Sosyalizm mücadelesinde bitmeyen arayış

Sosyalizm mücadelesinde bitmeyen arayış

Dostları ve yoldaşları Metin Çulhaoğlu’nun sosyalist mücadeledeki 50. yılı vesilesiyle ona bir armağan kitap hediye ettiler. "Sosyalizmin Yön Arayışı" başlıklı kitaba 22 yazar sosyalizm ve devrim hedefinin geliştirilmesine yönelik makaleleri ile katkıda bulundular. Kitapta yer alan makalelerin ortak özelliği sosyalizm hedefine ulaşmak için gerekli yolların neler olacağına ilişkin konuların tartışılmasını ve yeni sorular ortaya atılmasını içermektedir.

Sosyalist mücadelede 50. yılını tamamlayan Metin Çulhaoğlu; Marksist teoriye katkıları ve örgütlü mücadele açısından ülkemizin başta gelen aydınlarındandır. Tutarlı siyasi çizgisi,  sistematik yazı ve makaleleri,  bir kitabının adını taşıyan “doğruda durma felsefesi” sözünün hakkını veren siyasi tavrı, Çulhaoğlu’nu sadece yoldaşları ve örgütünce değil,  diğer politik oluşumlar nezdinde de aynı ilgi ve merakla takip edilen bir aydın konumuna getirmiştir. 50 yıl boyunca örgütlü siyasi hareketin içinde yer alan ve Erkan Baş'ın saptamasıyla, hiçbir dönemde bağımsız sosyalist konumda olmayan Çulhaoğlu, örgütsel konumunun da hakkını vermek suretiyle yaratıcılığından ödün vermemiştir. Ufuk açıcı ve ezber bozucu yazıları ve tavırları sadece Marksist teoriye ilişkin olmayıp partililik, yoldaşlık ve devrimcilik ile örgütlü mücadelenin de nasıl olması gerektiğine dair örnek bir davranış biçimi oluşturur. Dostları ve yoldaşları Metin Çulhaoğlu’nun sosyalist mücadeledeki 50. yılı vesilesiyle ona bir armağan kitap hediye ettiler. "Sosyalizmin Yön Arayışı" başlıklı kitaba 22 yazar Çulhaoğlu’nun 50 yıllık mücadelesindeki sosyalizm ve devrim hedefinin geliştirilmesine yönelik makaleleri ile katkıda bulundular. Kitapta yer alan makalelerin ortak özelliği sosyalizm hedefine ulaşmak için gerekli yolların neler olacağına ilişkin konuların tartışılmasını ve yeni sorular ortaya atılmasını içermektedir. Kitabın son bölümünde;  ayrıca yakın dostları ve yoldaşlarının Çulhaoğlu’nun renkli ve çok yönlü kişisel özelliklerine dair duygu, anı ve düşünceleri de yer almaktadır.

Türkiye sosyalist hareketi ve devrim teori ve pratiğinde son derece önemli başlıklar ve tartışmalar içeren makalelere özetle göz atmak ve ana hatlarını belirtmekle yetinip sosyalist kamuoyunca gereğince tartışılmasını dileyelim.

Ali Mert, "Teorik İhtilalcilik ve Özgül Bağlamda Üretilmiş Devrim Teorisi" adlı yazısında; devrim teorisinde sağlam bir pratik için sağlam bir teoriye ihtiyaç olduğunu vurgular ve sokaktaki devrimciliğin teorik ihtilalcilikle bütünlenmesi gerekliliğine ve devrimci pratiğin bilinci olarak teorinin bu toprakların ve bu dönemin özgünlüğünde yol gösterici olmasının önemine değinir. Çulhaoğlu’nun Gelenek’teki yazısından yola çıkarak teorisini bu topraklardaki devrim anlayışı ile beslemesi ve onun gerçeklerinden hareket edip ona yol ve yön göstermesinin altını çizer. Çulhaoğlu; özgül bir bağlamda üretilmiş bir teori ile Türkiye devriminin yolunun nasıl çizileceği sorusunun üzerinde ısrarla durur. Mert, devrimin yönü konusunda iki alan tanımlar: birinci alan olarak sosyalist devrim - demokratik devrim; ikinci alan olarak da siyasal devrim - toplumsal devrim ikiliğini ifade eder ve ilk alanda bugünkü gelişmişlik düzeyini göz önüne alarak sosyalist devrim tercihini belirtir. İkinci alan için ise tercih belirtmek yerine siyasal devrim ve toplumsal devrim süreçlerinin daha iç içe geçtiği bir kurguyu önerir. Ayrıca; bir daha fenersiz yakalanmamak için kuşaklar arası harmanlanma aracılığı ile yukarıdan buyuran, konuma dayanan, sihirli değneğe dönüşen ya da sadece gaz verip duran yetersiz öncülük biçimlerinin yerine derinden derine işleyen, işlevsel olan, birikimini paylaşan, doğrudan demokrasiye dayalı, katılımcı ve şeffaf ilişkilerin yerleşiklik kazanmasını örgüt teorisinde gözetilmesi gereken parametreler olarak sıralar.

Can Soyer, "Devrimci Marksizm Türkiye’de Sosyalizmin Yeniden Kuruluşu" adlı yazısında; 60’lı yıllarda sosyalist hareketin kadrolarının Marksizm konusunda derinleşmeye gerek görmeme ya da vakit bulamama eğilimini ülkenin siyasal iklimi ve süregiden mücadelelerin yakıcılığına bağlar. 80’li yıllarda ise Marksist formasyonu zenginleştirmeyi başarmışsa da bu defa devrimcilik rafa kaldırılmıştır. Soyer, Çulhaoğlu’nun çalışmalarının bir yandan Marksizmin kuramsal inceliklerine derinlemesine nüfuz etme ihtiyacından, bir yandan da devrimciliğin vazgeçilmez bir siyasi tutum olarak öneminden bahsetmesine atıf yaparak devrimci Marksizm deyince akla Metin Çulhaoğlu’nun geldiği görüşünü vurgular. Soyer, Çulhaoğlu’nun çalışmalarını hareket noktası olarak kabul edip devrimci Marksizm yaklaşımının temel özelliklerini siyaset kavramını etrafında ele alır. Soyer’e göre; kapitalizmin dünya çapında yürüttüğü ideolojik saldırının zayıflamasıyla, liberal siyasetin etkinliğini yitirmesi, kapitalizmin yönetememe krizinin ipuçlarını vermekte ve bu durum devrimci Marksizm için çok önemli fırsatlar yaratmaktadır.

Cenk Saraçoğlu, “Kent, Mekan ve Sınıf Oluşumları: Çulhaoğlu’nun Tespitlerine Bugünden Bakmak” adlı yazısında; Çulhaoğlu’nun 2003 yılında Gelenek dergisinde yer alan “Sınıf Oluşumu ve Büyükkent Mekanı Genel Kuram ve Olasılıklar” yazısını temel alarak ilgili makalenin yazıldığı yılın sonrasını da dikkate alarak kentleşme ve göç sorunlarını analiz ediyor. Çulhaoğlu’nun sınıf bilinci ve kültürünün şekillenmesinde mekanın Türkiye için sınırlı bir role sahip olduğu tezini ele alıp derinleştiriyor. Merkez ve siyaset ilişkisinin Kürt coğrafyası için Türkiye genelinden farklılığı üzerinde duran Saraçoğlu, Çulhaoğlu’nun metropoller içinde işçi sınıfının tutunum noktalarını oluşturan etnik kimlik, cemaatçilik ve hemşehriliğin işçi sınıfının kendi mekanından türeyen özgül bir kolektif bilince sahip olmasını engelleyeceğine dair tesbitinin yazının yazıldığı döneme kadar olan genel tarih düşünüldüğünde gerçekçi olduğunu söyler. Saraçoğolu’na göre kürt meselesi hem çatışma bölgelerinde hem de 90’lı yıllar boyunca zorunlu göç dalgasından etkilenen Batıdaki büyük metropollerde özgül sonuçlar doğurmuştur. Kürtlerin göç ettikleri mekanlarda geliştirdikleri dayanışma örüntüleri tipik hemşehrilik ve patronaj ilişkilerinde nitelikçe farklılaşmalarını ve Kürt mahallelerinde etnisiteye dayalı ortaklıkların dolayımsız bir şekilde siyasal bir kimlik ile buluşmasını sağlamaktadır.

Doğan Ergün, “Devrimci Komünizm Özgül Bağlam ve Türkiye” adlı yazısında; Marksizmin temel unsurlarından biri olan diyalektik yöntemin doğru kullanımının üzerinde durur. Bu yöntem tarihsel ilerleme, sınıfların ve sömürünün ortadan kaldırılması hedefine yönelik olarak kullanılmalıdır. Ergün, Çulhaoğlu’nun özgül bağlamlı bir Türkiye sosyalist devrim teorisinden yola çıkıyor ve devrimi bir kerteriz noktası olarak ele alıyor. Devrim meselesine odaklanmak kuramın devrimci eylem için bir kılavuz olarak tanımlanmasını sağlıyor ve kuramın insanın dönüştürücü eylem ve etkinliğine, bunun yasalarına, koşullarına ve sonuçlarına odaklanmayı, Marksizmin özgürleştirici karakterini pekiştirmeye ve doğru yol haritası sunulmasını getiriyor.

Ebru Pektaş, “Marksizm, Feminizm ve Türkiye Solu: Kavram ve Yöntem Sorunları” adlı yazısında; Türkiye solunun Marksizm feminizm ilişkisi sorununa yeterince eğilmediğini öne sürüyor. Pektaş, daha çok geleneksel solda görülen Marksizm, feminizm ilişkisini yok sayma eğiliminde; feminizmi sekterlik, kimlikçilik, mücadele kaçağı yaratma ve enerji çalma gibi iddialarla kenara itmenin söz konusu olduğunun altını çizer. Marksizm, feminizm tartışmasında tarihsel bağlamı gündeme getirerek kadın sorunu açısından Marksizme yöneltilen ekonomizm eleştirisini ve determinizm sorununu tartıştığı yazısında gezi direnişinde kadınların ön saflarda mücadelesini hatırlatarak kadın hareketinin toplumsallaştırıcı özelliğine vurgu yapıyor.

Erkan Baş, “Bir Aydının Örgütlü Bir Devrimci Olarak Görünümü” adlı yazısında; Çulhaoğlu’nun partili, yoldaş ve devrimci kişiliğini Türkiye sosyalist hareketinde bu konulardaki kimi açmazlara da değinerek, bu kavramların içinin nasıl doldurulması gerektiğine dair bir çerçeve sunar. Çulhaoğlu’nun 50 yıllık örgütlü mücadele geçmişinde hiçbir zaman bağımsız sosyalist aydın olmadığını, sadece kendi örgütünce önemsenen bir kişi olmayıp ülkenin devrimci kamuoyunca okunan, tartışılan özgün ürünler verdiğini ve 24 saat partililik kavramı yerine ömür boyu partililik gerçeğini ortaya koyduğunu söyler. Yoldaşlıkta önem verdiği ise güzel insan niteliğidir. Çulhaoğlu’na göre güzel insan; mücadele sürecinde kendini ayakta ve diri tutmaya yetenden daha çoğunu üretip bununla başkalarını da ayakta ve diri tutan insandır. Kolektivite ve örgüt olmaksızın yapılan üretim en çok feodal üretime benzer. Belli bir artı ürün yaratabilen şeyh, kendisini ve kendisine biat eden tarikatını bir süre geçindirebilir. Çulhaoğlu, sosyalist harekette saygı duyduğu kişilerden söz eder fakat kimsenin adamı olmadığını ve kendisi dahil kimsenin adamı olunmaması gerektiğini belirtir. Çulhaoğlu’na göre; iyi partililiğin, sosyalizm davasında ısrarın ve gelişkin yoldaşlık kültürünün harcında devrimcilik vardır. Baş’a göre Çulhaoğlu; Türkiye solunun alışılmış lider figürlerinin dışında bir devrimci kadroyla Bolşevik geleneği içselleştirmiş bir militandır.

Erkin Özalp, “İşçi Sınıfı Devrimin Öznesi Olabilir mi” adlı yazısında; işçi sınıfının rolünü Ekim Devrimi öncesi ve sonrasındaki gelişmelere bakarak analiz ediyor. Özalp'e göre; geçici hükümet zamanında Lenin, Rusya'da işçi sınıfının kendi kaderini özgürce belirleyebilmesi durumunda sosyalist devrim yolunda ilerleyeceğine inanıyordu. Bu ancak bolşeviklerin işçi sınıfına öncülük yapması yani işçi sınıfını sosyalist devrimin gerekliliğine ikna etmesi yoluyla başarılabilirdi. Eğer seçim özgürce yapılıyorsa kendi siyasi temsilcisini seçmesi bir sınıfı özne olmaktan çıkarmaz. Ekim devrimini hemen öncesinde yazdığı "Devlet ve Devrim"de Lenin toplumun büyük çoğunluğunun devleti kendi başına yönetmeyi öğrendiklerinde her türlü yönetim gereksiniminin kalkacağını ve devletin böylece yok olup gitmeye başladığını vurgular. Devrimden sonra işçi ve köylülere siyasal eğitim verebilmek için partiyi genişletme yoluna gidildi ve işçi-köylüler için pozitif ayrıcalıklar getirildi. Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin kuruluş sürecinde işçi sınıfının aktif bir rol oynadığını gösteren tarımda kolektivizasyon sürecine katkıda bulunan 25.000'ler hareketiydi. Parti Kasım 1929'da kolektif çiftliklerde yöneticilik yapacak olan 25.000 gönüllünün bulunmasına karar vermişti. SBKP 1961'de yapılan programda da Devlet ve Devrim’deki hedefler yinelenmiştir. Sosyalist demokrasinin çok yönlü genişlemesi ve mükemmelleşmesi için tüm yurttaşların devlet idaresine aktif katılımın gerekliliğinin altı çiziliyordu. Ancak emperyalistlerin sosyalist ülke yurttaşlarına yönelik ideolojik ve manipülatif saldırıları büyük sorun oluşturmuştu. Saldırılardan korunmak için içe kapanmanın tercih edilmesi, düşmana koz vermemek için sorunların açıkça tartışılmasından kaçınılması, sosyalist ülke yurttaşlarının dünya devriminin özneleri olmaktan uzaklaşmasına ve anti-komünist propagandanın kapitalist ülke yurttaşları üzerindeki etkisinin kırılmasına katkıda bulundu.

Özalp'in, Çulhaoğlu'nun Sovyet Deneyiminden Dersler kitabından yaptığı alıntı meselenin bir diğer boyutuna işaret eder. Çulhaoğlu'na göre; kampanyalar aracılığı ile zaman zaman sağlanması yoluna gidilen ekstra motivasyon dışında Sovyetler bireyin sosyalist gelişiminin asıl güvencesini hep ekonomik-teknolojik temelin oluşturulmasında görmüştür. Temelde bu görüş doğru olmakla beraber doğru olanı kendi var oluş biçiminin dışına taşıyıp kurallara öncelik tanımak yanlış yapmakla aynı şeydir. Doğru yol neyin belirleyici olduğunu yine unutmadan gelişmenin bileşenlerini bir arada ve karşılıklı ilişkileri içinde tutabilmektir. Sovyet deneyinde başarılı olunamayan budur.

Haluk Yurtsever, “Devrim Teorisi ve Siyaseti Üzerine Notlar” adlı yazısında Marks’ın devrim teorisini ele alır. Marksistlerin devrim teorisi ve siyaseti ile ilgili olarak yüz yüze olduğunu düşündüğü kimi sorular ortaya atar. Birincisi, dünya pazarının bugünkü küresel entegrasyon koşullarında önemli kapitalist ülkeleri içine alan zincirleme bir kriz ve devrimci yükseliş dönemi yaşanabilir mi? İkincisi, sermaye hareketlerinin ulus devletleri aşmakta olduğu bir evrede ulus devlet merkezli bir kriz devrimler için hangi tehlike ve olanaklar yaratır? Üçüncüsü, üretici güçler emek üretkenliği düzeyi ile var olan üretim ilişkileri arasındaki ilişki sosyalist devrimciler açısından bilim-ütopya, kapitalizm eleştirisinin çevireni ve yeni toplumun bugünkü toplum içindeki nüveleri düşünüldüğünde ne tür yeni açılımlara temel hazırlıyor? Dördüncüsü, komünist hareketin tarih bilinci ve nihai program eksikliği ve ideolojik ve siyasal yeniden üretememe olarak dışa vuran apolitizm sorununu aşmak için ne yapmak; ideoloji-siyaset-örgüt-eylem çizgisini nasıl kurmak gerekir? Beşincisi, kapitalizm 70 ortalarından bu yana derin bir krizden geçiyor. Sorun siyasal, konjonktürel ve jeopolitik olmaktan çok üretim ve birikim süreçlerindeki yeni çelişki ve daralmalardan kaynaklanıyor. Enformasyon, iletişim ve bilim alanındaki gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde bunlar komünist programın temelleneceği paradigmalarda da değişikliğe yol açmıyor mu? Açıyorsa yeni programların hangi siyasal hedefleri önermesi, hangi örgüt ve mücadele yöntemlerini geliştirmesi gerekiyor? Altıncısı, nicel olarak büyüyen ancak daha heterojen hale gelen işçi sınıfının yapısındaki, çalışma ve yaşam alanları, kültürel ilişkileri, siyasete katılım mekanizmalarındaki değişiklerden çıkarılması gereken yeni siyasal, örgütsel ve eylemsel sonuçlar neler olabilir?

Hayri Kozanoğlu, “Her Yol Sosyalizme Çıkıyor” adlı yazısında; giderek servet ve gelir eşitsizliklerinin çoğaldığı, savaşın ve şiddetin yaygınlaştığı, göçmen ve mülteci sorununun derin acı ve trajedilerle yakıcı hale geldiği, küresel ekolojik dengenin bozulup gelecek nesillerin varlığını tehdit ettiği bir dünyada yaşadığımız gerçeğinden hareketle emperyalizmin yeni oyunlarına da değinerek dünya panoraması çiziyor. Sosyal demokrasinin çöküşü ve aşırı sağın yükselişine değinen Kozanoğlu, günümüzdeki dünya genelinde vuku bulan direniş pratiklerine göz atıyor ve sosyalizm mücadelesinde daha örgütlü, daha programlı ve Ekim Devrimi’nde olduğu gibi ideolojik anlamda daha donanımlı olunmasının önemine değiniyor.

İzzettin Önder, “Pierre Bourdieu Penceresinden Marks ve Toplumsal Dönüşüm” adlı yazısında; yaşanan tüm yıkımlar ve altüst oluşlara rağmen Marks’ın öngörülerinin niçin ve nasıl oluyor da bir türlü gerçekleşemiyor olmasının nedenlerini inceliyor. Bourdieu sisteminde bireysel algılama ve kararlar salt anlık ve ekonomik dürtülü olmayıp, bireyin yaşamı boyunca tarihsel süreçte şekillendirildiği doku içinde gerçekleşmektedir. Onun bu yaklaşımı sistemi irdelememekle beraber sosyal sorunlara karşı bireysel tepkisizliğinin ipucunu verir. Çözümlemesinde alan ve habitus kavramlarını kullanan Bourdieu, sermayeyi maddi, kültürel ve sosyal şeklinde sınıflandırır ve her bir sermayenin alanını kendine özgü kuralları olan ekonomi politikten bağımsız işleyiş yasalarına sahip özgün bir saha olarak görür. Alan üzerinde yükselen habitus ise, alan içindeki bireylerin ortaklaşa sahip oldukları fikirleri, davranış kodlarını hatta inançlarını ve huylarını yansıtır. Yapılandırılmış yapılar dokusunu oluşturan uygulamalar ve davranışsal kodlar sistemi olarak konulan habitus kavramı çerçevesinde söz konusu kazanılmış davranışların ayni çizgide sürdürülmesi için üstün beceri ve çaba gösterilmesi gerektiği vurgulanır. Toplumsal işleyişte başat konumda olan sermaye topluma ve kültür alanına sembolik şiddet uygulayarak yaşamsal gerekçesi ve başatlığını sürdürmektedir.

Korkut Boratav, “2007’de Kapitalizm Sonrasına Bakışlar” adlı yazsında; fikir dünyasında kapitalizmin vadesinin bitmek üzere olduğu yönündeki tespitlerin yayınlaşmasından yola çıkarak konuyu anti kapitalist kuramcıların farklı yaklaşımları açısından inceliyor. Kapitalizmin son bulacağına ilişkin temelde üç görüşten bahseden Boratav; ilkinin kapitalizm sonrasına sınıf mücadelesine dayalı örgütlü bir müdahale ile geçileceğini düşünenlerden, ikinci görüşün, kapitalizmin bir devrimci dönüşüm ile değil, çürüyerek, çözülerek son bulacağını söyleyenlerden ve üçüncü görüşün de üretim güçlerindeki gelişmelerin kapitalist üretim ilişkileri ile uyumsuzluğunun sisteme kendiliğinden son vereceğini düşünenlerden oluştuğunu söylemektedir. Geleneksel Marksist-Leninist tezlere en yakın yanıtın da Samir Amin’den geldiğini aktarır. Amin, kaçınılmaz bir kriz ve çöküntü analizi yapmaz. Kapitalizmin günahları listesinin sadece iki öğesi, kronik durgunlaşma ile temsili demokrasinin tasfiyesi sistemin sürdürülemezliği teşhisine dayanak olabilirdi. Ancak, Amin tespitini bu doğrultuda geliştirmiyor. Onun çağrısı kapitalizmin yargılanmasına ve katli vaciptir hükmüne bağlanıyor. Amin’e göre kapitalizmin sonbaharını yaşamaktayız; ama halkların ilkbaharı başlamamıştır. Bu ilkbahar kendiliğinden gelmeyecektir. Kapitalizme son vermek için kolektif bir müdahale gereklidir. Bugünkü muhalefeti yetersiz bulan Amin, sosyalist perspektifli bir muhalefet tarzı önermektedir.

Onur Emre, “Kürt Sorunundan Kürdistan Sorununa Geçiş ve Sosyalist Hareket” adlı yazısında; sosyalist hareket ile Kürt hareketinin ilişkilerini analiz ediyor. Yağan’a göre; Marksizmde etnik-ulusal meseleler teori alanında ikinci planda bırakılmıştır. Bu başlık siyaset alanında daha fazla önemsenmiş olup tavır alışlar siyaset alanında ortaya çıkan verilere göre oluşturulmuştur. Marksizmin odağında kapitalizmin analizi ve sınıf mücadelesi vardır. Dolayısıyla ulusal soruna ilkesel yaklaşım da işçi sınıfının güncel ve tarihsel çıkarları eksen alınarak oluşturulmuştur. Marksizm, sınıf hareketinin ulusal sorun hakkında fikir ve eylem sahibi olması gerektiğini öğütler, ancak ulusal sorun gündemlerinin sınıf siyaseti çizgisini ve işçilerin mücadelesini belirlemesi kabul edilmemelidir. Yağan, sosyalist hareketimizin görevinin;  Kürt-Türk emekçilerinin ve sosyalistlerin birlikte mücadelesini başat kılacak bir devrimci müdahalenin örgütlenmesi ve Kürtlerin devrimci/özgürlükçü unsurlarını güçlendirecek elin uzatılması olduğunu söyler.

Onur Hamzaoğlu, “İçinde Yaşadığımız Zaman ve Toplum” adlı yazsında; sosyalizmin yön arayışı konusundaki düşünce ve önerileri ile kapitalist ülkelerdeki sağlık hizmetlerinin son 70 yıllık süreci, sağlık hizmetleri finansman modellerinin değer yasası üzerinden tasnifi ve sağlıklı bir toplum için sosyalizmin neden zorunlu olduğunu ele almıştır. Hamzaoğlu, yön arayışında öncelikle birinci, ikinci ve üçüncü enternasyonal ve daha sonrasında sürdürülen verimli üretken tartışmaların bütün ayrıntıları ile ele alınması ve diyalektik materyalist yöntemi kullanarak kapitalizmin geldiği aşamayı değerlendirmek suretiyle bu evrede sosyalizme geçişin nasıl olabileceği bilgisinin üretilmesini önerir. İkinci olarak da, kuramsal zenginliğin yanı sıra kuramı yaşama geçirebilmek için eş zamanlı olarak siyaseti toplumsallaştırmanın kanallarını oluşturmak, kullanmak ve geliştirmeyi önerir. Bunun için kapitalizmin geniş halk kesimleri nezdinde deşifrasyonu gereklidir. Söz konusu deşifrasyonun en önemli yolu; devlet, hukuk, anayasa, sağlık, eğitim vb üst yapı kurumlarının altyapı ile ilişkisinin kişilerin zihinlerinde canlandırabilmekten geçmektedir. 70’li yılların ikinci yarısından itibaren kapitalizmin yapısal krizine çözüm olarak toplumsal hayatın bütün alanları yeniden yapılandırılırken sağlık alanında da benzer gelişmeler yaşanmıştır. Sağlık alanı sermayedarlar için yeni bir birikim alanı haline gelmiştir. Ülkemizde de 80’lerin sonunda başlatılan ve AKP hükümetleri tarafından Haziran 2003’ten itibaren “Sağlıkta Dönüşüm Programı” adı verilen sağlık reformu Dünya Bankası’nın bir projesi olarak Türkiye dahil 90 civarında ülkede tek bir model olarak uygulanmıştır. Temel amaç, sağlık alanının yeni bir sermaye birikim alanı haline getirilmesi ve sağlık alanının toplumsal bölüşümün yeniden düzenlendiği alan olmaktan çıkarılması olduğundan reformun özü itibariyle emekçilere karşı bir saldırı niteliği taşımaktadır. Hamzaoğlu’na göre sağlık; soyut ve somut pek çok ürünün yaratıcısı olan insanın toplumun üyeleriyle kolektif içinde ve her bir üyenin gereksinimini sonuçta eşitliği sağlayacak biçimde örgütlenerek üretebilmesi, biyolojik ve zihinsel bütünlüğünün korunması,  toplumsal örgütlülük ve üretim süreciyle birlikte geliştirilmesidir. Bu tanımın yaşama geçirilebilmesi, özetle sağlıklı insanlar, sağlıklı toplum ve sağlıklı toplumsal yaşantı için sınıfsız bir toplum yani sosyalizm bir zorunluluktur.

Mustafa Sönmez, “İnternet Sonrası Medyada Güç Dengeleri” adlı yazısında; internetin yaşamımıza girmesiyle medyadaki güç dengelerinin ve dolayısıyla ülkedeki siyasi güç dengelerinin nasıl etkilendiğini işler. AKP öncesi dönemde büyük sermaye, medya güçleri sayesinde siyasi partiler üzerinde etkinlik kurabilmişlerdir. 2002 seçimleriyle iktidara gelen AKP sonrası medyadaki güç dengeleri AKP- Fetullah Gülen cemaati koalisyonu ile değişmeye başlamıştır. Zaman grubu etkili olmaya başlamış ve ayrıca tasfiye edilen medya grupları RTE’nin işaret ettiği Albayrak, Ethem Sancak, Ciner ve Kuveytli sermayedarlara pay edilmiştir. AKP rejimi özellikle 2010 sonrası artan siyasi gücüne paralel olarak önemli bir medya gücünü kontrol eder hale gelmiştir. Rejim, yasama, yürütme ve yargı erkleri üzerinde egemenliğini artırmada, toplumun dezenformasyonunda kontrolündeki medyayı kullanmış ve Ciner, Demirören ve Şahenk gibi grupları da biata zorlamıştır. Türkiye’de 2000’li yılların başından itibaren hızla artan internet erişimi ile yeni bir döneme girmiş olup sübvansiyonla ayakta duran yazılı medyada kan kaybının devam etmesiyle firmalar kayıplarını internet ortamında telafi etmenin yolunu bulmuşlardır. İnternet, geleneksel medya formatında üretim yapma imkanı olmayan alternatif medyaya kendini var etme fırsatı sunmuştur. Ne var ki burada da rejimin sansürü büyük bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Sönmez’e göre; hem siyasi, hem de ideolojik-kültürel düzeyde internet özgürlüğü için mücadele önümüzdeki dönemde artacaktır. Ayrıca, internet alanını, rejimin teslim aldığı konvansiyonel medyanın egemenliğinden korumak, ortaya çıkmış özgürlük fırsatını kullanmak da bir başka mücadele yöntemidir ve sürdürülmelidir. 

Sosyalizmin Yön Arayışı/Metin Çulhaoğlu’na Armağan kitabındaki yazıların ortak noktası Türkiye'de sosyalizm ve devrim mücadelesinde izlenecek yollar konusunda tarihsel süreç de dikkate alınmak suretiyle yol haritası oluşturmak şeklinde özetlenebilir. Armağan kitapta; Çulhaoğlu'nun 50 yıllık sosyalist mücadele içindeki kuramsal katkıları çerçevesinde yeni açılımlar ve tartışma konuları ortaya atılmak suretiyle devrim teorisi ve örgütlü siyasetin ana hatları etraflı bir biçimde analiz edilmektedir. Kitap, makale ve günlük yazıları ile gerek Marksist kurama yaptığı önemli katkılar gerekse, örgütlü siyasi mücadelenin içinde "doğruda hareket etmenin" güzel bir örneğini veren Çulhaoğlu için üretilen armağan kitabın sosyalizm ve devrim hedefini diri tutan sol kamuoyunca okunup tartışılacağını ve kılavuz oluşturacağını düşünüyorum.


 


KÜNYE: Sosyalizmin Yön Arayışı, Editör: Can Soyer, İleri Kitaplığı, 2017,

 

DAHA FAZLA