İoanna Kuçuradi: 'Felsefeye dört ders verin, Türkiye 20 yıl sonra farklı olur'

İoanna Kuçuradi: 'Felsefeye dört ders verin, Türkiye 20 yıl sonra farklı olur'

Bazı Hukuk Fakültelerinde “hak”, “hukukla korunan menfaat” olarak tanımlanıyor. Bu “ithal” bir tanım. Oysa hak ile çıkarın dikkatle ayırt edilmesi gerekir. Yaşamda farkını görebileceğimiz örneklere eğitim sırasında dikkatimizin çekilmemesi sorunu da. Bunun için bu iki kavram arasındaki farkın ne kadar erken farkına varılırsa, durum o kadar umutlu olur.

TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki teması “Felsefe ve İnsan”. Fuar’ın Onur Yazarı ise Maltepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İoanna Kuçuradi seçildi. Fuar süresince Kuçuradi’nin yaşamı ve eserleri üzerine, kendisinin de katılımıyla çeşitli paneller ve etkinlikler düzenlenecek. Kuçuradi ile felsefe eğitimi, hak ve çıkar kavramları üzerine konuştuk.   

 “Okullarda felsefe öğretsek 20 yıl sonra farklı bir Türkiye olur” sözünüzle başlarsak, felsefe eğitimi, ülkelerin kaderinde ne kadar etkili? Dünyada bu anlamda örnek alınabilir eğitim modelleri var mı? Türkiye Felsefe Kurumu olarak sizin bu yönde çalışmalarınız bulunuyor mu?

Felsefe eğitimi düzgün/amacına ulaştırabilecek şekilde –yani bir ülkede mevcut olan ve ülkeden ülkeye farklılık gösteren düşünsel ve etik ihtiyaçlara karşılık verebilecek şekilde– yapılırsa, sizin ifadenizle “ülkenin kaderinde” etkili olabiliyor. Bu etki, onu görebilecek göz yoksa, olduğu halde görülemeyen bu etkidir. Yaşanan olumsuzlukların nedenlerini görmek için de böyle bir göz gerekli. Başka türlü söylersem, bir durumun nasıl oluştuğunu görebilmek için, bu durumu doğru değerlendirmeyi bilmek gerekir.

Dünyada bu konuda olan bitenleri bilmek şart. Ama model almak gerekmez. Çözümleri her ülkede, o ülke için değer bilgisine dayanarak düşünmek gerekir.

Türkiye Felsefe Kurumu, farklı aralıklarla, Türkiye’de her eğitim kademesindeki felsefe eğitimiyle ilgili toplantılar düzenliyor. Bu toplantılarda problemler tartışılıyor ve bazı öneriler yapılıyor. Bu önerilerin bazıları da gerçekleştiriliyor, ama yarım yamalak. Örneğin bizim önerdiğimiz gibi “düşünce eğitimi” ve “değerler eğitimi” okullara kondu. Ama amacına ulaşabilecek şekilde yapılmıyor. 20 dakikalık bir konferansla hoşgörü öğretilemez!

Ben “okullarda felsefe öğretsek” değil de, üniversite öncesi öğretimde “bize (felsefeye) dört ders verin, öğretmenlerinin hazırlığını da bize verin, Türkiye 20 yıl sonra farklı olur” demiştim, Milliyet’in benle yaptığı söyleşide. Düşünce alanında gitgide daha şiddetle duyulan bazı ihtiyaçları karşılamayı amaçlayan ve bütün okullarımızda bu amaç için yeterince eğitilmiş öğretmenler tarafından verilmesi gereken dört derstir bunlar.

HEPİMİZ İÇİN SÜRPRİZ OLDU...

İnsan hakları karnemizin günden güne kötüleştiği, haber alma özgürlüğünden başlayarak temel hakların gaspedildiği, akademide intihal oranlarının utanılacak seviyelere yükseldiği, cehaletin siyasiler ve daha da vahimi bazı profesörler tarafından yüceltildiği bir dönemde; ‘Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın temasının ‘Felsefe ve İnsan’ olarak belirlenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

2016 İstanbul Kitap Fuarı için bu konunun seçilmesi beni de, meslektaşlarımı da, ama felsefenin kokusunu alabilen herkesi de çok sevindirdi. Bu çok isabetli karar hepimize sürpriz oldu. Bu kararı alanlara çok teşekkür ederim. Umarım, bazı şeylerin gerçekleşme yolunu açar. Dilerim de.

İnsan hakları felsefenin işi midir? Hukukun felsefî olarak açıklığa kavuşturulmuş insan hakları normlarından türetilmesini sağlamak üzere nasıl bir yol izlenebilir?

İnsan hakları yalnızca felsefenin işi değildir. Ama diğer bilgi alanlarında –hukukta, siyaset biliminde v.d.– sağlam bir iş yapabilmek için, felsefenin açık hale getirdiği insan hakları kavramlarına ihtiyaç var: bir uluslararası insan hakları belgesini oluşturmak için de, bir araştırmanın hangi noktalarında insan haklarının unutulmamasının gerekli olduğunu bilmek için de felsefeye ihtiyaç var; hukuk oluşturulurken, insan haklarından nasıl türetileceğini veya insan haklarıyla ilişkilendirmek için felsefeye ihtiyaç var; siyasette bir karar alırken, insan hakları için yaratacağı sonuçları hesaba katarak karar almak için felsefeye ihtiyaç var, vb…

ÖNEMLİ OLAN BAZI EYLEME BİÇİMLERİNİ KENDİMİZE YAKIŞTIRMAMAKTIR

Çıkarı, "kimin çıkarı söz konusuysa hak ettiğinden daha fazla bir şey alması ve o fazlayı da başka birinden bir şeylerin eksilmesi" olarak tanımlıyorsunuz. Hak ve çıkarı karıştırıyor muyuz, öylesi işimize mi geliyor? Çocuk eğitiminden başlayarak bireylere hep kendi çıkarlarını korumayı öğretme ve başarıyı da buna endeksleme gibi toplumda yaygın kabul gören bir anlayış var. Burada Platon’un adalet tanımı akla geliyor, “her birine gerekeni, borçlu olunanı vermek”. Siz de işkenceden, yaşama hakkına, insan hakları eğitimini muamele gören değil muamele eden üzerinden düşünmemiz gerektiği şeklinde anlatıyorsunuz. Tersten okumamız kültürel bir sorun mu? Buna ilişkin bilincin erken yaşlarda oluşturulması gerektiğini düşünüyor musunuz? Okul/müfredat dışında pratikte buna dair uygulamalar nasıl yapılandırılabilir? 

Bazı Hukuk Fakültelerinde “hak”, “hukukla korunan menfaat” olarak tanımlanıyor. Bu “ithal” bir tanım. Oysa hak ile çıkarın dikkatle ayırdedilmesi gerekir. Bu karıştırmanın kültürel bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Farkında olmama ve düşünememe sorunu olsa gerek. Yaşamda farkını görebileceğimiz örneklere eğitim sırasında dikkatimizin çekilmemesi sorunu da. Bunun için bu iki kavram arasındaki farkın ne kadar erken farkına varılırsa, durum o kadar umutlu olur.

Okul dışında bu fark, anlaşılır bir dille hazırlanan, ama didaktiklikten kaçınarak düşündüren televizyon programlarıyla gösterilebilir belki.

Önemli olan, bazı eyleme biçimlerini kendimize yakıştırmamaktır.

“Etik” ve “Değerler” üzerine, Türkiye’de esamisinin okunmadığı dönemde çalışmaya başlamış bir akademisyen olarak bugün yaygınlaştığı biçimde bu kavramlar sizce doğru kullanılıyor mu? Etik ve değerler için eylemlerimizi buna göre sınayabileceğimiz bir ölçütten bahsedilebilir mi?

Ne yazık ki bu terimler yalnız günlük yaşamda değil, aydınlarımız tarafından da doğru kullanılmıyor. En başta, birbirinden çok farklı olan ‘değerler’ ile ‘değer yargıları’ bol bol karıştırılıyor. Ve iddia ederim ki, bu farkı görmeyen, etik bir yaşamı bilinçli yaşayamaz. Ölçüt kullanmaktan önce, doğru değerlendirme yapmayı öğrenmemiz gerekir. Bu da, belirli teorik bilgilere dayanarak, yapa yapa öğrenilir. Ölçüt –örneğin insan hakları normlarını– kullanmak ise, bir eylemin oluşmasında hangi noktalarda söz konusu olacağını da bilmek gerekir, yoksa insan haklarını ve değer korumayı amaçlayan normları da ezbere kullanırız ve kaş yapayım derken göz çıkarabiliriz.

 “Ölçüt”lerden –normlardan– önce değer bilgisine ihtiyaç vardır.

Edebiyatist Dergi Kasım-Aralık sayısından alınmıştır.*

DAHA FAZLA