Özgül Demir yazdı: İş cinayetinden ötesi…
Saymaz, Fıtrat’ta son yıllarda yaşanan iş cinayetlerinden örnekler vererek bir gazeteci titizliğiyle öldürülen bu işçileri yalnız haber olma halinden çıkarıp birer insan olarak aklımıza iyice kazımamızı sağlamış. Ağır ağır her işçiyi sayı olmaktan kurtarmış ve olması gerektiği gibi yaşamlarıyla bütünleştirmiş, cinayet sonrası olan tüm hukuksal süreçleri üzerinde durarak bizim de cinayetin her adımına tanıklık etmemizi sağlamış.
31-12-2016 23:18

“Kaçak akım rölesi pahalı mıdır?
- 30 lira, 50 lira 60 lira. Bir işyerine topraklama ve kaçak akım rölesi yapsak her yıl 100 işçiyi kurtarabiliriz. Bunun maliyeti işyeri başına 600 lira, işyeri sayısına göre 350 milyon lira. Bu sene bu parayı ayırdık mı biz? Hayır. Ne yaptık? İşverenin keyfine ya da teftişe bıraktık. 2017’de böyle bir hazırlığımız var mı, o da yok. Demek ki 2017’de 100 işçinin öleceğini biliyoruz. Buna iş kazası yerine iş cinayeti demek, birileri mutsuz olsa da doğru bir tanımdır.”
İsmail Saymaz’ın dokuzuncu kitabı “Fıtrat / İş Kazası Değil Cinayet” İletişim Yayınları’ndan kasım ayında çıktı.
İş cinayetinden ötesi diye başlık attım çünkü İsmail Saymaz konuyu bizim için en baştan almış; 1867 Osmanlı’nın iş sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin ilk düzenlemesi olan “Dilaverpaşa Nizamnamesi”nin çıkarıldığı şehir Zonguldak’tan. Hani şu başbakanlığı döneminde Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk kez kader ve fıtrat kelimelerini sarf ettiği yerden.
Sonra tane tane anlatıyor, amelelere azıcık haklarını vermek isteyip komünist yaftası yiyen cumhuriyet vekillerini, KİT’lerin kuruluşunu, kalkınma planlarıyla sanayileşmeyi…
Ve sonra sosyalistlerin sahneye çıkışını, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin İstanbul, Kocaeli ve Zonguldak ‘taki sendika kurmalarını, şanlı Kavel direnişini, işçi sınıfının yavaş yavaş uyanışını ve solun kitleselleşmesini, TİP’in ve DİSK’in kuruluşunu… Bunların karşısında sermayenin saldırılarını ve 24 Ocak Kararları’yla 1980 faşist darbesini. Grevlerin yasaklanmasını, sendikaların kapatılmasını ve örgütlenen işçi sınıfının liberal rüzgarla dağılmasını…
İşte bu kısa Türkiye tarihini 24 Ocak Kararları sonrasında gelen sağ iktidarların ve koalisyonların saldırılarıyla işçi sınıfı için köleliğe dönüşü izliyor. Örgütsüz ve ücretli köle düzeninde ilerleyen süreç cinayetlerin olmasına zemin hazırladığı gibi, bunu kabullendiriyor da.
Saymaz, Fıtrat’ta son yıllarda yaşanan iş cinayetlerinden örnekler vererek bir gazeteci titizliğiyle öldürülen bu işçileri yalnız haber olma halinden çıkarıp birer insan olarak aklımıza iyice kazımamızı sağlamış. Ağır ağır her işçiyi sayı olmaktan kurtarmış ve olması gerektiği gibi yaşamlarıyla bütünleştirmiş, cinayet sonrası olan tüm hukuksal süreçleri üzerinde durarak bizim de cinayetin her adımına tanıklık etmemizi sağlamış. İstatistiksel değerler olmaktan çıkıp her biri bir ağıt, bir türkü veya romana dönüşmüş.
“Fıtrat” doğuyor, önce zora ikna ediyor, sonra ölüme razı geliniyor. Nasıl mı? Özelleştirme ve taşeronlaştırmayla.
Madende, enerjide, inşaatta ve tersanede işlenen cinayetlerin AKP’li yıllarda artması tesadüf değil. AKP’yle beraber boynuz kulağı geçiyor ve bu dönemde gerçekleşen iş cinayetleri 24 Ocak sonrasını, 90’lı yılları ezip geçiyor. AKP iktidara geldiği ilk günden bu yana sömürü çarkını patronlar lehine öyle hızlı döndürüyor ki: Özelleştirmelerin, taşeronlaştırmanın el kitabını yazar gibi memleketin içini boşaltıyor, işçileri de “kader”lerine terk ediyor. Sadece AKP’li yıllarda ölen işçi sayısı 17.057. Yani 12 yılda 17.057 kardeşimizi neoliberal politikalara kurban etmiş, üzerine AKP’lilerin koltuklarında rahat rahat oturmalarına dokunamamışız. Devletiyle, hükümetiyle, yasalarıyla, polisiyle, jandarmasıyla tüm düzen güçleri kardeşlerimizi öldürmekle kalmamış, hasta etmiş, yaralamış, sakat bırakmıştır. Sonra kan parası vermiş, verdirmiş, üzerini örtmüş, üzerini çizmiş, umursamamış, fıtrat demiş, kader demiş, Allah’ın takdiri demiş… Ve saltanatında zerre sallanma yaşamamış. Yazık…
Oysaki işçilerin kaderini kendi ellerine almaları İngiltere’deki işçi sınıfının sendikalaşmasıyla, mücadelesiyle başlayalı 150 yıl, memleketimizde ise neredeyse 100 yıl olmuştur. Sendikalarını kurmuşlar, örgütlenmişler, vekillerini seçmişler, grevlerini yapmışlar kısacası mücadele etmiş, hatta devletler kurmuştur. Ve bugün -yıldızlar ötesinde hayat aranan çağda- kendi memleketimizde ilkel koşullarda çalışan işçiler önlenebilecek hatalar sonucu ölüyor. Dahası buna dönük ciddi bir çalışma, karşı duruş da örülmüyor. Sadece bunun farkındalığını sağlamak açısından baktığımız da bile “Fıtrat” önemli bir çalışma olarak okumamızı bekliyor.
2016’ın ilk 9 ayında 1.421 işçi kardeşimiz iş cinayetinde öldü. Kısacası 2016’yı kaybettik. 2017’yi ise kazanmak elimizde. İsmail Saymaz bunun sosyal hukuk devletine dönüşle mümkün olacağını söylemiş, biz daha ileriye taşıyalım: İnsanca yaşamak ve hatta sadece yaşamak için bile akla ve insanlığa zarar bu sistemden kurtulmak sosyalizm bayrağını yükseltmek zorundayız!
KÜNYE: Fıtrat / İş Kazası Değil Cinayet, İsmail Saymaz, İletişim Yayınları, Kasım 2016, 253 sayfa.
İLGİLİ HABERLER
Birkaç harika çocuk kitabı
Ele aldıkları konularla, anlatım şekilleriyle, yaratıcılığa teşvik edişleriyle, orijinal fikirleri ile birçok harika çocuk kitabı çıkıyor. Ne kadar şanslıyız! Bu aralar okuduklarımı paylaşayım ki sizler de bu güzellikleri tanıyın istedim.
15-04-2018 11:12

Perge Dündar
Yaratıcı bir kitap…
Fazla duyulmayan, bilinmeyen bir yayınevi olan Sarıgaga, çocuklar için gerçekten özgün, çevreci, yaratıcılığı destekleyen kitaplar çıkarıyor. Kırmızı Ringa isimli kitapları da çok güzel bir fikir içeriyor. Gonzalo Moure’nin yazdığı kitapta ilk iki sayfayı kaplayan bir resim karşılıyor sizi. Oyun oynayan çocukların; uçan, koşan hayvanların; yürüyüş yapan, oturup çevresini seyreden ya da örgü ören yetişkinlerin olduğu bir park resmi bu. Sayfayı çevirip yeni bir resimle karşılaştığınızda sanki bir öncekinin aynı sanıyorsunuz ilk başta ama aslında ufak farklılıklar var. Mesela yürüyüş yapan biraz ilerlemiş, başka bir noktaya gelmiş; hayvanlar ilk öncekinden farklı durumdalar vs. Yeni bir sayfa çevirdiğinizde artık bu resimlerin parktaki canlıların hikâyelerini anlattığını fark ediyorsunuz. Bir de kırmızı bir balık var ki, o da resimler boyunca hareket ediyor. Uzun uzun inceleyip ince ayrıntıları keşfedebileceğiniz birkaç sayfa sonunda bu resimlerdeki canlılardan bazılarının hikâyeleri çıkıyor karşınıza. Görme engelli bir adamın köpeği ve park kedisinin hikâyesi, bir ağacın altına oturup şiir yazmaya çabalayan genç bir adamın vs. Anekdot gibi bir iki sayfalık kısa, basit yazılar bunlar. Kitap parktaki bazı canlıların hikâyelerini yazmayı da okura bırakmış. Gerek resimlerdeki ayrıntılar üzerine düşündürmek olsun, gerek bazı hikâyeleri üretmeyi okura bırakmak olsun, orijinal ve yaratıcılığı destekleyen fikirleri ile bu kitabı harika buldum ben.
Sadeliğin harikalığını anlatan üçleme…
Çocukluğumun efsanevi karakterlerinden biri olan Pippi Uzunçorap’ın yazarı Astrid Anna Emilia Lindgren’ın yazdığı Şamatalı Köy bir üçleme. Astrid Lindgren İsveç’in Vimmerby köyünde doğmuş ve yetiştiği çiftlikte yaşadıkları yazdığı birçok kitaba esin kaynağı olmuş. Ateşli bir hastalık yüzünden uzun zaman yatmak zorunda kalan kızı Karin’e anlattığı masallar ile yazarlığı ortaya çıkmış. Zamanla ünü İsveç’i aşıp birçok ülkede tanınır ve sevilir hale gelmiş. Yaşadığı sürece çocuk ve hayvan hakları savunucusu olan yazar uluslararası Hans Christian Andersen Ödülü’nü ve Dünya Barış Ödülü’nü kazanmış.
Şamatalı Köy, Şamatalı Köy’de Neler Oluyor? ve Şamatalı Köy’de Eğlence yan yana üç çiftlik evinden oluşan ufacık bir köyü ve çocuklarını anlatıyor. Birbirinden sevimli ve eğlenceli kısa hikâyeleri anlatan Lisa yedi yaşında bir kız çocuğu. Lasse ve Bosse adlı iki ağabeyi var ve Orta Çiftlikte yaşıyorlar. Kuzey Çiftliğinde Britta ve Anna isimli iki kız kardeş, Güney Çiftliğinde de Olle isimli bir oğlan çocuğu yaşıyor. Köyde inekler, atlar, koyunlar, tavşanlar, köpekler, tavuklar yani bir sürü hayvan var. Yetişkinler kadar çocuklar da bu hayvanların bakımları ile ilgileniyorlar, değirmene un götürüyorlar, kerevit avlamak için kafes kurmaya gidiyorlar ve daha pek çok iş yapıyorlar. Bazen okula gidiyorlar, bazen yakındaki bir göle, bazense uzaktaki bir teyze ya da halalarını ziyarete. Bütün bu gittikleri yerlerde, yaptıkları işleri ve yaşadıkları maceraları da Lisa anlatıyor. Basit ama dolu dolu bir hayat yaşıyor Şamatalı Köydekiler. Biz şehirlilerin hiçbir zaman bilemeyecekleri sadeliğin muhteşemliğini anlatıyor Astrid Lindgren. Sadece çocuk okurlara değil, yetişkinlere de ısrarla tavsiye ederim bu harika ötesi üçlemeyi.
Denizaltında geçen maceralı bir hikâye…
Kayıp Balık Nemo çizgi filmini duymayan var mıdır bilmiyorum ama deniz altındaki dünyayı anlatışı ve dedektif hikâyeleri gibi maceralı oluşuyla çok sevdiğim bir filmdir. Çocuklardan izleyip de beğenmeyen yoktur sanırım. Fener Balığının Kayıp Işığı’da bu filmdeki gibi mavi dünyayı ve bir macerayı anlatıyor. Güçlü bir ışığı olan fener balığı Loppi Parlakışık’ın köyü Kızıl Yosun Köyüne günün birinde Okyanus Sirki gelir. Loppi büyük bir heyecanla hayranı olduğu sihirbaz ahtapot Işıkçalan’ın gösterisini izlemek ve hatta sihirbazın kendisini fark etmesini ister. Gösteride ışığını parlatıp durduktan sonra bayılıverir. Uyandığında kendisine güven veren ışığı yok olmuştur. Sihirbaz Işıkçalan’ın alıp kaçtığını düşündüğü için Loppi ışığına kavuşmak amacıyla sirkin ve ahtapotun peşine düşmeye karar verir. Bu arada ahtapotun asistanı Poli Kızıldokunaç isimli denizanası sirkten kovulur. Kaskatı hastalığına yakalanmış olan Poli ve Loppi arkadaş olurlar. Beraber hem ahtapot Işıkçalan’ı hem de Poli’nin hastalığını iyileştireceğini düşündükleri Okyanus Ruhu’nu aramaya başlarlar. Kestirme bir yol vardır ama bir takım tehlikelerle doludur. Acaba ikili bu yolda ne tür maceralar yaşayacak ve sonunda neler olacaktır?
Yetişkin kitapları da yazan Göktuğ Canbaba bence çocuk kitaplarında özellikle çok başarılı. Çocuklar için ilgi çekici olabilecek konuları seçip, eğlenceli ama bir yandan da didaktik olmadan bazı iyi davranışları okurlara hissettirmeden sunan macerası bol kitaplar yaratan yazarın bu kitabı da harika olmuş. Doğan Egmont Yayınları’ndan çıkmış olan Fener Balığının Kayıp Işığı’nı büyük küçük herkese öneririm.
Künye: Fener Balığının Kayıp Işığı, Göktuğ Canbaba, Doğan Egmont Yayınları, 2014, 168 sayfa.
Şamatalı Köy, Astrid Lindgren, çev: Ali Arda, Pegasus Yayınları, 2017, 3 cilt, 352 sayfa.
Kırmızı Ringa, Gonzalo Moure, Sarıgaga Yayınları, 2017, 40 sayfa.
Aradığınız doğru insana şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra deneyiniz
Romanın ana karakterleri olan Dişi, Başak ve Evren çok yakın üç arkadaş. Roman onların dostluğu ve arayışlarını mercek altına alıyor. Onlar aşağıda aşk, cinsellik, doğru insanı ararken yukarıdan onları izleyen Yunan mitolojisinin aşk tanrısı Eros ve tebaasından habersiz oradan oraya koşuyorlar.
15-04-2018 10:40

Şilan Geçgel
Tabu; kutsal sayılan bazı insanlara, hayvanlara, nesnelere dokunulmasını, kullanılmasını yasaklayan aksi yapıldığında kişiye zararı dokunacağı düşünülen dinî inanç, demek.
Bunun yanı sıra; toplumca ya da toplumsal kümece yasaklanarak, yaptırımlara bağlanarak korunan, dokunulması, eleştirilmesi, değiştirilmesi olanaksız olan şeyler de tabu olarak tanımlanıyor.
Tabu kelimesinin bulucusu İngiliz araştırmacı Kaptan James Cook’tur diyebiliriz. Cook, Avustralya’yı keşif gezisinde (1769) Polinezya bölgesindeki Tonga kabilesinde “tapu” olarak rastlıyor bu kelimeye.
Polinez kültüründe “tabu” kelimesinin birçok muadili de mevcut. Cook, günlüklerine kaydettiğine göre, özellikle ebeveynler çocukları bir şey yemek istediklerinde, “Tabu!” diyerek onları engelliyorlar. Yani kelime en genel anlamıyla “yasak” demek. Fakat bu yasak kullanım dilinde “dinen uygun olmayan” bir hayvanın ya da besinin yenmesine karşı bir yasak olarak belirginleşiyor.
Cook’tan bugüne yasakları ya da tabuları olmayan bir toplum neredeyse yok. Bu sebeple toplumsal tabular/ yasaklar da her toplumun kendi hassasiyetleri çerçevesinde şekilleniyor ve tabular evrenselleşiyor. Toplumsal tabuların neredeyse tüm dünyada; dinle arasında mesafe olanları, “cinsiyet değiştirenleri”, toplumsal hassasiyetleri ezip geçenleri ve çoğunlukla kadınları hedef alıyor olması bu nedenle çok şaşırtıcı değil.
En eski toplumsal tabular nedir diye bir göz attığımızda önümüze ilk olarak “zina” kavramı çıkıyor. Antropolog ve sosyologların yıllar süren toplumsal tabu araştırmaları birçok ülkede farklı deneyimleri işaret etse de esasta toplumsal tabuların en doğrudan kadınları hedef aldığı gerçeği hiç değişmiyor...
Tam da bu sebeple zina yapmak ya da bir başka deyimle eşi aldatmak birçok toplumda erkek için olası kabul edilirken, aynı şeyi yapan kadınların daha ağır yaptırımlarla karşılaşıyor olması ise sadece yüzyıl öncenin değil, bugünün de en temel gerçekliklerinden.
Birçok Asya toplumunda aşk, sevgi, seks ya da cinsel arayışlar tabu kabul edilirken tacizin, tecavüzün, kadına şiddetin normalleştirilmesinden dem vuran onlarca basılı yazılı bilgi gözümüzde canlanıyor o esnada.
Sahi, “cezalandırılırken bile erkeklerle eşit olmayan kadınlar ne yapmış olabilir?” diye derin derin düşünmeden de edemiyoruz.
Tabuların, toplumların ve toplum özelinde bireylerin hayatlarını belirlemede önemli olduğunun bilincinde olarak bugün bahsedeceğimiz kitabımıza dönüyoruz şimdi: “Durmadan Leyla”ya.
“Durmadan Leyla”, yazar Aslı Tohumcu’nun kalemiyle bu ay İletişim Yayınları’ndan çıktı.
Yazar Aslı Tohumcu; çeşitli yayınevlerinde editörlük, TRT 2’de sunuculuk ve danışmanlık yapıp, kitap ekleri çıkarmış; 2003’te Abis, 2006’da Yok Bana Sensiz Hayat, 2010’da Şeytan Geçti ve Taş Uykusu, 2014’te Ölü Reşat ve 2017’de ise Sevil de Sevme kitapları yayımlanmış başarılı bir yazar.
Bunlar dışında çeşitli derlemelere öyküleriyle katkı sunup, çocuk kitapları yazan Tohumcu’nun yeni kitabı “Durmadan Leyla” ise diğer kitaplarını daha önce okuyamamış olan okur için iyi bir tanışma olacak kuşkusuz.
Durmadan Leyla’nın ana karakteri ismi lazım değil bir “Dişi”.
“Hayatta hiçbir şeyin ortası yok; her şey ya çok az ya çok çok” diyen bir taksici sözü ile başlıyor romanımız.
Romanın ana karakterleri olan Dişi, Başak ve Evren çok yakın üç arkadaş. Roman onların dostluğu ve arayışlarını mercek altına alıyor. Onlar aşağıda aşk, cinsellik, doğru insanı ararken yukarıdan onları izleyen Yunan mitolojisinin aşk tanrısı Eros ve tebaasından habersiz oradan oraya koşuyorlar.
Dünyada olup bitenlere akıl sır erdiremeyen Eros, izlediği bu üç arkadaştan umutsuz olacak ki kendi tanrılığına ve gözettiği aşk mıntıkasına zeval gelmesin diye aşağının gönül işlerine el atmaya karar veriyor.
Bizim üçlü aşkı arayadursun; yukarıdan sıfırcı öğretmen edasıyla onları izleyen, hayatlarına müdahale eden ve çok kolay sinirlenen Eros’un onlar için başka planları var. Karakterlerimizin başına gelenler, hatta gelmeyenler, aşk dersinden kalanlar ve ana karakterimiz Dişi’nin yaşadığı trajikomik olaylar romanımızın ana konusunu oluşturuyor. Çokça da güldürüyor.
Bir açıdan bakıldığında ‘’siyasi-toplumsal bir roman değildir, biraz eğlenelim istedik’’ üst mesajıyla önümüze çıkan roman, siyasete de, toplumsal dengelere de dokunup geçmeden edemiyor.
Aslı Tohumcu, biraz tiye alarak, biraz aşındırarak ama en çok da “yeniyi” arayarak okuru zihinsel bir özgürleşme sürecine taşımaya çalışıyor. Bunu da ana karakteri üstünden ve çoğunlukla eğlenerek yapıyor.
Toplumsal alanda ‘’ideal’’ kadının tarifi üç aşağı beş yukarı; hanımefendi, itaatkar, tercih etmeyen- tercih edilen ve en önemlisi kendi mutluluğunu gözetmeden sadece karşı tarafı tatmin etmeye odaklanan yapısı “Durmadan Leyla” kitabında bir güzel paramparça ediliyor.
Ana karakterimiz Dişi’nin yüzüne savaş boyalarını sürüp Eros’la yüzleştiği sayfalarda da içimize sular serpiliyor, derin bir, “Oh!” çekiyoruz.
Durmadan Leyla, kadınların güzellik ve beden algısı hakkında tek sözün kadınların kendilerinde olacağını tane tane anlatmış.
Kitabın arka kapağında ise şöyle yazıyor:
“Aslı Tohumcu, yol üstündeki erkek sürülerini, ahlakın hımhımlarını tuhaf bir rüyayı anlatır gibi anlatıyor.”
Kitaba başlamak ve bitirmek arasında geçen süre ise iki kahve molası arası kadar. Bir bakıyorsunuz son sayfaya gelmişsiniz. Dişi, doğru insanı arıyor, bulacak mı dersiniz?
KÜNYE: Durmadan Leyla, Aslı Tohumcu, İletişim Yayınları, Nisan 2018, 190 sayfa.
Kriz hali ve devlet
Kriz meselesine daha geniş bir tarihsel açıdan bakma ve sorunu daha derin dönüşüm noktalarında arama iddiasına sahip olan bu çalışma, mevcut krizin hem toplumsal, hem iktisadi, hem de devlet egemenliğinin krizi olduğunu ifade ediyor. Bu özellikleriyle çalışma, hem sosyal bilimler okurunun, hem de kriz ve krizin birden fazla biçimine eğilen okurun ilgisini çekeceğe benziyor.
15-04-2018 10:28

Erkin Öncan
“Kriz” kelimesi günlük yaşantımızda da düşünsel alanda da en sık karşılaştığımız ve kullandığımız kelimelerden biri. Çoğunlukla pratik çıktılarıyla ve “elverişsiz koşullar” anlamıyla birlikte düşünülse de kriz: aslında bir değişimin, dönüşümün habercisidir. Daha açık bir ifadeyle kriz, mevcudun başka bir şeye dönüşmesi sürecinin birinci adımıdır, dönüm noktasıdır. Bu anlamıyla kriz süreçlerinin her biçimi (toplumsal, iktisadi, vb) bir karar anını da beraberinde getirmektedir. Çünkü kriz sonsuz değildir, iyiye ya da kötüye, ileriye ya da geriye dönüşmek, önceki durumdan bir şekilde farklılaşmak durumundadır.
Zygmunt Bauman ve Carlo Bordoni tarafından hazırlanan ve Yavuz Alogan’ın çevirisiyle İthaki Yayınları tarafından dilimize kazandırılan “Kriz Hali ve Devlet” isimli çalışma da, öncelikle krizin ne olduğunu irdeleyerek, mevcut değişme ve dönüşme durumuna vurgu yapıyor.
Hobsbawm’ın “Yirmi birinci yüzyılda, bir halk hükümeti modeli olarak ulus-devletin yerini (yerine bir şeyin geçeceği farzedilirse) ne alacak? Bunu bilmiyoruz.” İfadeleriyle başlayan bu çalışma, krizin tanımını, devlet ve toplumla ilişkisini ele alıyor ve özellikle Batı dünyasının yüz yüze geldiği krizin geçici değil, bütün iktisadi ve toplumsal sistemi kapsayan derin bir değişimin belirtisi olduğunu ve uzun süreli etkiler yaratacağını ilan ediyor.
Devlet, ulus, devletsizlik gibi kavramların ele alındığı çalışma, devlet-kitle ilişkisini ele alıyor, bireylerden oluşan çokluğun “halk” haline gelirken bu birleşme ve merkezileşmeyi sağlayan “ulus”, “kültür” gibi kavramları açıyor, kitlelerin belirli bir toprak parçası ile kurduğu bağın altında yatan ilişkiler bütününü irdeliyor. Modern devletle ilgili olarak “müzakere edilemeyen ya da meydan okunamayan tuzak tipi bir düzenleme” tanımı yapılan çalışma, yurttaşların devletin onlara sağladığı koruma karşılığında kendi özerkliklerinden ve özgürlüklerinden vazgeçtikleri fikrinden yola çıkarak yeni bir devlet krizi tanımı oluşturuyor.
Ek olarak, çalışmada, modernite tarafından verilen “vaatlerin” geri alındığı ifade ediliyor. Bununla birlikte, postmodernitenin de “açılan boşluğu imgeler, renkler ve seslerle doldurarak özün yerine görünüşü, değerin yerine katılımı koyduğu” ifade ediliyor. Çalışma, aynı zamanda, teknolojik gelişimi de tarih yapmanın alternatif bir tarzı olarak nitelendiriyor. Durmaksızın ve sayısız araçlarla kayıt altına alınan hayatlarımız, çalışmaya göre aynı zamanda nüfusu alarm halinde tutma avantajı taşıyor.
Bu bağlamda çalışma, özellikle son dönemde yaşanmakta olan birden fazla biçimli krizin (iktisadi ve toplumsal) küresel düzeyde yaşansa da aslında durumun aynı zamanda tek tek ulus devletlerin bahsi geçen yapısal özelliklerinden ötürü git gide yetersizleşmesinden de kaynaklandığını ifade ediyor. İktidar ve siyaset arasındaki açı büyüdükçe, söz konusu yetersizlik büyük bir açmaza doğru ilerliyor.
Kriz meselesine daha geniş bir tarihsel açıdan bakma ve sorunu daha derin dönüşüm noktalarında arama iddiasına sahip olan bu çalışma, mevcut krizin hem toplumsal, hem iktisadi, hem de devlet egemenliğinin krizi olduğunu ifade ediyor. Bu özellikleriyle çalışma, hem sosyal bilimler okurunun, hem de kriz ve krizin birden fazla biçimine eğilen okurun ilgisini çekeceğe benziyor.
KÜNYE: Kriz Hali ve Devlet, Zygmunt Bauman-Carlo Bordoni, Çeviri: Yavuz Alogan, İthaki Yayınları, Mart 2018, 192 sayfa.
Barış istemeye devam
Bu kitapla bir kez daha ve kuvvetle inandım ki, bugün barış diyenler yarın da demeye devam edecek. Atlatılan bunca badireye rağmen hiçbir metinde yılgınlık emaresi de görmedim. Durum icabı bir ‘yıkılmadık, ayaktayız’ mesajı da değil bu. Haksızlıklara ve dahi felaketlere tepkimizin üzülme, öfkelenme, arada bağırıp çağırma, en fenası ilenmeye sıkıştığı şu son dönemde, açıkçası bu metinler bana ilaç gibi geldiği gibi, iyi takip ettiğimi sandığım bir süreci daha iyi kavramama da yardımcı oldu.
15-04-2018 09:38

Dilek Yılmaz
Barış bildirisi imzacısı on beş hocanın kaleme aldığı ‘Akademisyenlerden KHK öyküleri’ geçtiğimiz günlerde NotaBene etiketiyle raflarda yerini aldı. Kitap KHK ile üniversiteden ihraç edilen akademisyenlerin kişisel hikayelerinden oluşuyor. İktidarın aydınlara birikmiş kinini OHAL bahanesiyle kustuğu, Cumhuriyet tarihinin bu en gerici döneminde okur ve bir yurttaş olarak hikâyeleri okurken en büyük sevincim, boğazımı öfkeyle düğümleyen satırların dibine hocalarımızın bıraktığı umut tohumlarını toplamak oldu.
Barış gibi, özgürlük gibi insan olmaya dair temel talepleri hayatının merkezine samimiyetle koyanların yolda dönüşeceğine pek inanmayanlardanım. Dönemin imkânlarıyla kişisel çıkarlarının kesiştiği yere geçici çadır kuran uğrakçılar konumuz değil. Bu kitapla bir kez daha ve kuvvetle inandım ki, bugün barış diyenler yarın da demeye devam edecek. Atlatılan bunca badireye rağmen hiçbir metinde yılgınlık emaresi de görmedim. Durum icabı bir ‘yıkılmadık, ayaktayız’ mesajı da değil bu. Haksızlıklara ve dahi felaketlere tepkimizin üzülme, öfkelenme, arada bağırıp çağırma, en fenası ilenmeye sıkıştığı şu son dönemde, açıkçası bu metinler bana ilaç gibi geldiği gibi, iyi takip ettiğimi sandığım bir süreci daha iyi kavramama da yardımcı oldu.
Hikâyelere baktığımızda başlangıcı herkes için aslında aynı, haksız bir biçimde işini kaybediyorsun. Bununla bitmiyor tabii. Oturduğun lojmandan da Apar topar çıkarılıyorsun ya da evini boşaltman gerekiyor bir süre sonra, hayatını en ekonomik biçimde nasıl çevirebileceğini düşünüyorsun. Eşin bir başka şehre, hatta ülkeye gidiyor; sen kalıyorsun ya da tersi. Yaşam gailesiyle beraber bir de hasretlik çekiyorsun. Çoluk çocuk düzen değiştiriyorsun. Emekli olsan ‘yırtacaksın’, olmamayı seçiyorsun. Bütün bunlar olurken bazen en yakınlarını bile şüphe etmediğin bir eylemin haklılığına, “Tamam anladık da buna değer mi”ye ikna etmek için çaba harcamak durumunda kalıyorsun. Yetmiyor, gözünün içine baka baka bir günde dümeni düzenin suyuna kıranların tavır değişimine tanıklık ediyorsun. Gününü beklemiş gibi, sen haksızlığa uğradığında kendine buradan keyifle fırsat devşiren kifayetsizlerin zaten bildiğin varlığı, üstüne bir de gözüne sokuluyor ve dahası…
Tüm bunlar yazıldığı, okunduğu kadar kolay yaşanmıyor elbet.
Her birinin bu süreci kendi özel koşulları içinde deneyimlediği muhakkak. Yüzüp yüzüp kuyruğuna getirdikleri projelerden el çektirilmeleri, yarım bırakmaya zorlandıkları tez danışmanlıklarıyla öğrencilerini ortada bırakmanın ayrıca gönüllerine yük olması da cabası. Kitabı yayına hazırlayan Kuvvet Hoca’nın kendi öyküsünden bir bölüm sanırım tam da bunun kaynağını adresliyor. “Bazı hevesler ilk görüşte aşk gibidir. Kimisi söner gider, kimiyse zamanla sevgiye dönüşür. Gitgeller yaşansa da sevgi zamanla olgunlaşır, sevince de bırakamazsınız. Hocalık tecrübem bu tanıma oldukça yakın.”
İmza meselesi uzunca zaman tartışmalara konu olmuştu. “Metnin içeriğini, dilini tartışmaya çalışanlara hâlâ şaşıyorum,” diyor Serdar Hoca. Odağı kaybediyoruz çoğu zaman.
Hocaların şimdi ne yaptığı haliyle merak konusu. Hayatlarını bir biçimde yeniden düzenlemek durumunda kaldıkları malum. Neyi yapmadıklarına gelirsek... Bir defa hiçbiri devlet ‘sen şimdi bir kenarda otur’ dedi diye bir kenara çekilmemiş. Var olsunlar! Açtıkları mekânlarda, dayanışma ağlarında söyleşilere, birlikte düşünmeye, tartışmaya, üretmeye devam ediyor. Müzikle, tiyatroyla, kültürevleriyle, alternatif akademilerle; meslektaşlarıyla kenetlenmiş halde, öğrencileriyle görüşüp buluşuyor, çalışmalarını destekliyorlar. El attıkları her alanın altından da kalkıyorlar. Gidişata göre, devlet bu sürecin sonunda yaptığına pişman olabilir.
Didem Hoca’nın öyküsündeki gibi, “bir insan birçok insandan oluşur”, bu her birimiz için geçerli ve hepimizde çokça insan, o çokça insanın içinde de çokça hocanın eli, emeği var.
Bütün hocalarımızın metinlerinden epeyce satırın altını çizdiğim halde alan darlığından bu yazıda alıntılayamadım. Diyeceğim, özetle; tarihe not düşen bir kitap olmuş. Okur olarak kendime çıkardığım ders ise, buradan sonrası hepimiz için ‘mücadele’ ve ‘dayanışma’nın hakkını vermeye bakıyor.
İktidar kendince beğenmediği zaman dilimlerine mola diyedursun. Hocalar geri dönecek, öngörümüz temenniyle sınırlı değil. Yaşanır bir ülkeyi elbet kuracağız. Belirsiz bir zamana ertelenmiş kendiliğinden bir mucize bekleyerek bunun olamayacağını bilenlerin sözü ise bellidir, imzaları imzamızdır. Lafta kalmasın.
Sema Kaygusuz, Ercan Kesal ve Burhan Sönmez’in tanıtım yazılarının yer aldığı kitaba öyküleriyle katkı sunan yazarlar; Didem Dayı, Ahmet Özdemir Aktan, Serdar Ulaş Bayraktar, Filiz Arıöz, Kuvvet Lordoğlu, Ferda Fahrioğlu Akın, Gül Köksal, Cenk Yiğiter, Özgür Müftüoğlu, Tolga Tören, Nilay Etiler, Mustafa Oğuz Sinemillioğlu, Hafize Öztürk Türkmen, Nejla Kurul, İbrahim Kaboğlu.
Okuru bol olsun…
KÜNYE: Akademisyenlerden KHK Öyküleri, Hazırlayan: Kuvvet Lordoğlu, Nota Bene Yayınları, Nisan 2018, 256 sayfa.
Vitrin: Yeni çıkanlar
İleri Kitap olarak bu hafta sizin de ilginizi çekeceğini düşündüğümüz, farklı kategorilerden oluşan bir seçki hazırladık. Tüm İleri Portal okurlarına bol kitaplı, aydınlık bir hafta dileriz.
15-04-2018 09:32

AHRAZ – ÜMİT KARTAL
Sendikasız-örgütsüz işçilerin yaşamlarından kesitleri barındıran ‘Ahraz’, Ümit Kartal’ın ilk öykü kitabı. Biz Kitap’tan yayınlanan ‘Ahraz’, örgütsüz işçilerin çelişkilerle dolu dünyalarına ayna tutuyor. Kitapta, kitaba ismini veren Ahraz öyküsüyle birlikte 6 öykü bulunuyor. Kitabın arka kapak yazısını yazan yazar Aydın Çubukçu, “İşçilerin varlığını topluca öldükleri zaman hatırlayanlar, Ümit Kartal’ın öykülerinde onları canlıyken, henüz istatistiksel bir sayı haline getirilmeden önceki halleriyle görecekler. İçeriden bir gözlemle anlatılan işçi sınıfının her bireyinin insan olarak taşıdığı evrensel özelliklerine tutulan bu aynada ‘insanın özü’ problemini emek dünyasının değerleri aracılığıyla bir kez daha düşünme olanağı bulunuyor. AHRAZ, emek mücadelesinin boyutları üzerine düşünen ve siyaset yapanlar için mutlaka gözden kaçırılmaması gereken bir kaynak özelliği taşıyor. Ama yalnızca bu özelliğiyle değil, yüksek edebi değeri bakımından da elinizdeki kitap, emek edebiyatımız içinde yepyeni bir soluk olarak hakettiği yeri mutlaka bulacaktır” dedi. (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ahraz, Ümit Kartal, Biz Kitap, 2018, Sayfa 64.
HEP HIZLI OLUR – CHRİSTOPHER KLOEBLE
Bir kardiyoloğun manikürlü parmakları ne kadar süresi kaldığını göstermişti. Fred’i elinden tutup doktorun arkalarından seslenmesine aldırış etmeden hastaneden ayrılmışlardı.
“Beş parmak çok kötü Albert.”
“Hayır, Fred. Beş parmak o kadar da kötü değil,” diye karşılık vermişti Albert.
“Gerçekten mi? Sende kaç parmak var? Ölmene kaç parmak kaldı?”
Tüm zamanını ansiklopedi okuyarak ve yeşil arabaları sayarak geçiren babasına babalık yapmak zorunda olan Albert, hiç tanımadığı annesini arıyor. Ona yardım edebilecek tek kişi, ne söylediğinin farkında dahi olmayan Fred. Ve o ölmek üzere!
Christopher Kloeble, zamana karşı savaşan Albert’ın hikayesini anlatırken hassas bir aile romanı ile eğlenceli bir yol romanını bir araya getirmeyi başarıyor.
“Etkileyici! Kloeble’nin sinematik bakış açısı ve canlı öykü anlatımı, okuru insani ve ahlaki değerlerle sarıp sarmalıyor.”
- Publishers Weekly – (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Hep Hızlı Olur, Christopher Kloeble, Çev.: İlhan Yabantaş, Cumartesi Kitaplığı, 2018, Sayfa 304.
BİR TÖS VARDI - FAKİR BAYKURT
Bir yaşam bu, özyaşam...
Anımsayacaksınız, 1965–71 yılları arasında bir TÖS vardı. Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın kısa adı böyleydi. Okulların “Uyu uyu yat uyu!” diye derse başlamasına karşı çıkıyor, “Uyan Alim, uyan Gülüm!” denilmesini istiyordu.
Bu kadar değildi elbet; öğretmenler adına eğitimin yönetimine katılıp onu yurdun ve halkın yararına çevirmek çabasındaydı.
TÖS, 1961 Anayasasına göre kurulmuştu; o anayasa 1971’de askersel darbeyle kaldırılınca TÖS uzun yargılamadan geçerek aklandığı halde, öbür kamu personel sendikalarıyla birlikte kapatıldı.
Yurdumuzun ovasından, dağından yalımlar gibi geçen TÖS’ün güzel öyküsü içinde yer aldım. O nedenle özyaşam kitaplarım arasına onun öyküsünü de kattım. Emdiğim sütün, yediğim ekmeğin karşılığıdır bu; görevimdir. (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Bir Tös Vardı, Fakir Baykurt, Litaratür Yayıncılık, 2018, 624 sayfa.
GÜZEL SANATLARIN BİR DALI OLARAK EVLİLİK – JULİA KRİSTEVA-PHİLİPPE SOLLERS
Ağızlarından çıkan her sözcüğü sanat, edebiyat ve felsefeye bağlayabilen bir çiftten entelektüel evlilik, özgürlük ve ötesi...
Evlilik çoğu zaman taraflardan birinin kurban konumunda olduğu bir çatışmadır. İnsanlar birtakım hesaplarla ya da aldatıcı hayallere kapılarak evlenir; zaman, kitabına uygun bu kırılgan sözleşmeyi yıpratır, evlilik bozulur, insanlar yeniden evlenir ya da karşılıklı hayal kırıklıkları arasında çakılıp kalır.
Burada öyle bir şey yok: Her iki taraf da eşit olarak, birbirini sürekli olumlu etkileyerek kendi yaratıcı karakterini koruyor. O halde burada düzen meraklısı ama çözülen toplumun kabul etmekte zorlandığı yeni bir aşk sanatı söz konusu. Her türlü gericiliğe karşı bir sosyal eleştiri ve özgürlüğe düzülen şiirsel bir güzelleme olarak evlilik? Deneyin. - Philippe Sollers
Julia (1941, Bulgaristan, Sliven doğumlu) ile romanlarında inanılmaz tuhaflıkların altını çizen Philippe’in (1936, Fransa, Bordeaux doğumlu) 1966 yılının Paris’inde karşılaşma şansları neydi? 68 Mayısı’ndan hemen önce, o sırada ve sonrasında birbirlerini sevme şansları? Peki 1967’den bu yana evli kalma şansları? Çok az, ihtimaller hesabı yapılsa 0’dan sonra astronomik bir sayılar dizisi eklemek gerekirdi... - Julia Kristeva (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik, Julia Kristeva-Philippe Sollers, Çev.: Aysel Bora, 2018, Sayfa 104.
EDEBİYATIN KISA TARİHİ – JOHN SUTHERLAND
Edebiyatın Kısa Tarihi’nin kendisi küçük olsa da ele aldığı konular büyük: Yunan mitleri, Gılgamış Destanı, Beowulf, Shakespeare, Don Quixote, Moby Dick, Çorak Ülke, 1984, Harry Potter, Da Vinci Şifresi ve daha onlarca yazar ve kitap. Sutherland okurları, dünyanın çeşitli yerlerindeki edebiyatın okura nasıl ulaştığını ve bizler için ne anlama geldiği anlatmak için eğlenceli bir yolculuğa çıkarıyor.
John Sutherland cömert kalbi ve bilgeliğiyle keskin göze ve dile sahip birisi.
–Jay Parini
Edebiyatla ömür boyu süren bir ilişkinin eğlenceli bir anlatımı.
–Times Literary Supplement
Edebiyat tarihinde kısa bir yolculuğa çıkmanızı sağlayacak samimi ve coşkulu bir kitap. –Kirkus Reviews (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Edebiyatın Kısa Tarihi, John Sutherland, Çev.: Tufan Göbekçin, 2018, Sayfa 384.
Vitrin: Yeni çıkanlar
İleri Kitap olarak bu hafta da sizlere, kitaplığınıza dahil etmekten keyif ve doyum alabileceğiniz kitaplar sunuyoruz. Hayal gücüyle ve bilgi birikimiyle yoğrulmuş kitaplarla aydınlık bir hafta dileriz.
08-04-2018 10:30

İleri Kitap
YÖN DERGİSİ – NİSAN AYI
Yön Dergisi 14. sayısıyla sizlerle. 14. sayımızı Türkiye’nin birçok başlıkta tartışmalara gömüldüğü bir ayın sonunda yayınlıyoruz.
İlk yazımızda Can Soyer Türkiye’de sağın AKP merkezinde toparlanmasını ele alırken, solun dağınıklığını masaya yatırıyor. CHP İstanbul Milletvekili İlhan Cihaner ise AKP-MHP ittifakını ve önümüzdeki seçime yönelik düzenlemeleri Yön okurlarına açıklıyor.
Deniz Ali Gür Erdoğan’ın “islamda güncelleme” sözlerini 2019 planları ile birlikte açıklarken, Doruk Cengiz de son aylarda sıklaşan “geçinemiyorum” isyanlarına rakamlarla ışık tutuyor. Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık ise özelleştirilmesi gündemde olan şeker fabrikaları ve şeker pancarı üretimi ile ilgili gerçekleri sayfalarımıza taşıyor.
1. yılını geride bırakmaya hazırlandığımı 16 Nisan Referandumu’nu ve arada geçen sürede Türkiye’de yaşanan siyasal süreçleri ele alan Güray Öz’ün ardından, ihtiyaç olduğunda gündeme sokulan ve işi bitince rafa kaldırılan Roman Açılımı’nı Özgür Dirim Özkan okurlarımıza sunuyor. Erkin Özalp de bir özgürleşme mi yoksa yeni bir saadet zinciri mi olduğu tartışılan kripto para konusunu ele alıyor.
Bu sayımızın dosya sayfalarında sosyalist hareketin 2019 seçimlerine yaklaşımına yer veriyoruz. ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş boykotun anlamlı bir sonuç üretmeyeceğini dile getirirken, Halkevleri Eş Genel Başkanı Dilşat Aktaş da sosyalistlerin tutumunun sandık muhalefeti ile sınırlanamayacağını ifade ediyor. TKP Genel Başkanı Erkan Baş devrimci, ilerici, halkçı bir seçim stratejisinin ortak bir zemin olabileceğini belirtirken, EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan da ülkenin güçlü bir demokratik ittifaka ihtiyacını vurguluyor.
Kültür-Sanat sayfalarımızı oyuncu Barış Atay’la yaptığımız söyleşi ile açıyoruz. Sadece oyunu değil, neredeyse kendisi de yasaklanan Barış Atay, mevcut karanlıktan büyük eserler doğacağını ileri sürüyor. Berkay Akbudak ise, Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın sinemasını sayfalarımıza taşıyor.
Rıfat Doğan, Erdoğan’ın yazlık sarayı için Okluk Koyu’nda gerçekleştirilen orman ve çevre katliamını bölgedeki tanıklıklarla sergiliyor. Kitap sayfamızda ise Gökçesu Özgül’ün değerlendirmesine yer veriyoruz.
Önümüzdeki sayıda görüşmek üzere.
İyi okumalar.
(Tanıtım Bülteninden)
İKİNCİ VAKIF-VAKIF SERİSİ – ISAAC ASIMOV
Hugo Tüm Zamanların En İyi Serisi Ödülü
1941 yılında genç bir bilim insanı ve yazar olarak Isaac Asimov, Edward Gibbon’ın yazdığı Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi’nden etkilenerek çağının çok ötesinde bir destan yazdı: Galaktik İmparatorluk’un çöküşü ve feodalizmin dönüşü, İkinci Galaktik İmparatorluk dönemindeki güvenli ortamdan geçmişe bakan bir bakış açısıyla anlatıldı. İşte bu süreç sonucunda “Tarih tahmin edilebilir mi?”, “Toplum nasıl yönetilmeli?” ya da “İmparatorluklar neden yükselir ve çöker?” gibi soruları sormaktan çekinmeyen destansı Vakıf Serisi ortaya çıktı.
Katır, Galaksi’yi fethetmişti, en azından büyük bir kısmını. Birinci Vakıf’ın liderleri ya öldürülmüş ya da taraf değiştirmişti. Ancak İkinci Vakıf’ın varlığı Katır’ı hâlâ huzursuz ediyordu. Sır gibi saklanan Vakıf’ın yeri, Galaksi’deki “Yıldız Sonu”ndaydı; peki ama burası neresiydi? Ya da bu Vakıf gerçekten mevcut muydu? Katır, artık en sadık generali olan ve an itibariyle beyni yıkanmış eski direniş lideri ile zihni hâlâ özgür, hırslı genç Bail Channis’i Vakıf’ın yerini bulmak için görevlendirmişti. Ama arayış içindekiler yalnızca onlar değildi. Seldon’ın planını kendinden büyük pek çok kişiden daha iyi anlayan 14 yaşındaki Arkady Darrell da Vakıf’ın peşindeydi…
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: İkinci Vakıf-Vakıf Serisi, Isaac Asimov, İthaki Yayınları, 2018, 272
MOR SAKİ – ALİ DENİZ USLU
Ali Deniz Uslu, Mor Sâki’de şiir ile kısa öyküler arasında kurduğu ilişkiyi, bir adım daha ileriye taşıyarak, cüretkâr tavrını koruyarak sürdürüyor. Uzlaşmayan, tehditkâr sözcüklerle dolu yazı ikliminde, kendi fırtınasında korkusuzca kürek çekiyor. Varmak istediği coğrafyaya sanki bir an önce ulaşmak ister gibi.
Algı kırılmaları, anlam bölünmeleriyle zamandan parçalar koparırken geçmiş, şimdi ve gelecek koridorunda hayata dair sorular sormaya, cevaplar bulmaya devam ediyor.
Uslu’nun dizeleri keskin, yüzleşmekten korkanların eline almaması gereken türden. Ama kendiyle çarpışabilenler için bir o kadar da umut dolu ve şifalı. Şairin şiir evrenine daha önce girmediyseniz bu kitap ön sıralardan bir koltuk, geçmişte yayımlanan kitapları için de sizi neyin beklediğinin bir hatırlatması.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Mor Saki, Ali Deniz Uslu, İnkılap Kitabevi, 2018, 112 sayfa
BÜYÜK WOOTTON DEMİRCİSİ – J.R.R. TOLKİEN
Büyük Wootton köyünde her 24 senede bir İyi Çocuklar için Ziyafet düzenlenirdi. Bunu kutlamak adına da bu ziyafete davet edilen 24 çocuğu besleyecek bir Büyük Pasta hazırlanırdı. Pasta çok tatlı ve zengin olurdu, baştan aşağı da şekerli kremayla kaplanırdı. Ama bu pastanın içinde çok ama çok tuhaf malzemeler de kullanılırdı ve bunlardan birini yutan çocuklar Periler Diyarı’nı ziyaret edebilirlerdi…
Tolkien’in, George MacDonald’ın Altın Anahtar’ı için yazmaya başladığı önsöz, bu keyifli masala dönüşmüştür. Yüzüklerin Efendisi’nden neredeyse bir on yıl sonra ve yaratımı ömür boyu süren Silmarillion sona yaklaşırken yazdığı Büyük Wootton Demircisi, Tolkien’in ömrü boyunca edindiği tecrübe ve fikirlerin ürünüdür ve Tolkien hayattayken basılmış son kurgu eseridir.
Şimdi, neredeyse 55 yıl sonra, kendini Perilerin tehlikeli diyarında bulan bir gezginin bu hikâyesi; Tolkien’in ilk taslağı, hikâyenin çıkış noktasına dair notları, alternatif bir son ve Perilerin doğası üzerine yazdığı yayımlanmamış bir makaleyle beraber tekrar okurlarla buluşuyor.
“Bu kitabın akıldan silinmeyen bir etkisi var, ‘derin’ halk öykülerinin ortak bir özelliği. Harikulade ve akılda kalıcı.”
Times Educational Supplement
“Bu masalı ne kadar yakından incelerseniz, ardındaki fikrin ihtişamı kendini o kadar gösterecektir; ister yedi yaşında olun ister yetmiş yaşında, okumak isteyeceksiniz.”
New Statesman
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Büyük Wootton Demircisi, J.R.R. Tolkien, İthaki Yayınları, 2018, 216 Sayfa
ROMANDA ESTETİK KALKIŞMA 3 – CENGİZ GÜNDOĞDU
Bizler Romanda Estetik Kalkışma adlı kitaplarla insanda temel duyu olan estetik duyuyu devindiriyoruz
Tarihsel-toplumsal diyalektiği aksatmadan insanın yarattığı ürünler estetik ölçütlerle
Değerlendiriyoruz.
Neden böyle yapıyoruz
Hep söyledim…yıllardır söyledim. Türkiye’de güzel yargısı sanıya dayanır, bilgiye dayanmaz.
Retorik yapılır.
Bizler bu yanlışın üstüne yürüyoruz. Roman mı değerlendireceksin. Önce yazarın dilini
Ele alacaksın…sonra karakterler..sırayla örge…olay nasıl örülür…çatışmalar…itki, izlek…toplumsal çözümleme. Bir de şuna bakacaksın. Yazar anlatıyor mu, gösteriyor mu. Temel ilke şudur. Yazar göstermeli.
(…)
İnsanlarda estetik algı..estetik hoşlanma belirli bir düzeye çıkmamışsa o toplumda kaba-sabalık egemendir. Bir romanın estetiksel kavranışıyla kaba-sabalıktan arınma başlar.
-Cengiz Gündoğdu-
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Romanda Estetik Kalkışma 3, Cengiz Gündoğdu, İnsancıl Yayınları, 2018, 400 Sayfa
CHİCAGO KIYILARI – STUART DYBEK
Amerikalı yazar Stuart Dybek’in öykülerinde Güney Chicago’daki etnik mozaiği oluşturan insanların hayatı hayaller, mitler, sesler ve kokularla harmanlanmış bir kent şiirine dönüşüyor. Bu öyküler gerçekle fantastiği, etnik adetler ile Katolik ritüellerini iç içe geçirerek kentin hafızasını lirik bir dille kayda alıyor.
Çoğu öykü, gündüzün dünyeviliğinin yerini yeraltındaki duygulara bıraktığı, hayatın sıradanlığının sanrılı bir büyüleyicilik kazandığı alacakaranlık zamanında geçiyor.
Bir conga davulcusu ölmüş sevgilisinin hayalinin peşinden metronun derinliklerine sürreal bir yolculuk yapar. Alkolik bir kasap kendini ölü bir kızla buzluğa kilitlenmiş bulur. Uyurgezerler mahallenin lokantasına dadanır. Belediye tarafından kentsel dönüşüm bölgesi ilan edilen mahallede binalar yıkılır, caddeler otobana dönüştürülürken mahalledeki işsiz gençler kaybettikleri geçmişi sokaklarda arar dururlar. Yukarı kattan süzülen Chopin ezgileri, bir çocukla yersiz yurtsuz dedesini müziğin hüznü etrafında bir araya getirir. Bütün öykülerde, dışarıda kalanları, uyumsuzları, eksantrikleri, hayalperestleri birbirine ortak bir kayıp ve özlem duygusu bağlar.
“Stuart Dybek’in kurgusal dünyası hem sıradan hem de büyüleyici bir yer.” – The New York Times
“Chicago Kıyıları o kadar güzel bir kitap ki, aslına bakarsanız yazar olmak isteme sebebim de bu kitaptaki ‘Sıcak Buz’ adlı öyküdür. … Stuart Dybek Amerika’daki en şiirsel yazarlardan biri.” – George Saunders
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Chicago Kıyıları, Stuart Dybek, Yüz Kitap, 2018,