Sendikacılık nereye gidiyor?

Sendikacılık nereye gidiyor?

M. Serdar Kayaoğlu’nun Abdullah Aysu, Aziz Çelik, Betül Urhan, M. Hakan Koçak, Özgür Müftüoğlu, Yıldırım Koç, Yüksel Akkaya gibi sendikal alanla ilgili yıllardır yazan sendikacı ve akademisyenlerin yazılarından ve sınıf mücadelesinde öne çıkan işçilerle yapılan röportajlardan derlediği kitap; sendikacılığın ilk yıllarından bu yana gelişimi, siyasi partilerle ilişkileri, kadın işçilerinin sendikal faaliyeti ve emek hareketi içindeki yeri, kamu sendikacılığının ve çiftçi sendikalarının durumu, işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareket konusunda önemli katkılar sunmakta ve Türkiye’nin geleceği üzerine düşünen, mücadele eden okurların ilgisini beklemektedir.

1970’li yıllarda başlayan ve 80’li yıllarda derinleşen dünya ekonomik krizinin sendikacılık alanına da önemli etkileri oldu. Sermayenin kendi ihtiyaçları doğrultusundaki düzenlemeleri ve küreselleşmenin etkileri sınıfsal kompozisyonun değişmesini ve sermaye için maliyeti artırıcı bir unsur olarak görülen sendikal hareketin önemli  engel ve kısıtlamalara maruz kalmasına yol açtı. 24 Ocak kararları ve 12 Eyül darbesi ile başlayan süreç ülkemizde de hem sınıf hareketi hem de sendikal faaliyet üzerinde zayıflatıcı etkiler yarattı.

2000’li Yıllarda Türkiye’de Sendikacılık adlı derlemede sendikacılığın tarihsel serüvenini de ihmal etmeden ağırlıklı olarak AKP dönemindeki sendikacılığın boyutları, emek hareketi ve işçi sınıfı analizi ile birlikte ayrıntılı bir biçimde ele alınıyor. Alanında uzman olan ve akademik dünyaya teorik katkılarının yanı sıra aydınlık bir dünya mücadelesi pratiği içinde de yer alan yazarların katkısıyla Türkiye’de sendikacılık ve işçi hareketi konusunda eğilimler, açmazlar, mücadele biçimleri ve hareketin gelişimine yönelik öneriler etraflıca değerlendirilmiş. Kitaptaki makaleler doğrultusunda sendikacılık ve emek hareketinin panoramasına kısaca bir göz atalım.

 Kapitalizm 1970’lerde içine girdiği krizi aşmak için işgücü maliyetlerini aşağıya çekmeyi amaçlamış ve bunun için de neo liberal politikalar karşısında engel olarak görülen sendikaların işlevsizleştirilmesi ve bürokratik yapılara dönüştürülmeleri süreci başlamıştır. 70’li yıllarda uluslararası ticaretin serbestleşmesiyle birlikte sermayenin önündeki coğrafi engeller kalkmış ve sermaye; üretimi işçi sınıfı örgütlülüğünün yüksek olduğu merkez ülkelerden emeğin ucuz olduğu azgelişmiş çevre ülkelere kaydırmıştır. Üretimi çevre ülkelere kaydırarak merkez ülke işçilerini işsiz bırakma tehdidi işverenlerin sendikalara karşı kullandığı etkili bir silah haline gelmiştir.

Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi ile birlikte büyük bir darbe alan sendikal hareket 1980’lerin sonunda bahar eylemleri ile varlığını ve gücünü bir kez daha göstermiştir. Ancak, bu başkaldırıya öncülük edecek bir siyasi önderlik olmadığı için kesintiye uğramıştır. Sendikal hareketin gerilemesinde sermaye cephesinin saldırısı ve çalışma ilişkileri alanını yapılandırmasının önemli etkileri vardır. Ancak siyasi yapıların sendikal örgütlenmenin tabanında yer almaktan çok yönetimin bir parçası olmayı temel alan sınıf ilişkisi ile birlikte sendika uzmanlarının da çürümede payının olduğu söylenebilir. İşçi sınıfına yabancılaşmış, sendika yöneticisinin bürokratik isteklerine odaklanmış bu yaklaşımlar sendikal çürümeyi hızlandırmıştır.. Sendikal örgütlenme içinde Kürtlerin yeri ve sendikal yapıların Kürt sorununa yönelik tutumu da son yılların önemli bir sorunu olarak karşımıza çıkmıştır. Kürtlerin yoğun olduğu bölgede siyasal, kültürel, demokratik sorunları ön plana çıkaran bir toplumsal hareket sendikacılığı, Türklerin yaşadığı bölgedeki örgütlenmelerde ise sınıf perspektifli bir örgütlenme buradaki Kürt emekçiler için oldukça anlamlı gözükmektedir.

90’lı yıllarla birlikte emek piyasası Türkiye’den daha düzensiz ve emek maliyeti daha düşük olan Asya-Pasifik ve Kuzey Afrika ülkeleri küresel üretim ağı içine girmiştir. IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar Türkiye’nin sermayeye yeniden cazip bir yatırım alanı haline gelmesi için Yapısal Uyum Programı önerdiler. 2001 kriziyle birlikte iş başına getirilen Kemal Derviş tarafından yasal zemini oluşturulan YUP’un iki temel hedefi vardı: kamu kurumlarının özelleştirlmesi ve ülkede yatırım ikliminin oluşturulması. YUP, 2002 yılında iktidara gelen AKP  tarafında kesintisiz uygulanmıştır. İlk uygulamaları da Türkiye’yi ucuz emek cennetine çevirmeyi hedefleyen ve 2003 yılında çıkarılan 4857 sayılı yeni İş Kanunu’dur. Başta iş güvencesi olmak üzere emekçilerin kazanılmış bir çok hakkını ortadan kaldıran bu yasa ile AKP’ye ulusal ve uluslararası sermayenin güven ve desteği artmıştır. Bu süreçte sendikal hak ve özgürlükler de büyük baskı ve engellerle karşılaşmıştır. AKP dönemindeki baskılar, sendikaların etkisiz kalmasında önemli bir etkendir, ancak “yandaş” olmayan sendikaların, emekçilerin güvenini sağlayacak ve onları mücadeleye yöneltecek perspektiften uzak olması daha da  önemlidir.

Özellikle 90’ların ortalarından itibaren başlayan sendikasızlaştırma 90’lar ve 2000’ler boyunca kamuda yoğunlaşan özelleştirme, güvencesizleştirme süreçleriyle birleşerek sendikal örgütlenme düzeyini geriletti. Sendikalar hantal, ağır yapıları ile uzun soluklu ve riskli örgütlenme pratiklerine girmekte zorlandılar. Üyeleriyle yaşadıkları yabancılaşma, taban dinamiklerine dayanarak çalışma yürütmelerini engelledi. Bu durumda sendika merkezleri, örgütlülüklerini büyük ölçüde işverenlerle iyi ilişkiler kurarak uyumlu profil çizerek sürdürmeye yöneldiler. Tabii bu durum ağır bir bağımlılık yaratarak sendikal çürümeyi daha da derinleştirdi. Üyelerinin taleplerinden çok işverenlerin ekonomik rasyonellerini gözeten, işyerini bütünüyle işverenin hakimiyet alanı olarak kabullenip toplu sözleşmedeki ücret artışlarına odaklanan bir sendikacılık pratiği yerleşti. Yozlaşmış sendikal yapıların aşılması konusunda öenemli bir pratik olan Türk-Metal Sendikası üyesi otomotiv işçilerinin Bursa Renault fabrikasında başlattıkları isyan iki önemli gelişmeyi orataya çıkardı: İlki İşçiler doğrudan temsil sağladılar. Yozlaşmış ve aslında metal patronlarının bir denetimi olmak dışında işlevi kalmamış bir sendikal yapının kendilerini temsil edemediğini kitlesel istifalarla ortaya koydular ve fabrika konseyleri aracılığı ile kendi doğrudan temsillerini sağladılar. İkincisi ise grev hakkını fiilen kullandılar. İşyerlerini terketmeme ve üretimi durdurma eylemi yaparak, Türkiye’de çalışma mevzuatı ile zorlaştırılmış ve son Bakanlar Kurulu kararlarıyla nerdeyse ortadan kaldırılmış olan grev hakkını fiilen yaşama geçirmiş oldular.

Son yıllarda ilginç gelişmeler gözlenen kamu sendikacılığındaki gelişmeler de sorun alanlarından biridir. İşçilerin sendikalaşma oranı Resmi verilere göre sigortalı işçiler arasında yüzde 12’lerde iken kamu çalışanlarının sendikalaşma oranı  2017 itibariyle yüzde 70’e yaklaşmıştır. AKP paralelindeki MEMUR-Sen  Konfederasyonu’nda astronomik üye artışları yaşanırken milliyetçi-muhafazakar Türkiye Kamu-Sen güç kaybetmiş buna karşın sol ve muhalif KESK ise büyük gerileme yaşamıştır. 1990’lı yıllarda Kamu çalışanlarının sendikalaşma süreci sosyalist solun birlik süreciyle birlikte yürümüştür. 2000’li yıllardaki KESK’teki gerileme KESK’in ana kurucu dinamiği olan ve büyük bölümü ÖDP çevresinde kümelenen güçlerin zayıflaması, dağılması ile kürt siyasal hareketinin gücünü asimetrik biçimde artırmasına bağlanabilir. Böylece KESK içinde ekonomik-demokratik mücadele hattı zayıflamış ve başta Kürt sorunu olmak üzere makro siyaset ön plana geçmiştir. 2001 yılında kabul edilen 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu ile memur sendikalarının kuruluş ve çalışma esasları ile toplu görüşme sürecinin ayrıntıları belirlenmiştir. 2003 yılında başbakanlık genelgesi ile memur sendikalarının faaliyetlerinin kolaylaştırılmasıyla hükümete yakın olan Memur-Sen örgütlenmesi hızlanmıştır. 2002-2017 döneminde sendikalara üye olan 1 milyon 34 bin memurun 955.000’i (% 92’si) Memur-Sen’e üye olmuştur. Bunun sırrı da karşılıklı yararlanmaya dayalı ilişki ve hükümet destekli/icazetli sendikacılık anlaşındadır.

Sendikal alanda bir diğer önemli konu da “Türkiye’de kadınların işgücüne katılım ve istihdam konuları ile birlikte sendikal örgütlenme ve sendika içi cinsiyet eşitsizliğini meşrulaştıran erkek egemen zihniyet ve söylemlerdir. Son dönem istihdama ve kadına yönelik sosyo politik düzenleme ve uygulamaların neoliberal politikalarla uyumlu olup; bu politikaların esas amacı neoliberal politikaların ihtiyaç duyduğu işgücü temini kadar kadını ev ve aileden sorumlu gören cinsiyetçi işbölümünün muhafaza edilmesidir. Kadını işgücü piyasasına katmak, ancak bu katılımın kadının aile içindeki sorumluluklarını ihmal etmeyecek biçimde olmasını sağlamaktır. Sendikalar işgücünün bileşimin ve örgütlenmesini etkileyecek olan bu politikalara ya sessiz kalmış ya da doğrudan benimsemiştir. Toplumsal cinsiyet ve eşitsizlikler gözönünde bulundurulmadan oluşturulan eşitlik anlayışı toplumsal cinsiyete dayalı değerleri pekiştirmekte, işgücü piyasasında görülen katı hiyerarşik gelir ve statü eşitsizliklerinin sürekliliğine neden olmakta ve kadınları sendikadan dışlamaktadır. Sendika içinde kadınların güçlendirilmesine ve temsile ilişkin gelişmelerin sağlanması cinsiyet eşitliğine ilişkin politikaların sendikaların stratejilerinin içine dahil edilmesi ile mümkündür.

İşçilik bilinci ve sınıf bilinci meselesi de emek hareketi içinde önemli tartışmalara yol açan bir diğer konudur. Türkiye’deki işçi sınıfının tam bir “zeki ve kurnaz homo economicus” olduğu, kısa vadeli çıkarlarını çok iyi bildiği, köylülüğün deneyimiyle son derece tedbirli hareket ettiği, başarı şansını yüksek görmedikçe risk almadığı, hak almada en az bedelli ve kolay yolu bulduğu varsayımından yola çıkılabilir. Sıradan işçi, kapitalizmin ürünüdür ve kapitalist ilişkiler içinde hayatta kalabilmek için kaçınılmaz olarak çıkarcıdır, bencildir, bireycidir. Sermayedar sınıf bu özellikleri pekiştirecek filmler, TV programları, internet siteleri ve benzeri araçları bilinçli ve sistemli biçimde kullanır. Ancak hayat bu sıradan işçileri işverene karşı mücadeleye zorladığında, yaşayabilmek için sınıf kimliğine sarılmaktan ve mücadele etmekten başka çare kalmadığında işçi değişmeye başlar. Sıradan işçinin rahatını; canına, temel değerlerine, malına mülküne, geçimine, yaşama ve çalışma koşullarına yönelik ciddi tehdit veya saldırı bozar. Ancak bu rahat kaçtığında, işçilik bilincinin, sınıf bilincinin ve bunun da ötesinde düzen karşıtı bilincin gelişmesinin koşulları ortaya çıkar. Ücretlerdeki mutlak (gerçek) düşüş işçilerce kolayca anlaşılabilir. Ancak bazı ekonomik, sosyal ve toplumsal gelişmelerin gerçek ücret düşüşlerine ve diğer alanlarda hak kayıplarına yol açacağı tespitini yapmak, bu konuda işçileri bilgilendirmek ve harekete geçirmek işçi sınıfı örgütlerinin ve özellikle de sendikaların ve siyasi partilerin görevidir. Mutlak yoksullaşma ve gündemdeki sorunların da zayıf bir iktidar algısı ve gerçekten zayıf bir iktidarla örtüşürse işçi sınıfının  mücadelesi gelişir. Eğer bu süreçte işçi sınıfının içinde örgütlü, işçilerin güvenini kazanmış ve kadrolaşmış bir siyasi yapı oluşabilirse, bu mücadelenin ortaya çıkaracağı toplumsal ve siyasal enerji, bağımsız ve demokratik bir Türkiye, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya doğrultusunda yönlendirilebilir.

Kitabın son bölümünde işçi hareketinde son yıllarda öne çıkan direnişçiler ile röportajlara yer verilmiştir. BES (Büro Emekçileri Sendikası) üyesi Cemal Yıldırım, KESK kurucularından Mahmut Konuk, Yüksel direnişçilerinden Ömer Faruk Kök ve Veli Saçılık ile yapılan röportajlar hem sendikaların içinde bulunduğu durumu hem de bireysel direnişlerdeki kararlı ve ısararcı tutumun işçi hareketinde ne gibi etkiler yarattığını anlamak açısından son derece yararlı katkılar sunuyor.

M. Serdar Kayaoğlu’nun derlediği kitap; sendikacılığın ilk yıllarından bu yana gelişimi, siyasi partilerle ilişkileri, kadın işçilerinin sendikal faaliyeti ve emek hareketi içindeki yeri, kamu sendikacılığının ve çiftçi sendikalarının durumu,  işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareket konusunda önemli katkılar sunmakta ve Türkiye’nin geleceği üzerine düşünen, mücadele eden okurların ilgisini beklemektedir. Anlatılan bizim hikayemizdir.


KÜNYE: 2000’li Yıllarda Türkiye’de Sendikacılık, Derleyen: M. Serdar Kayaoğlu, Epos Yayınları, 2017, 337 sayfa.

DAHA FAZLA