İlaç diye satılan bitkiler nasıl zehre dönüşüyor?

İlaç diye satılan bitkiler nasıl zehre dönüşüyor?

Türkiye’de son yıllarda bir ‘yararlı bitki’ çılgınlığı yaşanıyor. Neredeyse bütün televizyon kanalları aktara dönmüş durumda, sabah akşam şu bitki şuna bu bitki buna iyi gelir şeklinde mucizevi ambalajlar ekranlardan izleyiciye sunuluyor. Metropollerden en uzak dağ köylerine kadar hemen herkesin umudu ekranların yeni ‘popstarları’ olan bitki tüccarlarında.

‘Türk’ün otlarla imtihanı’ denilebilecek olan bu manzaraya bakıldığında ipin ucunun bir hayli kaçtığı görünüyor. Artık bugünün insanına göre ‘yararı olduğuna inanılmayan’ her bitkinin kolayca yok edildiği, insana ‘sonu ne zaman gelecek’ dedirten bitki tüccarlarının her gün ekranları işgal ettiği bu süreçte Türkiye’nin önde gelen doğal tıp uzmanlarından biri olan Şaduman Karaca ile konuştuk.

Doğal tıp, sağlıklı beslenme ve Anadolu’nun zengin biyolojik çeşitliliğini ele aldığımız söyleşide çarpıcı ayrıntılar aktaran Karaca’ya göre ‘şifa’ diye satılan pek çok bitki bilgisizlik ve denetimsizlik yüzünden tüketiciye ulaşana kadar zehre dönüşüyor. Türkiye’de bitkilerle tedavi yapılabilmesi için gerekli altyapının bulunmadığına dikkat çeken Karaca, amacının bu konuda her gün bir yenisi eklenen yanlışları düzeltebilmek olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Benim odaklandığım nokta gerçek anlamda fitoterapi değil. Derslerini veriyorum filan ama esasen yapmamamız gereken şey hastalanmamaya çalışmak, sağlığımızı korumak. Bir ülkenin sağlık sistemi o ülkenin halkının sağlığını korumakla yükümlüdür. Ama bizim ülkemizde bu sistem hastalık üzerinde yürüyor.”

Anadolu, üç iklim tipinin yaşandığı dünyadaki nadir coğrafyalardan biri. Biyolojik çeşitlilik bakımından ise adeta yangında ilk kurtarılacak ülkelerden biri sayılırız. Sizce Türkiye bu ayrıcalıklı durumunu yeterince değerlendirebiliyor mu?

‘Değerlendirme’ denilince ben hemen tırsıyorum. Ne anlıyoruz bundan, değerlendirmek ‘tüketmek’ anlamına mı geliyor?

‘ENDEMİKLERLE ÖVÜNMEYELİM, KORUYALIM’

Bu değerlerin farkında olmak anlamında diyelim: Türkümüze, hikâyelerimize, sağlığımıza, peynirimize, ekmeğimize olan katkısının farkında mıyız? Bu anlamda değerini biliyor muyuz? Salt ekonomik değerlendirmeden söz etmiyoruz. Bu kısmına ayrıca geleceğiz…

Ha tamam… Bence özellikle bu bitki çeşitliliğinin zenginliği konferanslardaki söylemlerde kalıyor. Ama bu zenginlik için, bunun devamlılığı için ne yapılması gerektiği konusunda çözüm üretilmiyor. Bu, üzücü bir nokta. Yani evet, övünmek için söyleniyor; örneğin ‘Avrupa’nın üç katı kadar bitki zenginliğine sahibiz’ diyoruz. Ara iklim kuşakları da mevcut çünkü Türkiye’de; bundan dolayı böyle bir zenginliğe sahibiz. Fakat bu zenginliğin devamı için ne yapalım diye soru sorulmuyor. Hele bir de endemik konusu var ki… Endemik demek sadece belli bir bölgede olabilen bitki demek. Bunları sürekli dillendirip övünmenin bir anlamı yok. Endemiği eğer gerçekten değerli buluyorsak onu öne çıkarmayalım. Koruyalım. Hatta hiç dillendirmeyelim. Ne kadar az dillendirirsek o endemik o kadar korunmuş olur bence. O Siirt’in dağlarındaki, Erzincan’ın Ovacık bölgesindeki, Akseki ‘deki zambaklar kardelenler yerinde kalsın.,

‘BU BİTKİLERİ NE ZAMAN HALKIMIZIN SAĞLIĞI İÇİN KULLANACAĞIZ’

Bu konuda ilgili kurumların ülke genelinde yaptığı biyolojik çeşitlilik envanterinin tespit edilmesine yönelik çalışmalar oldu. Su canlılarından karasal türlere, ülkemizde ne kadar tür yaşıyor bunun tespiti amaçlanıyor. Ancak üzerinde çalışılan coğrafyanın hemen her bölgesinde telafisi mümkün olmayan bir tahribat da yaşanıyor. Yani bir yandan don, bir yandan da kefen biçilen bir coğrafya burası. Bu konuda sizin gözleminiz nedir, ne düşünüyorsunuz?

Evet, gerçekten de çok ilginç bir durum. Bir yandan don bir yandan kefen biçiliyor söylemi bana Turhan Baytop’un bir sözünü anımsattı. Anadolu’daki halk hekimliğinin kullanım alanları konusunda neredeyse 50 yıl boyunca araştırmış ve kitaba dönüştürmüş, bizim için çok kıymetli kitaplar sunan bir hocamızdı. Ama kitabının arkasına koyduğu, ‘bu kadar bitki var, bunlar milli hasıla için şu kadar değerli olabilir ama kullanamıyoruz’  sözleri beni üzmüştü. Çünkü bir vatansever olarak, halkını, insanlarını seven biri olarak ben ‘bu bitkileri aslında ne zaman kendi halkımızın sağlığı için kullanacağız?’ demesini isterdim. Bunu duymak isterdim. Çünkü satış demek, örneğin Avrupa’ya satış; bu halklar bu bitkileri şifa amaçlı kullanıyor bunun için satın alıyorlar ve biz de bundan elde edeceğimiz paraya göz dikmiş durumdayız. Ama esasen bu bitkilerin gittiği nokta şifa ve sağlık için. Fitoterapi için yani. Bu ülkede bitkilerle tedavinin henüz altyapısı yok. Halk hekimliğinin dışında  -ki bunun da yarısının kullanımı doğru değil- Türkiye’de fitoterapi konusunda ciddi anlamda bir çalışma yok, eğitimi yok. Örneğin Sağlık Bakanlığı diş hekimlerine fitoterapi sertifika programı sunuyor. Ama bu programda eğitim veren kişiler nereden eğitim almış, yok ki Türkiye’de. Bunun bir akademik disiplini yok. Yani bu dersi vermesi için sadece hekim olması yeterli. Şu anda bir temel atılıyor ama bu temel de yanlışın üzerine atılıyor. Bu konuda bir düzeltme yapalım derken, kaş yaparken göz çıkartılıyor.

Türkiye’de bu konuda eğitim veren bir kurum var mı?

Ben uzun yıllar Almanya’da bu konuda eğitim aldım. Ancak başka eğitimini alan birileri var mı bilmiyorum. Varsa da bunun eğitimini verebilir ama yoksa eczacılık eğitiminin içinde verilen, modern tıbbın zihniyetiyle bitki etken maddesi ile tedavi etmeye biz ‘fitoterapi’ demiyoruz.

Fitoterapiyi biraz açalım isterseniz. Tam olarak nedir fitoterapi?

Fitoterapi demek için, bitkinin ya bir bölümünü; yaprağını, çiçeğini ve kökünü ya da tamamını bütünlüğünü bozmadan ilaca dönüştürüp kullanırsak bu fitoterapi, yani bitkilerle tedavi oluyor. Ama bu üç etken maddeden bir tanesini çıkarıp tek madde halinde ve başka kimyasallarla sunarsak, bu yan etki yapıyor. Yani bir şekilde bütünlük bozulmuş oluyor. Bitkiden uzaklaştırınca o etken madde de bozuluyor.

‘TÜRKİYE’DE RESMEN İNSANLAR HASTALIKTAN KIRILIYOR’

Bir de bu konuda ‘doğal Pazar’ gelişti son yıllarda. Bir çeşit sömürü aracına da dönüştü sanki. Taşradan metropollere yüzlerce televizyon kanalının ekranlarından insanların sağlıkla ilgili kaygıları akıl almaz biçimde sömürülüyor. İnsanlar bu konuda ne yapmalı sizce?

Birincisi, çok çok önemli: Sağlık konusu ve hastalığın tedavisi milyonlarca insana bir patent tek çözüm olarak sunulmaz. Böyle bir şey olamaz. Hiçbir insan ikinci bir insana benzemiyor. Ağrısı aynı olsa bile, birinin yediği yemektendir, diğerinin ki üzüntüdendir. Bu yüzden aynı ilacı uygulayamayız. İkincisi, halkın bu konuda ne kadar bilgisiz olduğunun göstergesi, bu kadar kanalda bu kadar şeye izin verilmesi. Üstelik bunların reyting alması. Çünkü insanımız dinliyor ve inanıyor, sorgulamıyor. Ayrıca halkın ne kadar sağlık konusunda muzdarip olduğunu gösteriyor bu durum. Yani Türkiye’deki insanlar resmen hastalıktan kırılıyor. Ki bu alanda hemen hemen hiç eğitimi olmayan insanların vaatlerine inanabiliyorlar.

‘CUMHURU NE İSE REİSİ DE O’

Siz halkı söylediniz ama ülkenin en tepesinde bulunan, yani o cumhurun başında duran Cumhurbaşkanımızın da fitoterapi eğitiminden gelmeyen, sanıyorum kimyacı olan bir sağlık danışmanı var. Hal böyle iken halka da çok fazla kabahat bulmamak lazım…

Evet, çok özel bir örnek bu. Yani cumhur nasılsa reisicumhur da aynı şeyi yapıyor. Reisi neyse cumhurunun da aynı olduğu gibi. Çok farklı bir şey beklememek lazım…

 Antik çağda ya da izleyen dönemlerde bu işler daha mı bilinçli yapılıyordu. Bugün bitkilerle tedavi konusunda bir tür cahilane bir dönem yaşanıyor diyebilir miyiz?

Türkiye için söylersek evet, cahilane bir dönem yaşanıyor ama Almaya için aynı şeyi söyleyemeyiz.  Çünkü orada en ince ayrıntısına kadar, antik dönemle sentezlenmiş, orta çağ ve diğer medeniyetlerin kullandığı yöntemlerle sentezlenmiş. Burada bitkilerle tedavi yöntemi köklü bir tarihe sahip.  Bizde ise bitkiyle tedavi yapılabilmesi için cidden bir altyapı yok. Drog dediğimiz, bitkinin ilaca dönüştürülebileceği hammadde formu sunulamıyor. Aktar tutuyor ‘tutam tutam’ tarif ediyor. Halk çalı gibi bir bitkiyi alıp ne yapacağını, nasıl kullanacağını bilmiyor. Aktar da bilmiyor, anlatamıyor da. Ayrıca kimse bunun nasıl yapılacağı konusunda bir şey bilmiyor. Oysa bu ‘doktorculuk’ oynamak değil, bir şifa sanatıdır. Çok eskiden bu konuda eğitim veren okullar yokken Lokman hekimler vardı. Biz de bugünün okullu Lokman hekimleriyiz.

‘GÜYA UZMANLAŞTIK AMA BÜTÜNDEN KOPTUK, DETAYDA KAYBOLDUK’

Otacılık geleneği var bir de değil mi?

Evet, çocukluğundan itibaren onu öğreniyordu ve yapıyordu. Ama eski Mısır ve Mezopotamya örnekleri çok daha şaşırtıcı. Örneğin Mezopotamya’da bir tören sırasında 250 tür bitki kullanılmış. Bir doğum ya da düğün töreninde ya da ölüm töreni… Bu 250 bitkinin ne olduğunu şu anda düşünemiyorum bile. Bu aynı zamanda Mısır’da da böyle. Din, felsefe, tıp ve gökbilimi birbirinden ayrılmadan ele alınmış o dönemlerde. Bu dünya insanın evi, yani yaşamı. Ölüm öncesi ve ölüm sonrası. Bütün bunlar bir bütünlük içinde ele alınıyordu ve buna uygun bir tedavi şekli uygulanıyordu. Ama şimdi ne oldu? Güya uzmanlaştık, güya bilimler dallara ayrıldı, daha spesifik olduk ama o bütünden koptuk. Sanayi devrimiyle birlikte yaşamı hızlı üretim belirlemeye başlayınca modern tıbba ihtiyaç ortaya çıktı. Batı tıbbı da dediğimiz bu model, esasen bir şekilde işleyişi sağlamaya çalışıyor. Eğer başlın ağrıyorsa bir ağrı kesici al, ağrın geçsin ve işine devam et. Yeter ki çarklar durmasın, hizmet sürsün. Ama geleneksel tıp ya da Çin tıbbında baş ağrısının geçmesi için uzun uzun inzivaya çekilmek gerekebilir. Su içmen, yatman, dinlenmen gerekebilir ama bugün buna zaman yok ki… Eski ile yeni arasında bir karşılaştırma yapacak olursak, aslında kötüye gidiyoruz. Ne kadar çok şey bilirsek bütünden o kadar çok kopuyoruz ve detaylarda kayboluyoruz.

Başlangıçta bilgiyle başlayan insanın yolculuğunda bugün cehalete doğru evrildiğimizi söyleyebilir miyiz bu durumda?

Belki cahil değiliz artık ama detayda kayboluyoruz. Şu anda 5 yaşındaki çocuk bile geçmişte yaşamış 60 yaşındaki bir insandan daha çok şey biliyor olabilir. Buna cahillik diyemeyiz ama detayda kaybolduğumuz için, bütünü kaybettiğimiz için hangi noktada olduğumuzu unuttuk…

‘ALMANYA’DA DOĞAL TIP EĞİTİMİ VEREN OKULLAR VAR’

Almanya bu konuda daha gelişmiş dediniz. Almanya’daki fitoterapi eğitimi ve uygulamalarından söz eder misiniz biraz?

Almanya’da benim çalıştığım merkezde, 500-600 tane drog hammaddesi bulunan batı fitoterapisi için bir bölüm var. Bir de geleneksel Çin tıbbının uygulandığı drog bölümü var. Batı mı Çin tıbbı mı diye soruyorlar, hangi bölüme yönlendireyim diyorlar gelenleri. Benim orada muayenehanem olduğu için rahat çalışabiliyorum ama. Almanya’da da fitoterapi iki farklı alanda öğretiliyor. Biri eczacılığın uzantısı olarak üniversitede öğretiliyor, modern tıbbın zihniyetiyle bitkisel ilaçları kullanıyorlar. Bunu biz saymıyoruz. Gerçek anlamda doğal tıp olmadığı için, kendi kendini sağaltıcı gücü harekete geçirme amaçlı değil. Bir şeyi çözme, yok etme amaçlı olduğu için bu doğal tıbba girmiyor. Benim temsil ettiğim ve okuduğum okullar doğal tıp okulları. Almanya’da doğal tıp sistemi de var ve bu doğal tıp sistemine hizmet eden okulları halk talep ediyor.

‘TÜRKİYE’DE BİTKİLERİ KORUYAN YASA YOK’

Avrupa’nın bu konudaki ihtiyacı olan bitkiler Doğudan mı gidiyor? Örneğin biyokaçakçılık bu konuda çok yaygın. Bu yollarla bitki elde ediliyor mu?

Örneğin Almanya’daki doğal tıp okullarında öğretilen en önemli konu, hangi ülkede tedavi ediyorsan birinci derecede o ülkede yetişen bitkiyi seçmelisin. Örneğin Almanya’da eğitimini almış bir insan ilk önce Almanya’da yetişen bitkiyi tercih etmeli terkibini yaparken. Eğer ihtiyacı olan bitki orada yoksa halkayı genişleterek devam ediyoruz. Türkiye’ye oranla Almanya daha az bitki türüne sahip olduğu için örneğin Türkiye’de tam teşekkülü bir eczane ya da drog dükkânı olmuş olsaydı buradaki drog sayımız Almanya’dan daha yüksek olacaktı. Almanya kendinde olmayanları mecburen dışarıdan almak zorunda. İkinci bir durum da Almanya’da nesli tükenmeye yüz tutmuş olan bitkiler koruma altına alınıyor ve onlar doğadan toplatılmıyor. Ama Türkiye’de bu bitkileri koruyan bir yasa yok. Buradaki toplayıcılar ticaretini yapanlara satıyor, onlar da Almanlara. Ben Türkiye’de dokunmaya korktuğum bir bitkiyi Almanya’daki bir eczaneden rahatlıkla satın alabilirim örneğin.

Bu konuda Türkiye’de yasal bir boşluk da var. Bitki toplamak ve kaçırmak ‘suç’ değil, ‘kabahatler kanunu’ çerçevesinde işlem gördüğü için bitki hırsızları para cezası ödeyip serbest kalabiliyor…

Evet, bitkiler koruma altında değil. Bir tek salep hammaddesi olan orkideler koruma atında onun dışında başka bir bitki için yasaklama getirilmedi.  

Bir yönetmelik yayınlandı geçtiğimiz aylarda, siklamen, lale ve kardelen gibi yumrulu ve soğanlı bazı bitki türlerinin toplanıp yurt dışına çıkarılmasına yasak getirildi…

Ha evet… Ama bunlar zehirli zaten, zehirli olmayan, doğal tıpta kullanabileceklerimizden tüketim amaçlı toplanması yasak olan bir bitki var o da salep.

‘TÜRKİYE TOPRAKLARINA OLUMLU DAVRANILMIYOR’

Türkiye’nin korunan alanları var. Doğal sit alanı diyoruz, endemik türler diyoruz… Bir de koruma statüsü olmayanlar var, defne, sandal vs gibi. Kızılcık örneğin, çok değerli bir tür. Kültürde, inançta, halk hekimliğinde ve gıda gibi pek çok alanda kullanılmış ama bir koruma şemsiyesi olmadığı için ateşe ilk atılan türlerin başında geliyor. Maden ocakları, HES’ler, otoyollar vs... Eğer bir yerde koruma statüsü yoksa balta ile dalıyoruz oraya. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu Türkiye’nin acısı aslında. Türkiye sınırları içindeki topraklara olumlu davranılmıyor, daha doğrusu sahip çıkılmıyor.

Örneğin bazı ülkelerden bir elma çekirdeğini bile çıkaramazsınız dışarıya, böyle bir koruma zırhı vardır.  

Çünkü bu biliniyor ki 18-20 santimlik canlı organizmaların yaşayabileceği bir toprak örtüsü ancak yüzlerce yılda oluşabiliyor. Bunu bilen ülkeler yasak koyuyor, ‘bozma’ diyor. Erozyona uğrar orası arkasından biyoçeşitlilik gider, bunun farkındalar. Ama Türkiye, maden ocakları, taş ocakları, HES’ler ve barajlarla büyük hasarlar açıyor toprak örtüsünde.

Orman ve Su İşleri Bakanlığı yetkilileri, bu tür yıkımlar karşısında diyor ki, “Merak etmeyin, biz buradaki bitkileri başka bir yere naklettik, orada yaşayacaklar.” Bu mümkün mü sizce?

Hayır. Endemik dediğiniz bitki zaten küçücük bir coğrafyada yaşıyor. Bir bölgeden başka bir bölgeye gidemez. Eğer gidecek olsaydı o zaten kendisi giderdi, orada da olurdu ve endemik sayılmazdı. Bu gerçekçi bir söylem değil.

BİTKİ TOPLAYICILIĞINA STANDART GETİRİLMELİ

Türkiye’deki bitki toplayıcılığına gelirsek… Bu konuda ne durumdayız?

Tıbbi ve aromatik amaçlı kullanılan bitki çeşitlerimizin doğadan kontrollü bir biçimde toplanması gerekiyor. Bunun bir standardı var. Ancak bu standartlar Türkiye’de henüz oluşturulmadı. Bitkinin durumuna göre, tohumdan mı ürüyor, kökten mi? Otsu mu çok yıllık mı, çalı mı ağaç mı, yaprağını döküyor mu dökmüyor mu? Nasıl ürüyor? Arıyla mı tozlaşıyor rüzgârla mı? Bütün bu kriterler göz önüne alınarak her bitkinin kendine göre bir toplama kuralı var. Örneğin bazı bitkiler 3 yılda bir toplanabiliyor. Bazıları ise on tane bitki varsa ancak bir tanesi toplanabiliyor. Çünkü kalanlar bitkinin varlığını sürdürmesini sağlıyor. Bütün bunların tek tek ele alınması gerekiyor.  

KARS PEYNİRİ İLE ŞİFALI BİTKİLERİN BAĞLANTISI

Bir de şunu sorayım: Örneğin Kars kaşarı ile o bölgede yetişen bir bitkinin ya da bir başka yerdeki bir ekmek çeşidi ile o bölgedeki bitki ve böceklerin nasıl bir ilişkisi var. Bu zincirin bir halkasını çekip alırsak buradaki yaşam nasıl etkilenir bundan?

Einstein’ın ünlü sözüdür, daha dün okudum yeniden: Arılar yok olursa bizim sonumuz da üç yıl sonra başlıyor. Yeryüzünde çölleşme başlıyor. Ben uzun süre Kars’taki bitkiler ile ünlü Kars peyniri arasındaki bağlantı konusunda çalıştım. Bu ikisi arasında çok özel bir bağlantı var. Arılar da bunun bir parçası, diğer canlılar da elbette. Ama orada serbest dolaşan ineklerin sütlerinin lezzeti, o bölgedeki bitki örtüsünün bir yansıması. Aromasını, lezzetini o bitkiler veriyor. Erzurum için de oradaki bitkilerin lezzeti geçerli. Toroslardaki keçi sütünden yapılan peynirin lezzeti de aynı şekilde açıklanabilir. Kars kaşarı işte bu yüzden coğrafi işaret kapsamına alındı. Aslında bildiğimiz tek çenekli çayır otlarını yiyor inekler ama arada bir iki tane şifalı bitkinin karışması, yemeğe katılan baharat gibi süte geçiyor ve peynirin sindirimini kolaylaştırıyor, proteinlerin çözülmesini, içeriğinin insan metabolizması tarafından hazmedilebilir hale gelmesini sağlıyor.

Bitkilerle kültürler arasındaki ilişkiye bakarsak, örneğin Bergamalılar zenginliklerini meşe ağaçlarına borçlular. Likyalılar ise sedir ve çam türlerine. Kültür tarihi açısından Anadolu bitkilerini nereye koyabiliriz?

Bitkiler aslında bütün kültürlerde yeryüzündeki yaşamını temeli. Bu tartışılmaz bir şey. Anadolu’da ise geçmişte daha çok yaprağını döken ağaç türlerinin olduğunu yazıyor kaynaklar. Ancak bugünkü duruma baktığımızda geçmişteki bu türlerin yerinde iğne yapraklıların olduğunu görüyoruz. Özellikle kızılçam. Zamanla ağaçlandırmalar yapılmış ve ağırlıklı olarak iğne yapraklılar kullanılmış. İğne yapraklı türler toprağı zamanla asidikleştiriyor. Bu durumda bitki örtüsü de azalıyor, bir değişim yaşanıyor.

‘KAZ DAĞLARININ ETEKLERİ ZEHİRLENDİ’

İğne yapraklılarla makiler arasında bir savaş da var değil mi?

Aslında çam ile geçinen çok fazla bitki de yok. Familya olarak fundagiller var. Pürenler, sandal ağacı, mersin vs. Bunlar o asidiklikte yaşayabiliyor ve çamlar ile geçinebiliyor. Anadolu’daki bitki örtüsünün şekil değiştirmesinin ardından ilişkinin de değişip değişmediğine bakmak lazım. Geçmişte yalnızca ısınmak, barınmak ve biraz da giysi gibi ihtiyaçlar için kullanılan bitkiler artık bugün salt ekonomik bir gelir kaynağı olarak görülüyor. Geçmişte Kazdağları tamamen kırıldığı için, Osmanlı döneminde gemi yapımında kullanılan ormanlardan dolayı zamanla açıklıklar oluştu. Bu açıklıklar da tek tip zeytinliklere dönüştürüldü. Zeytinliklere uçaklarla zehir atıldı, Kazdağlarının etekleri zehirlendi. Bu çok üzücü bir şey. Oradaki boş bir arazide tıbbi bitki yetiştireceğiz diye söylüyorlar bana. Önce bir toprak analizi yaptırın diyorum; analizden bırakın tıbbi bitki yetiştirmeyi sebze bile yetiştiremezsiniz sonucu çıkıyor.

TIBBİ BİTKİLERİN MONOKÜLTÜR ÜRETİMİ YAPILIYOR OYSA BİTKİNİN ŞİFASI DOĞADAKİ İLİŞKİSİNE BAĞLI

Doğal tıp açısından Türkiye yolun neresinde peki? Orman ve Su İşleri Bakanlığı son yıllarda tıbbi ve aromatik bitkilerin üretimini özendirmeye çalışıyor. Şu kadar ton tıbbi ve aromatik bitki elde edildi gibi bir dil de gelişiyor beraberinde. Bu konuda nasıl bir yol izlenmeli sizce?

Örneğin kekik konusunda bu tonların oluşması üretimden kaynaklı. Hacmi oluşturan asıl ürünler kültürden elde edilenler. Bu da benim çok eleştirdiğim bir konu. Türkiye’de tıbbi bitkilerin monokültür, tek tip üretimi yapılıyor. Oysa bir bitkinin şifalı olması, onun doğadaki diğer türlerle sosyalleşmesine, toprak altında ve üstündeki türlerle birlikte ilişkisine bağlı. Bu ilişki olduğu için şifalı o bitki. Ama bitkinin kültüre alınmasıyla birlikte bu ilişki kayboluyor. Benim de katıldığım bir çalıştayda, 10 ton kekik üretimi yapıldığı söylendi ancak bunun 4 tonunun ihraç edildiği ülkeden geri çevrildiği söylenmedi. Çünkü içinde yeterince etken maddesi olmadığı ortaya çıkmış. Bunlar söylenmiyor. Burada özeleştiri yapmak gerek. Tıbbi bitkiler doğadan toplanacaksa bunun kontrollü yapılması gerek. Diğer bir konu da bütün televizyonlar da ‘siyah çay içmeyin, bitki çayı için’ deniliyor. İnsanlara siyah çay kötüdür ama aslında bir ‘ilaç’ olan bitki çayını tüketin diyoruz. Üstelik de bunu keyif için tüketin diyoruz. Bu aynı zamanda bir sektöre de dönüşüyor. İnsanlar gidip aktarlardan bitki çayı alıyor. Ama bu bir ilaç. Sadece ihtiyaç olduğunda tüketilmesi gereken bir şey sürekli tüketiliyor ve bu sektör doyuruluyor. Bu durumda doğadan daha fazla bitki toplanıyor ve hızla tükenmesine neden olunuyor. Çünkü bu konuda bir kontrol yok ne yazık ki Türkiye’de. Kısacası söylem bir yerde gelip paraya dayanıyor ve bu yüzden hem insan hem de doğanın sağlığına zarar veriliyor. Her ikisini de kaybediyoruz.

‘ADIMIN MARKA OLMASINI TEKLİF ETTİLER, MASADAN KALKTIM’

Örneğin bu konuda adını marka olarak kullanan isimler var. ‘Prof. Saraçoğlu’ gibi. Bu doğru ve etik bir şey mi? Sizin adınıza bir marka neden yok?  ‘Şaduman Karaca’ markalı bir preparat neden satılmıyor piyasada?

-Ben Türkiye’ye ilk geldiğim günden itibaren bu teklif edildi bana. Adımın bir markaya dönüşmesi. O gün oğlumla birlikteydik. ‘Bitki çaylarının üzerinde neden Şaduman Karaca adı olmasın?’ denildi. Bu teklif gelince birbirimize baktık ve şaşırdık. Oğlum, ‘Anne sen Almanya’dan Türkiye’ye bunun için mi geldin?’ dedi ve o masadan kalktık. Daha sonra belki onlarca kez başka teklifler geldi bu konuda. Her defasında da böyle bir şeyi asla kabul etmeyeceğimi söyledim. Çünkü bu ülkeye bir hayrım olacaksa o da bu işi düzeltmeye yönelik olsun. Yani bu işin yanlışlığından bir de ben para kazanırsam, ben de bu yanlış çarkın sürüp gitmesine katkı sağlamış olurum. Aklım ve gücüm yettiğince isminin ticarete bulaşmamasını istiyorum. Olmasın.

‘BAKANLIĞA MİLLETE ZEHİRLEMEYELİM DİYE YAZDIM, YANIT GELMEDİ’

Bitkilerin salt bir ticari ürün olarak yetiştirilmesi hızla yayılıyor ve teşvik ediliyor…

Çünkü sorun üzerine sorun ekleniyor bu konuda. Bitkileri salt ekonomik yararına yönelik yetiştiren bir zihniyet oluşuyor. Bitkiler bir metaya dönüşüyor. Bazı köyleri geziyorum. Bu bitkiler çok kötü koşullarda kurutuluyor; yerlerde, ahırlarda. Ya da toptancılar da çok kötü koşullarda bekletiliyor. Bu bitkilerin hepsi çok özel alanlarda korunmalı, saklanmalı. Resmen güneşte kurutuyorlar. Bitki bu yolla zehre dönüşüyor, kanserojen oluyor. Oysa bir bitki toprakla ilişkisi kesildikten sonra güneşle hiçbir şekilde temas etmemeli. Gölgede kurutulmalı ve saklanmalı. Bu konuda bir kural yok. Tarım Bakanlığı’na o kadar mail yazdım, ‘bu konuda beni çağırın gönüllü danışmanlık vereyim, millete daha fazla zarar vermeyelim’ dedim ama yanıt veren olmadı.

‘SAĞLIĞIMIZ İÇİN YENİDEN GEÇİMLİK TARIMA DÖNMELİYİZ’

Tohumlar konusuna gelirsek… Yerel tohumları dışlayan, monokültüre ve hibrit tohumlara endeksli bir üretim politikası var. Bir zamanlar 70-80 çeşit ürün yetiştiren bölgeler bugün endüstriyel tarıma geçerek üç-beş çeşit ürüne döndü. Bu konuda neler söylersiniz?

Evet, monokültüre artık ‘endüstriyel tarım’ demeye başladık. Fitoterapiye odaklanıyoruz ama bunun esası hastalanmamak olmalı. Benim odaklandığım nokta gerçek anlamda fitoterapi değil. Derslerini veriyorum filan ama esasen yapmamamız gereken şey hastalanmamaya çalışmak, sağlığımızı korumak. Bir ülkenin sağlık sistemi o ülkenin halkının sağlığını korumakla yükümlüdür. Ama bizim ülkemizde bu sistem hastalık üzerinde yürüyor. Önce hasta ediyoruz insanları, ardından nasıl çözeceğimize karar veriyoruz. Şu ilacı şu hastaneyi satıyoruz.  Böylece halkın içinden çıkamayacağı bir duruma sokuyoruz konuyu. Ama esasen gıdasından başlayıp yine tek tip tarımdan uzaklaşarak sağlığımızı korumaya odaklanmalıyız.  Örneğin Artvin’de görüyorum; hemen hemen hiç bir bahçede komple fasulye ya da mısır yok. Sadece kabak da yok. Hepsi birbirinin içinde… Fasulye mısıra sarılmış, kabak etrafında kocaman yapraklarıyla gölgelik yapıyor, toprağı kurutmuyor. Aslında permakültür dediğimiz karma tarım kültürü Anadolu’da bilinen bir şey. Şimdi biz buna geri dönmek zorundayız. Özellikle bu modele. Yani tek tip olmayan geçimlik tarıma. Bir evin bahçesinde maydanozu, dereotu, nanesi, mısırı, kabağı, fasulyesi; ne gerekiyorsa hepsi olur. Bu nedir, doğadaki bitkilerin bir arada yaşamasıdır. Kadife çiçeği olur, o böcekleri çeker. Aynısefa olur aslında süsmüş gibi durur, fesleğen, reyhan; bunlar da böcekleri ya çeker ya da uzak tutar. Bir bahçede olması gereken şeyler.  

Permakültür son zamanlarda oldukça sık konuşulan bir model haline geldi. Aslında Anadolu’da Hasan dayının, Fatma ninenin yüzlerce yıldır yaptığı bu değil miydi?

Eğer büyükannelerin üretim şekli yoksa ortada ve bunun öğrenilmesi gerekiyorsa bunun öğrenilmesi lazım. Tabii otel lobilerinde, salonlarda değil de toprakla bağı olan alanlarda yapılmalı bu eğitimler. Aslında permakültür adı modern gibi geliyor ama bir evin ihtiyacı olan her şeyin üretilmesinin adı. Çalısı da olacak sebzesi de tavuğu da olacak. Suyu düzgün kullanacaksın. Bunu anlatıyor. Ayşe teyze, Fatma teyze artık ziraat mühendisini dinliyor. Onun verdiği fideyi, ilacı kullanıyor. Böyle olunca da kentlerde toprakla bağı olmayan bir gencin unutulmuş üretim biçimlerini öğrenmesi yanlış değil. Tıpkı benim fitoterapiyi okuldan öğrenmem gibi. Aslında sahip olduğumuz şeyleri kaybettik şimdi gerekirse okuldan öğreneceğiz. Toprakla bağ kurmak için bunu yapmak zorundayız. Çünkü bu bilgiler Anadolu’da yolun gitmediği yerlerde kalmış.

Son olarak insanlara bitkilerden yararlanabilmeleri konusunda ne önerirsiniz. Şifa, gıda ya da başka biçimlerde?

Önce bir kursa gitsinler ve bitkileri nasıl kullanacaklarını öğrensinler. Verilen her bilginin arkasında ticari bir menfaat varsa bu sorgulansın bence.  ‘Hastalanınca ne yaparız’ değil de,  ‘hastalanmamak için ne yaparız’ konusunu iyice aklına koymalı insanlar. Nasıl besleneceğim, ne kadar çalışacağım, ne kadar mutlu olacağım, hayatımdan ne kadar memnun olacağım ki sağlığım bozulmasın. Bozulursa da bir uzmana gidip ufak bilgilerle bitkilerden nasıl yararlanacaklarını öğrenmeliler. Sonra bu bilgileri genişletebilirler. Benim sosyal medya hesabıma ya da web sayfama girip bakabilirler. Sayfam arşiv gibi oldu. Buradaki bilgiler bedava. Zaten amacım da bu benim, bu konudaki doğruları paylaşmak. Keşke daha çok zaman bulsak, daha çok paylaşabilsek.

ŞADUMAN KARACA KİMDİR?

Ordu’da doğan Şaduman Karaca, 1992’de Almanya Berlin’de Humbold Üniversitesi’nden mezun oldu. Ardından pedagog ve psikososyal danışman olarak çalıştı. Sağlıklı yaşam danışmanlığı ve doğal tıp eğitimlerinin yanında yoga ve tıp eğitimi aldı. Berlin Fitoterapi Enstitüsünde 4 yıllık fitoterapi eğitiminin ardından 2007’de Almanya’da doğal tıp uzmanı olarak muayenehane açarak hizmet verdi. Fitoterapi ve sağlıklı yaşam konusunda Türkiye’de çok sayıda çalışma yapan Karaca, özel bir üniversitede fitoterapi eğitimi veriyor.

DAHA FAZLA