‘Korku’larımızla yüzleşmek

‘Korku’larımızla yüzleşmek

Behçet Necatigil'in Türkçesiyle Yordam Kitap'tan okuduğumuz Korku öyküsünde Zweig, korku temasını bir kadının hayatı ve aldatma konusu üzerinden işliyor. Kitabın ilk sayfalarında başlayan macera, son sayfalarına kadar soluksuz bir okuma sağlıyor ve korkuyu yaşayan bir kadının maruz kaldığı boğuculuğu okuyucuya etkili bir şekilde hissettiriyor.

Muhafazakâr toplumların yapısı gereği kuşaktan kuşağa aktardıkları yazılı-yazısız bazı kurallar vardır. Eğitim hayatımızın en başından itibaren toplumun en küçük biriminin aile olduğunu öğreniriz. Daha sonra ise büyüklerimizden öğrendiğimiz "yuvayı dişi kuş yapar", "kadın erkeğin eşi, evin güneşidir", "kadının düzdüğü evi Tanrı yıkmaz, kadının bozduğu evi Tanrı yapmaz," söylemleriyle aileyi kurma ve devam ettirme görevinin kadınlarda olduğu bilgisini ekleriz. Yuva kurmak, anne olmak, eşine sadakatle bağlanmak vs. her kadının doğuştan tabi olduğu ve uyması beklenilen kurallardır.

Türkiye'de özellikle son on dört yıldır İslami çizgilerle çevrelenmek istenilen bir toplum yapısı var. Bu toplum yapısında kadının sınırları kısıtlanırken arada kalan boşlukta erkeğe sınırsız bir alan biçiliyor. Günümüz iktidarı da, gerek söylemde gerekse uygulamada verdiği destekle bu ataerkil ve muhafazakâr toplumun oluşumunu hızlandırıyor. "Bir eve bir baca, bir kadına bir koca," bakış açısıyla kadınların eşlerini aldatmaları ya da terk etmeleri cinayet sebebi olabiliyor. Çünkü aile düzeninin sürmesi için eşlerin rollerini gereği gibi oynamaları tavsiye edilir. Bu rol dağımı, kadının aldatmasını ya da terk etmesini ağır bir suç haline getirir; ölümü hak edebilir! Gazetelerde ve televizyon kanallarında karşımıza çıkan şu haber başlıklarıyla durumu somutlaştırmamız mümkün görünmektedir: "Karısının aşığını evinde yakalayıp öldürdü", "Eşini öldüren madenci: Beni aldattı", "Bana sadık kalamayacağını söyledi; öldürdüm."

Peki, ilişkilerde yaşanılan sorunlar, ayrılıklar cinayet veya kadın katli ile mi son bulmalı? Bu soruya "evet" diyecek kimselerin –en azından bu satırların okuyucuları arasında– olduğuna ihtimal dahi vermiyorum. Ama özellikle Türkiye gibi her on kadından dördünün şiddete maruz kaldığı bir ülkede yaşıyorsak ve şiddet âdeta özendiriliyorsa, bu soruya "evet" diyeceklerin sayısı da azımsanmayacak kadar çok olabilir. Bu konuda şiddet karşıtlığına somut bir örnek ararken aklıma Stefan Zweig'in Korku adlı uzun öyküsü geliyor. Behçet Necatigil'in Türkçesiyle Yordam Kitap'tan okuduğumuz Korku öyküsünde Zweig, korku temasını bir kadının hayatı ve aldatma konusu üzerinden işliyor. Evli bir kadının eşini aldatması sonucu yaşadığı iç çelişkilerini gün yüzüne çıkararak insan ilişkilerinin kırılma noktalarını, öncesini ve sonrasını, okurların kendilerini bulacakları metinlerle birleştirerek sunuyor. Kitabın ilk sayfalarında başlayan macera, son sayfalarına kadar soluksuz bir okuma sağlıyor ve korkuyu yaşayan bir kadının maruz kaldığı boğuculuğu hissettiriyor.

‘KORKU’DAN ÖZETLE

Ünlü bir avukat olan kocası ile uzun süren bir evliliği ve çocukları olan Irene rahat, ferah bir hayatı memnun bir şekilde sürüyordu. "Tokluk tahrikte açlığa eşittir." İşte bu hayatın tehlikesizliğidir ki Irene'de maceraya karşı açlık uyandırdı. Kendini burjuva insanlar arasında çevrilmiş hisseden Irene, piyano konserinde tanıştığı genç piyanist ile genç kızlığını hatırlatan şehvet doğrultusunda tesadüfi olmayan görüşmelere başladı. Irene'nin duyduğu ilk his, ansızın şehvete sapmanın verdiği korku oldu. Daha sonrasında ise kendini, içinde yaşadığı burjuva sınıfını reddetmiş olmanın verdiği mutluluk ile telkin ederek adamı, hayatının bir bölümüne yerleştirdi. Haftanın bir gününü ona ayırarak, düzenini bozmadan, hayatına yeni bir şey eklemeden, mutluluğunu basitleştirerek görüşmelere devam etti.

Irene'nin aşığına ev ziyaretlerinde bulunması onda büyük bir tedirginlik yaratmıyordu. Ancak evine döneceği zaman bir korku ve üşüme geliyordu. O esrarengiz dehşeti duyuyordu. Bir suç ürpertisiyle, sokaktaki yabancı bakışların nereden gelmekte olduğunu yüzünden okuyabilecekleri şüphesine kapılıyordu. Gelişindeki sabırsızlık, o ilk kucaklaşma anının verdiği mutluluk, evine dönerken bu maceradan kaçıp sakin burjuva hayatına dönmeye bürünüyordu. Tüm bunlardan sonra ise eve gidip hizmetçilerinin getirdiği yemeklerle kibar, evli, hanımefendi dünyasına, o çok güvendiği dünyasına geri dönüyordu. Ta ki, aşığının evinden çıktığı bir gün apartmandan içeriye girmekte olan bir kadının, öfkeli ve aynı zamanda alaylı bir tavırla, "Eh, işte nihayet sizi yakaladım!" diye bağırmasına dek.

Şimdi artık felaketin önlenemez, kurtuluşun imkânsız olduğunu hissediyordu. Fakat ne olacaktı? Sabahtan akşama kadar hep bu soruyla uğraştı. Günün birinde kocasına bir mektup gelecekti: Bakışları bulanık, solgun; kocasının içeri girişini, kendisini, kendisini kolundan kavrayıp sorguya çekişini görüyordu.

Sonra... Sonra ne olacaktı?

TÜRKİYELİ BAKIŞAÇISIYLA...

Öncelikle öykünün nasıl son bulduğunu öğrenmek için okumamızı tamamlamamız gerekir. Diğer yandan, tecrübelerimize dayanarak tamamlayacak olsak kuşkusuz "Kıskanç Koca Öldürdü" başlığı altında yazılan haberlerden farksız olmazdı. Son paragrafta anlatılanla açıklayacak olursak, "Bakışları bulanık, solgun; kocasının içeri girişini, kendisini kolundan kavrayıp sorguya çekişini," değil; "Bakışları bulanık, solgun; kocasının içeri girişini, kendisini kolundan kavrayıp dışarı atışını ve sokak ortasında hunharca öldürüşünü," okuyor olurduk. Tüm toplumsal yasaklara rağmen birçok kadın Irene'nin hayatında kendini bulabilir; ama çoğu kez aynı son olmayabilir... Irene eşiyle çoğaltamadığı mutluluk dakikalarını aşığıyla  artırabiliyordu. Buna rağmen öykü boyunca bu durumun Irene'nin iç dünyasında yarattığı ikircikli durumu, kocasına itiraf etme cesareti bulamayışından dolayı yaşadığı karmaşayı okuyoruz. Tıpkı Türkiyeli kadınların yaşadıkları karmaşa gibi.

İnsan tehlikesini bildiği halde işlediği bir suçu itiraf etme cesaretini neden gösteremez?”

Kitabın içeriğinde bulunan bir soru bu. Sorunun cevabını aslında her birimiz, kendimizin kurmadığı bir hayattan alıyoruz. "Suç" kavramı, koşullu öğrenmeler sonucu hayatımıza giriyor ve bundan kaynaklanan "korku" ile yaşamaya devam ediyoruz. Örneğin; hiç kimse salt eşini aldattığı için bir cinayete kurban gideceğini düşünerek korkmaz. Ama geçtiğimiz aylarda Birgün gazetesinde yayınlanan haberdeki içerikten özetle, MEB'in bazı okullarda sattığı Hariçten Sözler isimli kitaptaki, "Bir aşkı, küçük bir ihtimal de olsa mutlulukla ya da cinayetle nihayetlendirebilirsiniz. Ve bu cinayette öldürme biçimi, kesinlikle ama kesinlikle bir ihanet konusuyla alakalıdır," metnini okuyan ve eşini aldatmış olan birisi böyle bir sondan dolayı korkabilir. Çünkü artık korku öğrenilmiştir; aldatma sonucunda öldürülme, korkunun kendisi olmuştur ve bu kendimizin kurmadığı hayatın bir çıkarımıdır.

Türkiye gibi kapalı toplumlarda korkunun mücadeledeki yerini yadsıyamayız ama bu korkuyla da yaşayıp hareketsiz kalamayız. Olmadığımız bir kitap karakterinin tüm korkularını, pişmanlıklarını okurken kendimizden bir parça bulabiliyorsak, satırlarını tekrar tekrar okutan bir son ile baş başa kaldıysak hayattaki korkularımızla yüzleşmek adına Korku başlasın…


KÜNYE: Korku, Stefan Zweig, Çeviri: Behçet Necatigil, Yordam Kitap, 2015, 80 sayfa.

DAHA FAZLA