Sağ Popülizmin Yükseliş Dinamikleri ya da Trump Nasıl Kazandı?

Sağ Popülizmin Yükseliş Dinamikleri ya da Trump Nasıl Kazandı?

Emperyalist sistemde hegemonik güç olan ABD devletinin özgün kuruluş dinamiklerinin bir sonucu olarak ABD burjuva siyasetinin dairesel yapısı, neo-izolasyonist politik söylemin popülerlik kazanması hakkında bize fikir verebilir. Cumhuriyetçi Parti’nin en sağ görüşü ile Demokratları en sol görüşünün kimi noktalara ilişkin düşünsel ortaklık kurabilmesi bu dairesel yapının neticesidir.

 

Çağdaş OKLAP

Marksistlerin, ‘tarihte bireyin rolü’ne verdiği önem yerli yerinde durmakla birlikte, söz konusu içinden geçtiğimiz dönem olduğunda bu rolün abartılmasına dönük eğilimin siyasi körlüğü de beraberinde getireceğini kabul edelim. Bunun bir sonucu, Trump’ın ‘egzantrik kişiliği’ bağlamında, 45. başkan seçilmesini bir anomali olarak gören yaklaşımlardır.

Bu hatalı yaklaşımlara düşmemek için öncelikle Trump tipi siyasetçilerin yükselişine olanak veren nesnelliği anlamamız gerekiyor. Metin Çulhaoğlu’nun İleri Haber’de çıkan ‘Tarihsel Benzerlik Tezleri’ adlı makalesinde de belirttiği gibi bu nesnellik,  "... en fazla Avrupa’da iki büyük savaş arasındaki 1920-1940 dönemini andırmaktadır." (1) O halde, Trump nasıl başkan oldu? sorusuna yanıt arıyorsak, 1920-1940 arasına benzer biçimde giderek yükselen sağ popülizmin dinamiklerine odaklanmak bize sağlıklı bir perspektif sunacaktır. Dolayısıyla, bu dinamiklerin en görünür hale gelenlerinden ikisine; dış politikada neo-izolasyonist söylem ve neo-liberalizmin temsiliyet krizine duyulan tepki üzerine düşünmemiz gerekiyor.

Dış Politika: Neo-İzolasyonist Söylem

Eski dönemde Cumhuriyetçiler, neo-con örneğinde de görüleceği gibi şahin ve müdahaleci olarak tanımlanırdı. Oysa bugün, Trump gibi bir "yabancı"nın başkan seçilmesi, neo-izolasyonist söylemlerin giderek popüler hale gelmesiyle açıklanabilir.(2) Bir otoriterleşme dinamiği olarak neo-izolasyonizmin temel paradigmasını, 2008 krizinin açtığı yol ya da kapitalist krizin giderek kapitalizmin krizine doğru evrildiği dönemimizde aramak gerekiyor. Krizin yarattığı ekonomik çalkantılardan net biçimde etkilenen, ortadoğudaki emperyalist politikaların bir sonucu olarak doğan ve gelişen islamcı terörün korkusunu ülke sınırları içinde yaşamaya başlayan ABD emekçi sınıfları, 2.Dünya Savaşı sonrası ABD’in emperyalist sistemde hegemonik bir güç haline gelişinde önemli bir rol oynayan "uluslararasıcılık" ideolojisine rezervlerini koymaya başladı.

Burada özellikle vurgulanması gereken bir nokta bulunuyor. Emperyalist sistemde hegemonik güç olan ABD devletinin özgün kuruluş dinamiklerinin bir sonucu olarak ABD burjuva siyasetinin dairesel yapısı, neo-izolasyonist politik söylemin popülerlik kazanması hakkında bize fikir verebilir. Cumhuriyetçi Parti’nin en sağ görüşü ile Demokratları en sol görüşünün kimi noktalara ilişkin düşünsel ortaklık kurabilmesi bu dairesel yapının neticesidir. O kadar öyledir ki; aklının ucundan Trump’a oy vermeyi geçirmeyen kitlelerin ona oy vermesi yazının başında da dediğimiz gibi Trump’ın egzantrik kişiliğinden ya da gündelik söylemlerinden kaynaklı değildir.

Bu konuda bir örnek vermekle yetinelim. The Truth About Populism and Foreign Policy adlı Foreign Affairs dergisinde yayınlanan makalesinde bu konuya dikkat çeken "liberal sovyetolog" Stephen Sestanovich, Trump ve Sanders gibi adayların kullandığı neo-izolasyonist dış politika söylemlerinin Amerikan halkında da karşılık bulduğunu iddia etmişti.(3) Makalesinde Pew Araştırma Merkezi’nin yaptığı güncel bir araştırmanın sonuçlarına yer veren Sestanovich, Cumhuriyetçilerin yüzde 65, Demokratların da yüzde 73’ünün sonraki ABD Başkanı’nın iç sorunlara odaklanması gerektiğini düşündüğünü belirtiyordu. Aynı araştırmaya göre; Trump destekçilerinin üçte ikisi, Sanders seçmenlerinin ise yarıdan fazlası ABD’nin küresel ekonomiye bu derece dahil olmasının ülke ekonomisine olumsuz etkide bulunduğunu düşünmekteydi.

Temsiliyet Krizi’ne Tepki

Burada filmi biraz geriye sarıp neo-liberalizm ve temsiliyet krizi ilişkisine dair bir kaç söz söylemek elzem. Neo-liberalizmin dünya sermaye sınıfları açısından krizden çıkış stratejisi olarak yürürlüğe konulduğu 1970’li yılların sonunun, kapitalizmin diğer krizli dönemlerinden örneğin 1950’lerden farkı, burjuvazinin bir ‘işçi sınıfı’ sorunu ile karşılaşmasıdır. Neo-liberal hegemonya, İngiliz Marksist Ralph Miliband’ın tanımıyla söylersek, burjuvazi terimini neredeyse gereksiz kılacak biçimde, sınıf mücadelesini sanki sadece ücretlileri ilgilendiren bir şeymiş gibi göstermeye yönelik yaygın bir yanılsama üzerine bina edildi.

Bu aslında, burjuvazinin hiçbir zaman bir sınıf olarak görülmek istemediği gerçeğine işaret etmesi açısından önemlidir. Çünkü tersinin gerçekleşmesi halinde, hakim sınıf olarak kendi hegemonyasını tehlikeye düşüreceğinin bilincinde olan bir sınıftır burjuvazi. Bununla birlikte, burjuvazinin, ‘sınıfsal hedeflerle belirlenmiş rollleri oynama’sı ve toplumun bütünü için bir vizyon geliştirerek hakimiyetini sürdürmesi, sahip olduğu stratejik kapasitesini de arttırması gerekmektedir.

İşte bu durum, yani neo-liberal dönemde burjuvazinin bir taraftan bir sınıf olarak görülmesine önüne geçme stratejisi ile sınıf çıkarları doğrultusunda hareket etme zorunluluğu arasındaki çelişki, "geniş seçmen kitleleri" nin siyasal alandan giderek dışlanmasına, siyasetin dışına itilmesine vesile oldu. Örneğin, neo-liberalizmin öncesi dönemde, kamusal politikalarının belirlenmesi için geniş toplum kesimleri arasında sağlanması gereken ‘asgari toplumsal uzlaşı’ yerini, toplumsal uzlaşmaya dayanmayan, sermaye sınıfının çıkarlarını yansıtan ve bu nedenle de kapalı kapılar arkasında belirlenen bir olgu olarak karşımıza çıktı.

Öte yandan bu çelişkinin bir diğer sonucu, sermaye politikalarını belirli bir süzgeçten geçirme, aşırı yanlarını törpüleme, böylece bu politikalara emekçi sınıflar üzerinde meşruiyet sağlama işlevini üstlenen ve bizlerin, düzen solu olarak tanımladığımız siyasal partilerin giderek sağcılaşmasıydı. İşçi sınıfına yapılan ekonomik ve siyasal saldırılar artarken, düzen solu giderek bu saldırıların doğrudan yürütücü haline geldi. Başka bir tartışma olmakla birlikte, Jeremy Corbyn’in başarısındaki ‘öze dönüş’ün bu açıdan değerlendirilmesinde fayda var.

Yukarıda söylediklerimiz çerçevesinde, ABD seçimleri üzerine ‘arkeolojik kazı’ yapıldığında göze çarpan nokta, bu seçimlerin diğerlerine göre farklı bir seyir izlemiş olmasıdır. Farklılığın temeli, ABD’de emekçi sınıfların neo-liberalizmin temsiliyet krizine duyduğu şiddetli tepkinin gün yüzüne çıkışıdır. Haluk Gerger bu konuyu şu cümlelerle açıklıyor: "Trump’ın seçilmesi, özünde, işçi sınıfının, yoksulların, dışlanmışların, horlananların, aşağılananların düzene, onun görünürdeki sahipleri sol liberallere, sosyal demokratlara, sahte devrimci küçük burjuva aydınlara, onların politik temsilcilerine ve kurumlarına bir başkaldırısıdır, onlardan intikamıdır."(4) Bunun ham halde bir sınıfsal tepki olduğunu söylemememiz için bir neden yok. Diğer yandan, işçi sınıfının siyaset sahnesine kendinde bir sınıf olarak gir(e)memesi, bu ham sınıfsal tepkilerin burjuva siyaseti tarafından massedilmesine de beraberinde getirmesi tarihin bir kuralıdır; Trump örneği ise bunun bir kanıtıdır.

Sonuç Yerine: Bundan Sonra Bizi Ne Bekliyor?

Trump’ın başkan seçilmesi, kapitalist-emperyalist sistemin içinde bulunduğu krizin bir kavşak noktasıdır. Diğer bir ifade ile söylersek, Trump’ın başkan seçilmesi kapitalist-emperyalist sistem içinde bulunduğu krizi aşmaya dönük stratejisizliğinin sonucudur. Bu stratejisizlik, liberal dünya düzenin çöküşü ne işaret  eden faşist söylemlerle sağ popülizmin dünya genelinde yükselişene zemin sunuyor.(5) Öte yandan, emperyalist zincirin en tepesinde bulunan ülkede Trump gibi bir figürün başkanlığa seçilebiliyor olması içinden geçtiğimiz tarihsel kesitin ne kadar kaotik olduğunu gösteriyor.

 Peki Trump bu kaotik kavşağı geçebilir mi?

Hiç sanmıyoruz.

1-http://ilerihaber.org/yazar/tarihsel-benzerlik-tezleri-62045.html

2-İtalya Komünist Partisi (PCI) Dış İlişkiler Sekreteri, Francesco Maringiò Trump’ın başkan seçilmesinden sonra verdiği bir röportajda, Trump’ın zehirli dilini ona doğru yönelterek, Trump’ı bir yabancı olarak tanımlıyor. http://www.marx21.it/index.php/internazionale/stati-uniti-e-canada/27369-elezioni-usa-alcuni-spunti-di-interpretazione

3-https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2016-05-30/truth-about-populism-and-foreign-policy

4-http://www.birgun.net/haber-detay/gerger-seceneksiz-kitleler-trump-i-tercih-etti-135229.html

5-http://foreignpolicy.com/2016/06/26/the-collapse-of-the-liberal-world-order-european-union-brexit-donald-trump/

DAHA FAZLA