‘Kudüs’ün statüsü ile ilgili son gelişmelerden’ kim sorumlu? 

‘Kudüs’ün statüsü ile ilgili son gelişmelerden’ kim sorumlu? 

"Emperyalizmin işbirlikçileri zirvelerde attıkları nutukların ardından hiçbir gerçek adım atmayıp, perde arkasında emperyalizmin isteklerini yerine getirmenin planlarını yaparken, yoksul Filistin halkı emperyalizm ve Siyonizme karşı çok zor koşullar altında mücadele etmeye çalışıyor, evlatlarını kaybetmeye devam ediyor."

Cenk Ağcabay

Yahudi Halkının yüz akı yazarlarından Gideon Levy son yazısında, geçtiğimiz Cuma günü Gazze’de düzenlenen “Kudüsle Dayanışma” gösterisi sırasında İsrail Ordusu’ndan bir keskin nişancı tarafından vurularak öldürülen Ebu Süreyya’nın ardından, “Ebu Süreyya hiç kimse için gerçek bir tehlike oluşturmuyordu” diyor ve “Vücudunun yarısını daha önce kaybetmiş, tekerlekli sandalyede yaşayan ve dikenli tellerin ardına hapsedilmiş büyük bir hapishanede” bulunan birisini böylesine soğukkanlılıkla öldürebilmenin ne derece büyük bir kötülük ve hissizlik gerektirdiğini vurguluyordu. (The Israeli Military First Took His Legs, Then His Life, Haaretz, Dec 17)

Levy yazısında Ebu Süreyya’nın öyküsünü, “İsrail Ordusu önce bacaklarını sonra yaşamını aldı” şeklinde özetliyor. 2008’de Gazze’ye yönelik İsrail saldırıları sırasında düzenlenen bir hava bombardımanında bacaklarını kaybeden Ebu Süreyya bu kez Trump’ın Kudüs kararını protesto gösterisinde yaşamını kaybetti. Onun, geçtiğimiz Cuma günü düzenlenen gösterilerde katledilen dört Filistinli genç arasında yer aldığını ifade eden Levy, İsrail askerlerinin barbarca işledikleri cinayetler karşısında İsrail’de hakim olan sessizlik nedeniyle son derece öfkeli. Barbarca işlenen bu cinayetler karşısında İsrail’de, “ne utanç, ne şok olma ne de merhamet var” diyen Levy, İsrail’den “bir özür, pişmanlık ya da vicdan azabı beklemenin fantastik” olacağını dile getiriyor. 

Levy’e göre, tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kalmış bir İsrailli Filistinliler tarafından öldürülse neler olacağı kolayca düşünülebilir; eğer öyle olsaydı, Filistinlilerin acımasız barbarlığı durmaksızın sürekli anlatılacak, intikam saldırıları kısa zaman içinde yeni kan tarlaları yaratacak, büyük tutuklamalar başlayacaktı…

Gazze’de büyük bir açık hava hapishanesine kapatılmış birçok gencin yaşam koşullarını yansıtan bir örnek olarak yazısında Ebu Süreyya’nın öyküsüne başvuran Levy, gençlerin yürüyecek ayakları olsa dahi içinde bulundukları koşullardan dolayı hayata dair umutlara sahip olamadıklarını vurguluyor.

Amira Hass da Haaretz’deki yazısında Ebu Süreyya’nın katledilmesini ele almıştı. Ona göre de, Ebu Süreyya’ya ateş eden İsrail askerinin gözünde herhangi bir korkunun izi yoktu. İsrail askerleri muhtemelen sınırın diğer tarafında bulunan gözetleme kulelerinin birinden ya da tepelerde bulunan zırhlı araçlardan birinin içinden ateş etmişlerdi. Hass da, Ebu Süreyya’nın bu haliyle kime nasıl bir tehlike oluşturacağını sorguluyor. Hass, Ebu Süreyya’nın cesaretini ve korkusuzluğunu açıkça gösteren şeyin tüm engellerine rağmen eylemde arkadaşlarıyla beraber yer alması olduğunu ve onun elindeki Filistin bayrağını gururla dalgalandırmasının muhtemelen bir İsrail askerini çok huzursuz ettiğini, ölümüne bunun neden olduğunu düşünüyor. (The Shooting of a Legless Man, Dec 17)

Hass Ebu Süreyya’nın öldürülmesinden birkaç saat önce bir televizyon kanalının habercilerine yaptığı kısa açıklamayı aktarıyor. Hass’ın söz ettiği videoda, Ebu Süreyya etrafı eylemci arkadaşlarıyla doluyken haberciye yaptıkları gösterinin Siyonist işgalciyi uyarma amacı taşıdığını ifade ediyor ve “Bu topraklar bizim toprağımız. Boyun eğmeyeceğiz” diyor. Belki de Ebu Süreyya’nın doğrudan hedef alınmasının nedeni bu sözleri ve duruşudur. Daha sonra yapılan bir açıklamada Ebu Süreyya’nın başına isabet eden bir mermi nedeniyle yaşamını kaybettiği bildirildi. Bu merminin bir keskin nişancı tarafından sıkılmış olduğu haber kaynaklarında belirtildi. 

Yazısında, İsrail’de haftalardır devam eden Netanyahu karşıtı gösterilere işaret eden Levy, Netanyahu’nun adının karıştığı yolsuzluklar nedeniyle düzenlenen bu protesto gösterilerinde “Netanyahu Hapishaneye” sloganlarının atıldığını söylüyor ve “birileri sonunda Lahey hakkında konuşmaya başlamak zorunda” sözleriyle Netanyahu’nun Filistin halkına karşı işlediği savaş suçlarından ötürü yargılanması gerektiğini gündeme getiriyor. 

Trump’ın Kudüs kararını açıklaması sonrası Filistin halkının başlattığı yeni eylemlere yönelik İsrail devlet şiddeti tüm acımasızlığı ve pervasızlığıyla gözler önüne serildi. İsrail’in pervasızlığının en başta gelen nedeni ABD ve Ortadoğu’daki işbirlikçilerinin sunduğu güçlü destek ve sözde karşıtlarının sadece göstermelik muhalefetidir. 

Öyle ki, Kudüs’ü kırmızı çizgi olarak ilan eden Tayyip Erdoğan konuyla ilgili nutukları ardından tek bir gerçek adım atmadığı gibi, Filistin meselesini bütünüyle içeride zayıflayan politik pozisyonunu güçlendirme aracına dönüştürmeye çalışmaktadır. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) 13 Aralık’ta İstanbul’da Kudüs gündemiyle yaptığı olağanüstü zirve Tayyip Erdoğan’ın bu girişiminin bir sahnesi olarak tasarlanmıştı. Zirvede alındığı iddia edilen “tarihi” karar, bütünüyle Ortadoğu Halklarının gerçek bir temele sahip olan Filistin duyarlılığını istismar etmeyi hedeflemekteydi. 

Lübnanlı akademisyen Muhammed Nureddin İslam İşbirliği Zirvesi’nden sonraki yazısında haklı olarak, “Erdoğan Kudüs’ü kırmızı çizgi ilan etti ancak kendi ülkesinde İsrail’in büyükelçiliği ve konsolosluğu mevcut ve İsrail ile ekonomi ve güvenlik alanlarında güçlü ilişkileri de vardır. Yine aynı şekilde de İsrail’de Türkiye’nin bir büyükelçiliği ve konsolosluğu bulunmaktadır. Peki, neden diplomatik ilişkileri kesme yoluna gitmiyor ve büyükelçilik ile konsoloslukları kapatmıyor? Ayrıca Erdoğan neden bu konuda aynı tepkiyi ABD’ye göstermiyor?” diyordu.

Tayyip Erdoğan’ın “tarihsel” bir tutum olarak sunduğu İİT’nın kararı gerçekte “Doğu Kudüs’ü tanıyor” ve “Batı Kudüs’ü İsrail’e bırakıyor”du. İsrail’e karşı geliştirilecek hiçbir somut adım içermeyen bu yüksek sesler bir diğer yönüyle de esas olarak bu süreçten çok kazançlı çıkacağı öngörülen, bölgedeki etkinlik alanı sürekli genişleyen İran’dan rol çalmaya dönük bir yaklaşımı yansıtmaktaydı. 

Basına düşen haberlere göre, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ABD'nin Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan etme kararının ardından konuyla ilgili bir tasarıyı gündemine almaya hazırlanıyor. Bugün  oylamaya sunulması beklenen taslak metin, Kudüs'ün statüsü konusunda BM'nin herhangi bir değişikliğe gitmeyeceğinin altını çiziyormuş. Mısır tarafından kaleme alındığı ve tek sayfa olduğu söylenen metinde Trump yönetiminin kararından açıkça söz edilmiyormuş. Bunun yerine, “Kudüs'ün statüsü ile ilgili son gelişmelerden üzüntü duyuyoruz” ifadesi tercih edilmiş. 

Mısır’ın, “Kudüs'ün statüsü ile ilgili son gelişmelerden üzüntü duy”an ama bunun sorumlusunun kim olduğunu zikretmekten kaçınan tasarısı da sözünü ettiğimiz İİT kararı ve Tayyip Erdoğan şahsında sembolleşen “Filistin duyarlılığı” türünden bir girişimdir. Bir tarafta Ortadoğu Halkları’nın gerçek duyarlılığı, diğer tarafta ise emperyalizmin işbirlikçilerinin yerine getirmek zorunda oldukları çok zorlu görevler vardır. Trump yönetimi işbirlikçilerini daha ileri hamlelere zorlamakta, bu durum ilişkilerde sürtünmeler yaratmaktadır. Öyle ki, yılların işbirlikçisi Mahmut Abbas yaşadığı hayal kırıklığı nedeniyle İİT Zirvesi sonrası yaptığı açıklamada, “Kudüs her zaman Filistin’in başkentidir ve öyle kalacaktır. Amerika, Kudüs sanki bir Amerikan başkentiymiş gibi, onu İsrail’e hediye etmektedir.” diyordu. 

Trump ve Amerikan yönetimi bölgedeki işbirlikçilerinin önemli katkılarıyla bir gün Kudüs, başka bir gün Rakka, ya da Musul Amerikan kentleriymiş gibi davranabilmektedir. Tayyip Erdoğan “One Minute” şovundan sonraki yıllarda izlediği Ortadoğu politikasıyla, belki de İsrail’e verebileceği en büyük armağan olan Suriye’nin yıkımında belirleyici önemde pay sahibi oldu. Bu sicili onun yeni “Filistin duyarlılığını” da son derece tehlikeli kılmaktadır. 

“Filistin duyarlılığı”na sahip olanların durumu bu olduğu için İsrail Başbakanı Netanyahu son derece rahat olduklarını, düzenlenen zirvelerin ve alınan kararların kendileri açısından bir tehlike oluşturmadığını açıkça ifade etmektedir. Tam da bu nedenle, Ortadoğu Halklarının yegane kurtuluş yolu “Halkların Kardeşliği” “İşçilerin Birliği” perspektifinde sembolize olan Anti-emperyalist, Anti-kapitalist mücadele çizgisinden geçmektedir. 

Emperyalizmin işbirlikçileri zirvelerde attıkları nutukların ardından hiçbir gerçek adım atmayıp, perde arkasında emperyalizmin isteklerini yerine getirmenin planlarını yaparken, yoksul Filistin halkı emperyalizm ve Siyonizme karşı çok zor koşullar altında mücadele etmeye çalışıyor, evlatlarını kaybetmeye devam ediyor. 

Filistin sorununun çözümünün en önemli boyutu Levy’nin yazısının sonunda işaret ettiği şeyde, İsrail halkının “Netanyahu hapishaneye” sloganının yanına “Netanyahu Lahey’e” sloganını eklemesinde yatıyor; ancak bu gerçekleşirse Filistin Sorunu Arap ve Yahudi Halklarının eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliği temelinde ilerleyen bir rotaya sahip olabilir.