12 Eylül boşuna mı bitti?

12 Eylül’ün Türkiye’nin toplumsal yapısında son derece önemli etkileri olan bir uğrak olduğu konusunda herkes hemfikir.

Çünkü 12 Eylül, kendisinden sonraki Türkiye siyasetini olduğu kadar, sol hareketin söylemini ve kadrolarını da biçimlendiren bir baskınlığa sahipti. Dolayısıyla, 12 Eylül tartışmasının bir boyutu Türkiye’nin geçirdiği dönüşüme odaklanırken, bir boyutu da solun bu dönemle nasıl başa çıktığına yoğunlaşmak zorundadır.

Fakat tartışmamız 12 Eylül tartışması değil. Haziran Direnişi’nden bu yana, 12 Eylül parantezinin kapandığını, 12 Eylül’le ilgili tartışmaların açılan yeni dönemin verileri ve işaretleri ile birlikte yürütülmesi gerektiği açıktır.

Diğer bir deyişle, toplumsal ve siyasal etkileriyle, öznel ve nesnel boyutlarıyla 12 Eylül’ün biçimlendirdiği dönemin sona erdiğini söylemekte bir sakınca yok. Oysa bunu söylemek tek başına yeterli olmuyor. Saptama, bir kez daha, doğurduğu pratik sonuçlarla buluşturulmayınca, değerini ve şiddetini yitiriyor. Demek ki, 12 Eylül’ün bitişi, ancak solun söyleminde ve kadrolaşma tarzında gözlemlenecek bir dönüşümle birlikte ele alındığında anlamlı bir saptama oluyor.

Kuşkusuz, söz ettiğimiz dönüşüm ne bir çırpıda ve sancısız biçimde gerçekleştirilebilecek ne de önsel olarak ayrıntıları ortaya çıkarılabilecek bir içerik taşımaktadır. Bu kapsamda bir dönüşümün, mutlaka pratik süreçleri, deneyimleri ve deneyimlerin soyutlanmış sonuçlarını gerektireceği tartışma götürmez. Zaten tümüyle olgunlaşmamış olmakla birlikte, yine de bu tartışmayı açabilmemizin gerekçesi, bu türden somut ve gerçek deneyimlere sahip olmamız, dönüşümün ipuçlarını pratik süreçlerde gözlemleyebilmemizdir.

Haziran Direnişi, tam da bu noktada anlamlıdır. Haziran’da yaşananlar, 12 Eylül’ün toplumsal ve siyasal sonunu işaret etmekle kalmamış, solun bu yeni dönemde kendisini nasıl ve hangi noktalardan hareketle geliştirmesi gerektiğini de göstermiştir.

Bu da, kitaba ve tarihe en uygun gelişme yoludur. Nasıl ki kuramsal sorunların çözümü pratikle ortaya çıkarsa, yani tarihin önümüze koyduğu sorunların çözümü zihinde ya da tasarımda değil de eylemdeyse, tüm sol nüfusun yıllardır tartışıp da çözemediği ya da aşamadığı kimi sorunlar, Haziran Direnişi’nin somut ve gerçek müdahalesiyle geride bırakılmıştır.

Haliyle, bu andan sonra, pratikten ve eylemden çıkan sonuçların genelleştirilmesi, kavramsallaştırılması ve bilince çıkarılması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu gereklilik sağlandığı taktirde, Türkiye’nin nasıl bir döneme girdiği ve bu yeni dönemde sol mücadele pratiğinin yönelmesi gereken hedeflerin neler olduğu da rahatlıkla saptanabilecektir.

Diğer bir deyişle, 12 Eylül’ün sona erişini hakkıyla kavrayan bir sol, Türkiye’deki toplumsal ve siyasal yapının koordinatlarını ve olanaklarını belirlemekte de daha başarılı olacaktır.

Bu açıdan, solun 12 Eylül döneminde, hatta belki de daha önceki evrelerde edindiği kimi alışkanlıkların da gözden geçirilmesi gerekmektedir. Tümüyle reddetmek ya da bir kenara koymak için değil, 12 Eylül’ün sona erişiyle birlikte oluşan yeni haritada neyi nereye koyacağımızı bulabilmek için.

Örnek olsun, sola ve sosyalizme karşı yürütülen anti-komünist propagandaya alet edilmiş olan özgürlük sorunsalının, açılan dönemde tümüyle sol ve halkçı bir içerikle doldurulması pekala mümkündür. Özgürlük mücadelesinin ve bir ideolojik pozisyon olarak özgürlükçülüğün, Soğuk Savaş kodlarıyla ve liberal bütünlüğün içerisinde varlığını sürdürmesi söz konusu değildir. Çünkü özgürlük talebi etrafında bir araya getirilen somut toplumsal ve siyasal başlıklar, basbayağı solla ve solun programatik hedefleriyle bütünleşmiş, gericilik karşıtı mücadelenin en temek motivasyonlarından biri haline gelmiştir. Dolayısıyla, uzun zaman önce liberallere kaptırdığımız özgürlük, açılan yeni dönemde sol tarafından tekrar ele geçirilebilir ve geçirilmelidir.

Benzer bir durum, laiklik açısından da geçerlidir. Laiklik dendiğinde, burjuva devlet aygıtının bir niteliğinin ve ideolojik hegemonyasının önemli bir unsurunun anlaşıldığı günler geride kalmıştır. Burjuva rejimiyle laiklik arasındaki bağın tümüyle koptuğu söylenemez elbette, ancak sermaye düzeninin çıkarları ile laiklik hassasiyetinin korunması, bir arada yürütülmesi imkansız bir iş haline gelmiştir. Dolayısıyla, bugün laiklik başlığında yürütülecek mücadele solun rahatlıkla sahip çıkabileceği, parçası ve öncüsü olabileceği, sosyalizm hedefinin içerisine yerleştirebileceği bir gündeme dönüşmüştür. Laiklik, artık resmi ideolojinin ve devletin otoriter pozisyonunu değil, halkımızın özgür ve eşit bir ülke arzusunun tamamlayıcı parçasını ifade etmektedir.

Özgürlük ve laiklik açısından geçerli olan, adalet, bağımsızlık ya da kamuculuk gibi kavramlar için de geçerlidir.

Bunların “zaten” sola ait kavram ve hedefler olduğunu söylemeye gerek yok. 12 Eylül’ün bitişi, solun bu kavramların “doğal” sahibi oluşunun ötesinde, ilgili toplumsal dinamik ve mücadelelerin ancak ve ancak sol tarafından kapsanabileceği, soldan başka hiçbir siyasal kulvarın bu taleplerin taşıyıcısı ve öncüsü olamayacağı anlamına gelmektedir.

Bugün AKP karşıtı geniş toplumsallığın somut ve gündelik taleplerinin, düzen içerisinde bir sahibi ve temsilcisi bulunmamaktadır. Halk ile sosyalizm düşüncesi, bu defa tarihin de zorlamasıyla, gerçek ve nesnel bir zeminde buluşmuştur.

Solun ayırdına varması, anlamını kavraması ya da bilince çıkarması gereken olanak ve görev de budur.

Eğer 12 Eylül'ün bitişi boşuna değilse...