıştı. Muhtarıyla, bekçisiyle, kadınıyla, erkeğiyle, çocuğu, köpeği, yeliyle...

Şimdi ben salt gerçekten örülü, Yelli buluşbelgeli bir zırh içindeyim ve yayım daim gerili durmakta...” (s. 144-145)

Yeni Türk aydınının da Sivas doğumlu olduğunu söyleyebilir miyiz? Hani bizim Sivas buluşbelgeli zırhımız ve gergin yaylarımız öyleyse?


Kaynaklar

Yusuf Ziya Bahadınlı, Güllüceli Kâzım, İkinci Baskı, 9 Eylül 1982 (birinci baskı, Nisan 1965); yurtdışında basılmış, yer ve yayınevi belirtilmiyor. Bu kitaptan aktarmalar parantez içinde sayfa numaralarıyla belirtiliyor.

Yusuf Ziya Bahadınlı, Güllüceyi Sel Aldı, Yeni Dünya Yayınları, 2. baskı, 1977 (1. baskı, 1972); İstanbul.

Yusuf Ziya Bahadınlı, Öyle Bir Aşk, Gelenek Yayınları, Genişletilmiş 3. Baskı (1993, 1995); Kasım 2001, İstanbul.