Yine, yeniden: Oblomov

Yine, yeniden: Oblomov

Oblomov, çok uzun süre edebiyat dünyası için taşıdığı anlam yerine, politik anlamı üzerinden tartışıldı. Hiçbir zaman sıradan bir karakter olarak kalmadı; Oblomov, Oblomovculuğun yaratıcısı oldu. Oblomovculuktan kasıt, Rus toplumunda o tarihe kadar gelmiş geçmiş “lüzumsuz karakterler”in hayatı algılayış biçimiydi; Oblomov, sözü edilen bu “lüzumsuzlar”ı yani aylaklığı, asalaklığı, işe yaramazlığı temsil eden bir tipti.

Oblomov, uzun zaman önce tanıştığımız ve hayatımızın belli dönemlerine izini bırakan bir roman karakteri. Anlaşılacağı üzere, öyle alelade bir karakter değil; hayatı, ideolojileri, toplumu sorgulatan karakterlerden. Henüz kendisiyle tanışmayanlara güzel bir haber: Oblomov, bugünlerde yeni bir basımıyla raflarda yerini aldı. Yordam Edebiyat tarafından geçtiğimiz ay yayınlanan Oblomov’u, Nuri Yıldırım Rusça aslından yeniden çevirdi.

Böyle eserleri yeni çevirilerle yayınlamak zor iş, malum, çevirmenin payına büyük sorumluluk düşüyor. Oblomov’u tanımaya başlamadan evvel, bu meşakkatli işin üstesinden gelen Nuri Yıldırım’dan biraz bahsetmek gerekiyor. Nuri Yıldırım’ı edebiyat tarihiyle ilgilenen okurlar “19. Yüzyıl Büyük Rus Romanının Üzerinde Yükseldiği Toprak” başlıklı aydınlatıcı makalesinden hatırlıyor. (Şuradan okunabilir: https://www.researchgate.net/publication/281647980_19Yuzyil_Buyuk_Rus_Romaninin_Uzerinde_Yukseldigi_Toprak)

Nuri Yıldırım, araştırmalarında Rus romanı ve geliştiği toplumsal koşullara odaklanıyor. Bu da doğallıkla, bir çevirmen olarak esere kattıklarını artırıyor. Romanı açar açmaz, okuru kapsamlı bir İvan Gonçarov biyografisi karşılıyor. Nuri Yıldırım imzalı bu biyografi, kendisinin Hasan Âli Ediz ve devamcısı edebiyatçı-çevirmenlerin geleneğini sürdürdüğünü gösteriyor. Şüphesiz, diğer çevirilerle farkı ya da dil lezzeti gibi meseleleri okurun takdirine bırakmak gerekiyor; çevirmen, bu biyografiyle okuru etkilemeyi başarıyor.

Peki, kim bu Oblomov?

Oblomov, kendisiyle aynı adı taşıyan bir romanın baş karakteri. Bu roman, gerek 1859 yılında yayınlandığı dönemde, gerek üzerinden bir asrı aşkın zaman geçmesine rağmen bugün büyük ilgi uyandıran bir edebiyat klasiği. Eserin içeriğinden önce, yazım sürecinin dikkat çektiğini söylemek gerekiyor. Yazarı İvan Gonçarov, 1847’de ilk kitabı yayınlandığında Oblomov’un planının kafasında hazır olduğunu söylüyor. Bu konuda, edebiyat araştırmaları kendisini haklı çıkarıyor. Zira, 1849 yılına baktığımızda romanın çekirdeğini oluşturan “Oblomov’un Rüyası” başlıklı epizotun bir edebiyat ekinde yayınlandığını görüyoruz. Ancak savaş ve onun yarattığı olumsuz koşullar yüzünden Gonçarov, yaklaşık 10 yıl romanına ara vermek zorunda kalıyor. Geçen yılların ardından, 1857 yazında, altı haftada romanını tamamlıyor. Yazar bu durumu şöyle anlatıyor: “Yıllardan beri en ince ayrıntısına kadar kafamda tasarladığım romanımı âdeta yanı başımda oturan birine dikte ettiriyormuşçasına kâğıda döktüm.”

Oblomov, dönemin gazetelerinden birinde dört bölüm olarak tefrika ediliyor. Okurla ilk buluşmasında heyecanla karşılanmıyor. Bunun arkasında tek parça yayınlanmaması gibi teknik nedenlerin yanı sıra; ilk bölümün kitabın kahramanları Oblomov-Zahar arasında geçen diyaloglardan oluşması ve okumayı zorlaştırması gibi nedenler yatıyor. Buna rağmen, Oblomov kısa sürede rüştünü ispatlıyor. İlk olarak Drujinin tarafından “Rus edebiyatının ölümsüz örneklerinden biri” olarak betimleniyor; ardından Dubrolyubov bir makalesinde eseri toplumsal ve sosyolojik açıdan inceliyor, sonrasında Turgenyev ve Tolstoy’un övgüleriyle romanın yıldızı iyice parlıyor. Hakikaten, karşımızda çok boyutlu, ince ayrıntılarla ve psikolojik analizlerle dolu, derinlikli bir edebî metin var.

Yine de Oblomov, çok uzun süre edebiyat dünyası için taşıdığı anlam yerine, politik anlamı üzerinden tartışıldı. Hiçbir zaman sıradan bir karakter olarak kalmadı; Oblomov, Oblomovculuğun yaratıcısı oldu. Oblomovculuktan kasıt, Rus toplumunda o tarihe kadar gelmiş geçmiş “lüzumsuz karakterler”in hayatı algılayış biçimiydi; Oblomov, sözü edilen bu “lüzumsuzlar”ı yani aylaklığı, asalaklığı, işe yaramazlığı temsil eden bir tipti. Oblomovların hayatta herhangi bir amaçları yoktu, hiçbir zaman belagattan öteye geçmezlerdi ve tüm zamanlarını boşa harcarlardı.

Sosyalistler ve Oblomov

1830’lu yıllarda, Trier’de bir lisede yapılan Almanca sınavında, öğrencilerden bir kompozisyon yazması istenir. Konu, “Genç bir adamın meslek seçimi üzerine düşünceleri” olarak belirlenir. Sınava giren çocuklardan biri, yazısının girişinde hayvanların yaşamının koşullar tarafından belirlendiğini, ancak insanların durumunun daha farklı olduğunu anlatır. Bu çocuğa göre, insanın koşulları yine insan tarafından belirlenir. Sınav kâğıdını okuyan hocası, kâğıdın yanına “Düşünce bakımından zengin… Bununla birlikte, hayal mahsulü orijinal ifadeler kullanmaya eğilimli.” diye not düşer. Çocuğun ismi, Karl Marx.

Yıllar sonra başka bir hayalperest, Lenin, Marx’ın çocukluğunda aklına düşen bu fikirleri kendi dehasıyla harmanladı. Büyük teorisyen ve eylem adamı, devrim sonrası süreçte “yeni insan” için koşulları değiştirmeye başladı. Öncelikli işlerden biri, sömürü ve rantiye yaşam tarzının olduğu her yerde görülebilecek ve neredeyse tüm Doğu toplumlarına sirayet etmiş bir hastalık olan Oblomovculukla mücadele etmekti. O nedenle sosyalist düzenin ilk yıllarında bu kavrama sıkça yer verdi. 1922 tarihli konuşmasında Oblomov’dan şöyle bahsediyordu: 

Rusya üç devrim gerçekleştirdi, ama yine de Oblomov’ların nesli kurumadı. Eski Oblomov’un hâlâ yaşadığını, ondan bir fayda elde etmek için onu uzun uzun yıkayıp temizlemek, sarsmak ve kırbaçlamak gerektiğini anlamamız için durumumuza, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza, toplantılarda nasıl davrandığımıza dönüp bir göz atmamız yeterli olacaktır.

Oblomovlar, hayatları boyunca başkalarına bağımlı kalırlar. Etraflarında sürekli kendileri için işleri yapacak insanlar bulunduğundan karar alma yetisi ve iradeden yoksun bir hayat sürerler. Sonunda kaçınılmaz olarak bir tür köleye, manevi köleye dönüşürler. Bu kölelik anlayışı ve bağımlılık, “insan doğası”yla açıklanır; böyle açıklandığında da doğallıkla mutlak ve değişmez görünür. Gerçekten böyle mi? Değil muhakkak; bu lüzumsuzların sınıfsal ve toplumsal aidiyetleri var, onları şekillendiren de taşıdıkları bu aidiyetler.

Gonçarov, karakter oturdukça Oblomov’un Rus insanının temel özelliklerini yansıttığını fark etmişti. Aslında yazarken ne tarihi ne de toplumu düşünmüştü; kendi ailesinden, vaftiz babasından ve toprak sahibi arkadaşlarından esinlenmişti. Yazar, yaratımının toplumsal ve sosyolojik anlamını ancak eleştirmenlerin yazdıklarını okuduğunda öğrendi. Ona göre, iyi ki ne yarattığının farkında değildi; çünkü ne yaptığını bilseydi tipi bozabilirdi.

Oblomov’da karakterler müthiş bir incelikle örülüyor. Rus soyluluğunu temsil eden Oblomov’un, uşağı Zahar ve en yakın arkadaşı Ştoltz’la kurduğu ilişkide, kendi ruhsal karmaşasında aslında Rus toplumunun yaşadığı tüm krizler gözler önüne seriliyor. Kadınlarla kurduğu ilişkide dahi bireysel değil, toplumsal kodlar yürürlükte. Yazar tüm bu kaosu metne oldukça sade, gerçekçi ve acımasız bir şekilde yerleştiriyor. Okurlara da Oblomov’dan aldıklarını aynı sade, gerçekçi ve acımasız tavırla sorgulamak düşüyor.


KÜNYE: Oblomov, İvan Gonçarov, Çeviri: Nuri Yıldırım, Yordam Edebiyat, Aralık 2017, 624 sayfa.
 

DAHA FAZLA