Nerede huzur bulacaksın Süreyya?

Nerede huzur bulacaksın Süreyya?

Nil Sakman, fısıltılarıyla ve yakınmalarıyla kendini var eden Süreyya’yı işitmemizi istemiş. Tanımadıkları kadınlar yaratan erkeklere “Ben senin yarattığın bahçenin gülü değilim!” diye haykırmamızı istemiş. Biz haykırırsak Süreyya da haykırır diye... Süreyya’dan hareketle ve Süreyya’yı harekete geçirmek için...

Nil Sakman, Tavan Arasındaki Deli Kadın adlı eseri edebiyatımıza kazandırmış bir isim. Onu daha çok çevirileriyle tanıyoruz. Ancak Balık Nefesi adlı bir öykü kitabı var. Şimdi de çok yeni olan romanı Süreyya… Süreyya bir anlatı aslında, eserin kendisinde de “Novella” olarak tanımlanmış.

Eserin büyük bir bölümünü Süreyya’nın yönsüzlüğü oluşturuyor. Yönsüzlük elbette ki kişinin sorumluluğu dahilindeki bir olumsuzluk fakat Süreyya’daki yönsüzlük nereye gideceğini bilmemekten, nasıl yapıp edeceğine karar verememekten kaynaklanmıyor. Süreyya o kadar yurtsuz ve o kadar ait değil ki kendini oluşturan her bir parçayla tanışık olduğu halde birleştiremiyor bu parçaları birbirine. Parçalarını birleştirirken izin almak zorunda olduğunun farkında Süreyya ve isyanı bu izne aslında. Daha eserin başında annesinin onun bu zorunlu yönsüzlüğüne olan hüznünü görüyoruz. Bu hüzünle kitabın ilerleyen bölümlerinde sıkça karşılaşıyoruz:

Annesinin, nerede huzur bulacaksın Süreyya, diye soran, yarı meydan okur, yarı efkar bulaştırır sesini duyar gibi oldu yeniden. Nerede huzur bulacaksın Süreyya? O günden bu güne, bu bıkkın yakarış yanıtsız kalmıştı. Nerede huzur bulacaksan, orada ol Süreyya. İkinci cümlesi de bu ollurdu kızının mutluluğu için yakarırken.

Sakman, anlatısını,  hayatının büyük bir bölümünü geride bırakmış bir kadının zihninin içine yerleştirmiş. Süreyya, geride bıraktıklarını değerlendirirken önce “insan”dan başlıyor sorgulamaya. “İnsan” dendiğinde temkinli olmak geliyor ardı sıra. Temkinli olmak elzem, insan karşısında. Çünkü insan “böylesine korkunç bir makine” ve onu “ehlileştirmeden bırakmak” sorumsuzlukların en büyüğü belki de:

‘HERKES HAYVANINA SAHİP ÇIKACAK ANNE’

Bireyin zihnini, kalbini adeta bir tabula rasa olarak kurguluyor Süreyya. Onun için çocukluk çağı saflık, temizlik, iyilik... O çocuk büyüdükçe öğreniyor. Öğrendikçe iyi ile kötüyü ayırt edememesini, daha çok küçükken iyi ehlileştirilememesine bağlayabiliriz yukarıda anlattıklarımı göz önünde bulundurarak. Ehlileştirilemeyen insan topluluğunun her ülkede farklı çoğunlukta olduğunu varsayarak kendi ülkemizin de bu topluluktan payını aldığını söylemek mümkün. İşte bu topluluğun içinde kendi doğrularıyla yaşamaya çalışan, ona gösterilen yollardan gitmeyecek olan kadın “kendi yurdunun kelimeleri”yle konuşmak isteyecektir. Haykırmak, anlatmak... Susmamacasına anlatmak isteyecektir. Ancak “içine atıldığı dünyanın kör karanlığı” bu kelimeleri yasak etmiş ve sonsuza dek dışlamıştır.

Sayfalar ilerledikçe Süreyya’nın atıllığına kızdığınızı fark edebilirsiniz. Evden pek çıkmamayı tercih eden, bir işin ucundan tutmak istemeyen Süreyya bu atıllığı, “Yaşamı anladığı ölçüde yaşama katılmak” üzerinden temellendirecektir. Katılalım ya da katılmayalım bu, Süreyya’nın, kendi cümlelerini kuramayışına tepkisi gibi görünüyor. Detaya fazla gömülüp açık etmek istemiyorum elbette ama kadınlık halleriyle alakalı birçok nokta mevcut kitapta. Bunlardan bir tanesi Süreyya’nın kürtaj yaptırmak istemesi fakat bu isteğini paylaştığı kadınların onu dinlemekten dahi çekinmesi. Yargılamakta gecikmeyen kadınlar onun bu isteğini delisaçması olarak kabul ederler adeta. Halbuki Süreyya, insan neslini devam ettirmenin manasızlığı üzerinde bir hayli kafa yormaktadır.

Varoluş sancıları çeken Süreyya, bu sancılarla daima sorgulayarak baş etmiş gibi görünüyor. Sürekli çocukluğa öykünen bu kadın, bir zamanlar birlikte olduğu Vuslat Bey’in de çocukluk çağında bambaşka olduğunu düşünür:

 Vuslat Bey’i çocukken tanımak istemişti; henüz Vuslat’ken. Ağır ismi ruhunu ezmemiş, minik bedeni henüz önemsizken.

Bir gün eski bir dostu aracılığıyla Vuslat Bey’in hastalığından haberdar olan Süreyya, onun yanına gitmek isteyip istemediğini anlamaya çalışıyor. Öncesine dönüyor ve Vuslat Bey’in ona yazdığı şiir üzerinde yoğunluklu olarak duruyor. Süreyya, hiçbir zaman o şiirdeki kadın olmak istememiş fakat Vuslat Bey onu kendince, kendi doğruları ve beğenileri ölçüsünde resmetmiş. Süreyya’ya da bunu hediye olarak sunmuş. Ne yazık! Bir bahçe yaratmış Vuslat Bey. Bu bahçenin içerisine de Süreyya’yı tanıdığını düşünerek ama külliyen yanılarak onu yerleştirmiş. Dolgun göğüsleriyle, badem gözleriyle, küçük narin ayaklarıyla ve ince beliyle. Halbuki Süreyya bunların hiçbiri. Bu hiçliği de şöyle aktarıyor Vuslat Bey’e tüm nefretiyle:

Cinasları oldum olası severdin hatırladığım; işte böyle bir kelime oyununun cazibesine kapılmışsın da beni almış bahçeye katmışsın; böylece senin arka bahçen oluvermişim, bağrında biten gülümle, dikenimle.

Vuslat Bey nezdinde erkekliğe değinir Süreyya. Erkekliği eleştirir. Diğer erkekleri “kendi varlığıyla bir tür bağlantı kurmak için gereksindiği erkekler”, “başka Vuslatlar” olarak tanımlar. “Yasaklı bir kürtaj masasında ölen anneannesi”ni düşünürken de, kürtaj olmak istediğinde çevresi tarafından günahkar ilan edilen kadınları düşünürken de başka Süreyyalar belirmiştir aslında gözünün hemen önünde.

Nil Sakman, fısıltılarıyla ve yakınmalarıyla kendini var eden Süreyya’yı işitmemizi istemiş. Tanımadıkları kadınlar yaratan erkeklere “Ben senin yarattığın bahçenin gülü değilim!” diye haykırmamızı istemiş. Biz haykırırsak Süreyya da haykırır diye... Süreyya’dan hareketle ve Süreyya’yı harekete geçirmek için... Sakman’ın satırlarıyla bitirelim:

Ve öyküsü sessiz kalmış,

Kendi kendine yitip gitmiş bütün kadınlara...


KÜNYE: Süreyya, Nil Sakman, Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2017, 112 sayfa.

DAHA FAZLA