‘Kendinle olmak, kendinle kalmak’

‘Kendinle olmak, kendinle kalmak’

Cadı romanıyla tanıdığımız Oylum Yılmaz, bu kez Gerçek Hayat’la bizlerle. “Hayat”, üzerine bir ömür düşünülecek bir kavramken bir ömrü yaşarken daima düşünerek yaşamak mümkün olmuyor. Yılmaz, bundan hareketle hayatın gerçek olduğu fakat kadınların bu gerçek hayatı yaşayamadığı gerçeğiyle yüzleştiriyor okuyucusunu.

Cadı romanıyla tanıdığımız Oylum Yılmaz, bu kez Gerçek Hayat’la bizlerle. Tezini bitirmeye çalışan ve aynı zamanda işsiz olan Leyla’nın hayal ve gerçek arasındaki gelgitleriyle ve İstanbul’daki dört beş mahallelik Çukurcuma’yla tanışıyoruz önce. Bu tanışma gerçekleşmeden, Melih Cevdet Anday’ın Teknenin Ölümü adlı şiirinin dizeleri karşılıyor bizi. Bu dizelerden sonra başlayan her bölümde birçok virgül kullanıldığını görüyoruz. Bu virgüller adeta bir şiirin düzyazıya dönüştürülmesi için kullanılmış. Oylum Yılmaz’ın kalemi, şiir yazacakken romana evrilmiş diye düşündürüyor çoğu zaman.

Leyla, şiirsel diliyle oluşturduğu cümlelerini kendine kuruyor sıkça. Çukurcuma’da tezini bitirmeye çalışan Leyla, Çukurcuma’yla da iyi geçinmeye çalışıyor. Nasıl yalnız kaldığını anlayamayan ama ailesinden arkadaşlarına kadar hepsinin uzağına düşen bir kadın, yaşamaya tutunmaya çalışırken sorular sormaktan vazgeçmiyor. Yüzünü ölüme dönen bu kadının gerçek hayatıyla arasındaki tek bağı tarihten gelen üç kadın karakter oluyor: Fatma Aliye, Suat Derviş, Cahit Uçuk. Bunlar “Yeraltına Çekilmiş UnutulmuşUnutturulmuş Devrimci Kadın Yazarlar Cemiyeti”nin üyeleridirler. Yılmaz, hiç uzun uzadıya anlatmıyor bu kadınların kim olduğunu. Cemiyete vermiş olduğu adla mevzuyu en derinine inerek kavramış oluyoruz zaten. Leyla’nın bu kadınlarla kurduğu diyaloglardan yola çıkarak Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sı beliriyor zihnimde. Bir küçük empati sonrasında birbirinin yerine geçmeye hazır olan kadınlar ve erkeklerle hayatın değişeceğinden bahsediliyor eserde. Tarihten gelen bu üç kadınla tanıştığımız ilk sayfalarda da kadınların yazmak için önceleri erkek isimleri kullandıkları, sonra mahlas kullanarak bu süreci devam ettirdikleri belirtiliyor. Unutulmakla anılan bu üç kadını alıp Leyla’nın hikâyesinin tam ortasına yerleştiren yazar, kabul gören kanıyı yırtmaya çalışmış. Leyla’nın sorularına, sorunlarına, bunalımlarına şahit olup onunla iletişim kurmaya çalışan bu kadınlar, belki de ilk defa onlarla alakalı kısacık biyografik bilgilerin dışında var olmuşlar. Oylum Yılmaz’ın bunu bilinçli kurguladığını düşünüyorum. Biyografilerinden çok, neler düşündükleri ve neden anılmadıkları çok daha değerli ve önemli hepimiz için. Günümüzde ders kitaplarında Cumhuriyet Dönemi içerisinde irdelenmesi gereken Fatma Aliye’nin, aynı kitaplarda sadece adı geçiyor örneğin. Komünist Suat Derviş, bu talihsizliği ve haksızlığı öngörmüşçesine şöyle diyor: “Edebiyatın bir iddiası olmalı.” Belki de bir iddiaya sahip oldukları için tozlu kapaklara hapsedildiler ve hapsedilmeye devam ediyorlar.

Leyla’nın Ali’si kitaptaki erkek varlığının ilki. Onu bulduğunda kendini de bulacağına inandığı için ağlayarak ve canhıraş arıyor Ali’yi. Ali diye biri gerçekten var mı? Yoksa Leyla kimle konuşuyor? Leyla’nın Ali’yi bulmaya çalıştığı sahnelerin aslında Ali’yi öldürmeye çalıştığı sahnelere dönüştüğü biraz karmaşık geliyor önceleri. Aşkın öldüren ve yaşatan yanlarını bir arada düşünmemizi istemiş Yılmaz. Bir kadının erkeğini öldürdüğünde “bir kadın” olacağı vurgusuyla ilerlemiş. Tarihten gelen üç kadın da sürekli bunu savunuyor çünkü. Ali’yi öldürmesi gerektiğini, işte o zaman gerçek hayata ulaşacağını belirtiyor. Ayrıca romanın sonuna doğru erkek olan herkesin adının Ali olduğunu sezeceksiniz. Bu, bir kadının, bir toplumun bu zamana kadar görmezden geldiği kadınları anlatırken erkek olana bir kimlik şansı vermeyişinin simgesi adeta çünkü erkek olan ezelden beridir daima “şans”la anılıyor. Bir kez daha rol çalmaya izin vermemiş Yılmaz.

Ali’yi öldürme fikrinden devam edersek Cahit Uçuk’un “öldürmek” üzerine söyledikleri belki de romanda yaşam üzerine en fazla düşündüğüm kısım oldu. Cahit Uçuk, Ali’yi öldürmeye kıyamayan Leyla’yı ikna etmeye çalışırken kimsenin hiç değinmediği bir yerden temas ediyor Leyla’ya. İnsanın caniliğini, yaşarkenki umarsızlığını, etrafını görmezden gelişini en acımasız haliyle en acımasız kelimelerle anlatıveriyor:

“’Öldürmek’, dedi Cahit Hanım. ‘Hem öldürmeyi ne zannediyorsun allasen sen? Üzerine zehir püskürttüğün hamamböcekleri, dolap kenarlarına yerleştirdiğin zehirle tir tir titrettiğin fareler, gördüğün yerde terliği şap diye üzerine vurduğun örümcekler, sokak aralarında her şeyden bihaber gezinirken görüp kafanı çevirdiğin yavru kediler, başını bir an okşayıp geçtiğin, bugün olmazsa yarın açlıktan ölecek, karınları çökmüş sokak köpekleri… Hepsini sen öldürmedin mi gözünü kırpmadan? Sen değilsen, kimdi o cani? Bana söyleyebilir misin? Benim ilgim yok diyerek, etrafında yaşanan tüm acıların yükünü üzerinden atabilir misin?’”

Romanın sonlarına doğru geldiğimizde yazarın beklenmedik bir sonla bizi şaşırtacağını tahmin ediyoruz artık. Sonu tahmin etmemiz imkansızlaşıyor bir taraftan ama şaşıracağımız da netleşiyor. Ahsen, bu sonu oluşturmada baş rolü üstleniyor. Bir kadın olan Ahsen’in aslında kadın olmayı seçtiğini görüyoruz. Güçlü, güzel bir bilim insanı Ahsen. Bir kadınla bir erkek birbirine karışıyor onun vücudunda ve zihninde. Yaşamla ölüm de… Güçlü olmasının yanında bir transseksüelin yaralarını taşıyor ruhunda. Kendisiyle baş başa kalamayan, her yere onunla birlikte gelen fısıldaşmalarla birlikte yaşayan Ahsen, bu fısıltıların gölgesinden kurtulmuşçasına veriyor yaşam mücadelesini.

“Hayat”, üzerine bir ömür düşünülecek bir kavramken bir ömrü yaşarken daima düşünerek yaşamak mümkün olmuyor. Yılmaz, bundan hareketle hayatın gerçek olduğu fakat kadınların bu gerçek hayatı yaşayamadığı gerçeğiyle yüzleştiriyor okuyucusunu. Hayatlarını gerçek kılmaya çalışan kadınların mücadelesinin daimî olduğunu da şu sözlerle her fırsatta haykırıyor: Davamız; ilmi, siyasi ve edebidir!  


KÜNYE: Gerçek Hayat, Oylum Yılmaz, İletişim Yayınları, Nisan 2017, 132 sayfa.

DAHA FAZLA