İktidar, düzen ve faşizm: Sol çıkış için yol arayışı

İktidar, düzen ve faşizm: Sol çıkış için yol arayışı

Türkiye’de yaygın bir sol davranış, bu tabloya bakıp şu soruya cevap vermeye uğraşıyor: İktidara karşı mı mücadele edeceğiz, düzene karşı mı?

Can Soyer

Türkiye gündelik gelişmelerle uzun vadeli dönüşümlerin üst üste bindiği ve ortaya karmaşık denklemler çıkardığı özel bir süreçten geçiyor. Haliyle, böyle bir sürecin anlaşılması ve müdahale konusu haline getirilmesi de özel bir dikkat ve titizlik gerektiriyor.

Bir yanda Saray’da toplanan ve çeşitli payandalarla kendini yükselten bir iktidar pratiğiyle karşı karşıyayız. Bir yanda da bir bütün olarak kapitalist düzenin ve onun siyasal biçimi olarak rejimin dönüşümü söz konusu. Dolayısıyla, sadece bir iktidar odağının bekası ve devamlılığı amacıyla yürürlüğe konan politikalardan değil, aynı zamanda bir düzenin ve rejimin inşasından veya dönüşümünden söz etmemiz gerekiyor.

Bu süreçlerin birbirinden ayrı ve farklı süreçler olduğunu söylemek değil amacımız. İktidar ile düzen arasındaki uyumun süreklileşmesi, hatta kalıcılaşması şaşırtıcı bir olgu olarak da değerlendirilemez. Ancak gidişata müdahale etmek söz konusu olduğunda, iktidarın ve düzenin uyumunu, bütünlüğünü dikkate almayan her strateji ister istemez çıkmaz bir sokağa dalacaktır.

Türkiye’ye bakarken hem iktidardaki gücün yönelimlerine ve hedeflerine, hem de düzenin inşasına ve dönüşümüne odaklanan keskin bir bakışın vazgeçilmezliği de buradan kaynaklanıyor.

TARİHSEL BLOK VE İKTİDAR BLOKU

Saray Rejimi’nin beka kaygısının önceliği ve yaşamsallığı açık bir gerçek olarak önümüzde. Erdoğan’ın etrafındaki dar bir öbeğe kadar daralan iktidarın iç politikadan ekonomiye, basının denetiminden kent planlamasına kadar tüm alanlarda attığı adımların ilk ve tartışılamaz gerekçesi Saray’da kalınan süreyi uzatmak, mümkünse kalıcılaştırmak.

Dolayısıyla, Saray iktidarının Türkiye’yi politik ve ideolojik olarak düzenli biçimde şekillendirmeye, bu şekillendirme yoluyla kendisini iktidarda tutacak ittifak sistemlerini geliştirmeye, yasal mevzuattan ideolojik fantazmalara kadar bütün araçlarını bu amaç uğruna işe koşmaya uğraştığı görülüyor. Başarısız olduğunu söylemek de (şimdilik) pek kolay olmasa gerek.

Son yıllarda artan milliyetçilik ve islamcılık vurgularının yanı sıra, geçtiğimiz birkaç ayda bilinçli biçimde tedavüle sokulan anti-amerikancılık, anti-emperyalizm salvoları da Saray’ın iktidar süresini uzatmak, mümkünse kalıcılaştırmak için aranan ittifak sisteminin çimentosu olarak görülebilir. AKP-MHP ittifakı olarak resmedilen tablonun özü budur: Erdoğan’ın Saray’da ve dolayısıyla iktidarda kalıcılaşması.

Ancak bu tabloya bakıp, Türkiye’de AKP-MHP buluşmasıyla veya milliyetçilik-islamcılık eklemlenmesiyle yeni bir “tarihsel blok” oluştuğunu söylemek işi ifrata vardırmak olacaktır. Zira, özel ve belirgin koşulları olan bir kavram olarak “tarihsel blok” kavramının öne sürülmesi, Türkiye’deki güncel süreci açıklamamanın ötesinde, politik sonuçları vahim olacak bir hataya da davetiye çıkarmaktadır.

Bir “tarihsel blok”tan söz edebilmek için belli başlı koşulların sağlanması gerektiğini söyledik. Nelerdir bu koşullar?

Birincisi: Tarihsel blokta zor unsuru da yer almakla birlikte başat olan onay unsurudur. Zor belli anlarda başvurulan bir araç olarak elbette yok sayılamaz, ancak onay’ın kaynağı haline gelmiş bir zor’dan söz etmek de mümkün olamaz. Bugün Türkiye’de esas olarak onay’a dayanan, kimi sıkışma uğraklarında da zor’a başvuran bir yönetimden değil, basbayağı zor sayesinde ayakta duran, onay unsurlarının etkililiği zor’a kıyasla çok daha düşük olan bir iktidardan söz etmemiz gerekiyor.

İkincisi: Tarihsel blok toplumdaki tüm çelişkileri ve çatışmaları çözmez, ancak bunların bir kutuplaşma noktasına varmasını önler. Zira toplumun kategorik bir karşıtlıkla bölünmesi, yani kutuplaşma ortada toplumu bütünleştirecek bir tarihsel blok bulunmadığının göstergesidir. Türkiye’nin durumu da tarihsel blok yokluğunun özel bir örneğinden başka bir şey değildir.

Üçüncüsü: Tarihsel blok toplumun ortak ve uzun geçmişinden beslenen, ideoloji, kültür ve gündelik hayat gibi alanlarda da hegemonik bir tarz oluşturan, görece köklü bir arka plana sahiptir. Oysa bugün Türkiye’de iktidar, ne ideoloji ve kültür alanlarında hegemonik hale gelebilmekte ne de uzun ve köklü bir ortak geçmişten beslenmektedir.  Bugün iktidarda bir blok varsa, bu blokun harcı güncel hesaplar, günü kurtarma telaşıdır.

Dördüncüsü: Tarihsel blok hem oluşumu hem de işleyişi bakımından daha az konjonktürel, daha fazla tarihsel belirlenimlidir. Tarihsel blokun konjonktürel veya güncel olana bir yaklaşım geliştirmesi söz konusudur elbette, ama tarihsel blokun üzerine oturduğu zemin bu konjonktürel ve güncel yaklaşımlardan görece bağımsızdır. Bugünün Türkiye’sinde biçimlenen iktidar ise, neredeyse tamamen konjonktürel ihtiyaçlara uygun olarak dizayn edilmektedir.

Özetle, Türkiye’nin son dönemine bakarken “tarihsel blok” kavramının zaman zaman dile getirilmesi, eğer bir bilinçli çarpıtma söz konusu değilse, kavramın kendisine dair bilgisizlikten ve kavram kullanımı konusundaki savurganlıktan kaynaklanıyor sayılmalıdır.

Ancak “tarihsel blok” kavramına mesafe koymamız, Türkiye’de iktidarın bir blok haline geldiğini, iktidar etrafında farklı güçlerin birleşmesine dayanan bir bloklaşmanın söz konusu olduğunu inkar etmemizi gerektirmez. Türkiye, Saray’ın merkezinde durduğu ve asıl önceliği iktidarı kalıcılaştırmak olan bir ittifak sisteminin girdabına doğru sürüklenmektedir. Evet, bir “tarihsel blok” değildir bu, ama mevcut ittifak sistemini rahatlıkla bir “iktidar bloku” olarak tanımlayabiliriz.

UYUMLULUK EKSENLERİ

İktidar bloku dedikten hemen sonra şunu da belirtmek durumundayız: AKP-MHP ittifakı veya milliyetçilik-islamcılık sentezi üzerinden şekillenen blok, kapitalist düzenin ve onun egemenlik rejiminin dolaysız temsilini üstlenen, bu anlamda sınıfsal aidiyeti hiçbir kuşkuya yer bırakmayan bir iktidardır. Dahası, mevcut iktidar, sadece kendi bekasını sağlama almakla kalmamakta, aynı zamanda düzenin/rejimin inşasını da sağlamaktadır. Ancak yine de düzen, iktidar blokundan ibaret değildir.

Bunu, Saray iktidarının henüz ulaşamadığı ve ele geçiremediği düzen içi alanlar olduğu yönünde bir tespit olarak anlamamak gerek. Aynı şekilde, Saray iktidarından bağımsız ve “kendisi-için” bir düzen olduğunu da söylemiyoruz. Ama düzen, tanımı gereği, mevcut iktidardan daha geniş bir zemine oturmak zorundadır. Bu açıdan, Saray iktidarı da düzenin kendisinden ibaret olmadığını bilmekte ve bunu kabul etmektedir. Hatta, düzenin belirli açılardan geniş bir zemine kök salması bizzat Saray iktidarının işine gelmekte, böylelikle muhalefetin bir kesimini rahatlıkla dizayn edebilmektedir.

Türkiye’de iktidarın Saray’da toplanması ve kalıcılaşmasına paralel olarak, bir düzenin ve rejimin inşasının da söz konusu olduğunu, bu anlamıyla Saray Rejimi adını verdiğimiz egemenlik biçiminin AKP ve Erdoğan’dan daha öteye geçtiğini söylemek gerekiyor. Yani, Aristoteles’in bir kavramına başvurmak gerekirse, iktidarın ve düzenin kaplamı eş/özdeş değildir.

O halde, iktidar ile düzen arasındaki uyumun, iktidardan ibaret olmayan bir düzenin iktidar eliyle kurulmasını mümkün kılan ilkenin nasıl tanımlanacağı sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu soruya teori ve soyutlama düzeyinde yanıt vermenin neredeyse imkanı yok. Zira her iktidar ve düzen belirli bir özgül bağlam içinde anlam ve içerik kazanıyor. O yüzden, Türkiye’nin içinden geçtiği sürecin özgüllüğünü, dünyanın ve sermaye sınıfının özgün yönelimleriyle birlikte düşünmek, uyumu bu bağlamda aramak ve bulmak gerekiyor.

Kolaylaştırmak adına, Saray Rejimi’nin uyumluluk eksenlerini üç başlık altında ele almaya çalışalım.

Birincisi: Günümüzde emperyalist dünya sisteminin politik ve ideolojik alana dair belirgin, bütünsel ve ‘didaktik’ bir yönelime sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Otoriterleşme, sağ popülizm, faşizan yönetim tarzları gibi kimi eğilimler göze çarpsa da bunların küresel bir politik yönelimden ziyade, açığa çıkan sorunların çözümü için başvurulan çareler olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu ortamda Saray iktidarının bir tür faşizme yakınsayan yönelimi emperyalist sistemde bir aşırılık veya sapma olarak değerlendirilmemektedir. Saray iktidarının emperyal dengeler içindeki zikzakları ve gerilimlerinin kaynağı, faşizan yönelimi değil, pazarlık gücünü artırmaya yönelik adımlarıdır.

İkincisi: Türkiye sermaye sınıfının kuşkusuz bir perspektifi ve çekinceleri vardır. Ancak bunlara bakıp, sermaye sınıfının politik alanı dolaysız biçimde dizayn edecek akla ve kolektivite algısına sahip olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Sınıf egemenliğinin doğrudan tehdit altında olduğunu düşünmediği sürece, kar ve birikim, pazar arayışı ve rekabet gibi konular sermaye sınıfı için başat gündemlerdir. Demokratikleşme, ifade özgürlüğü, yurttaş hakları gibi konularda zaman zaman sarf edilen sözler, mevcut iktidarın sermaye birikimine hız veren uygulamalarına duyulan minnetin yanında ‘kozmetik’ kalmaktadır.

Üçüncüsü: Daha önceki ayrı bir tartışma konusu olsa da, Saray iktidarının son dönemiyle birlikte, Türkiye’de, Kürt düşmanlığı ve bununla bağlantılı bölünme korkusu dışında, bir “devlet aklı”ndan söz etmek mümkün değildir. Mevcut iktidarla belirli bir mesafeyi koruyan ve bu sayede “devlet aklı”nın gerekleri ile iktidar arasındaki çelişkiye devlet lehine müdahale eden bir yargı, ordu, akademi veya bürokrasi kalmamıştır.

Sonuç olarak, Türkiye’de hem bir iktidarın kalıcılaşması hem de bir düzenin/rejimin inşası söz konusudur ve bu ikisi arasında belirgin bir uyum vardır. Emperyalizmin, sermaye sınıfının veya “devlet aklı”nın Saray’da cisimleşen iktidarla çatışması şöyle dursun, birçok açıdan ortak hedeflere ve çıkar uyumuna sahip olduğu söylenmelidir.

Zaten, tam da bu uyum, kurucu bir ilkedir ve Türkiye’de iktidarın kalıcılaşması için art arda adımlar atılırken, aynı zamanda bir düzen/rejim inşasını mümkün kılan da bu uyumun kendisidir. Bu düzenin kuşkusuz iç çelişkileri vardır, olmak zorundadır. Ancak bunlar “öğeleri bir arada tutulabilen” çelişkilerdir ve düzenin inşası tüm taraflarca paylaşılan bir hedef olduğu için çelişkiler de kontrol altına alınabilmektedir.

BİR ARA BAŞLIK: ‘BOZGUNCULAR’ ve FAŞİZM

Modelleştirildiğinde görece tutarlı görünen bu tabloya, bir de bozucu, hatta ‘bozguncu’ unsur eklemek gerekiyor. Zira, iktidar ile düzen arasındaki uyum, muhalefetin düzen içi unsurlarını da kapsayan bir etki alanına ulaşmış olmasına rağmen, Türkiye’nin ilerici ve halkçı dinamikleri hala etkisizleştirilebilmiş değil. Bu anlamda, müthiş bir şiddetle dikilmiş iskambil kulesini tek bir fiskeyle yıkma potansiyeli olan bir güç, hala ve inatla düzenin karşısında durmaktadır.

İktidarın, hem kendi bekasını sağlama almak hem de düzenin inşasını tamamlamak için bu bozguncu kitleyi kontrol altına alması, etkisizleştirmesi, gerekiyorsa yok etmesi kaçınılmaz bir zorunluluk. Bu konuda şimdiye kadar akıl almaz yollar denendiği ve fakat kalıcı bir başarı kazanılamadığı da can yakan bir gerçek. Ancak virajlar keskinleştikçe yeni denemelerin şiddeti artmakta ve nitelik değiştirmektedir.

Bu açıdan, iktidar cephesinde hazırlanan senaryo faşizme geçiştir.

Saray iktidarın, hem kendi iktidarının bekası hem de düzenin inşası için en ciddi tehdidin doğrudan doğruya Türkiye’nin ilerici ve halkçı dinamiklerinden geldiğinin gayet farkındadır. Faşizme geçişin altyapısı ve gerekçesi olarak da bu tehdidi göstermekte, sermayeyi ve düzen aktörlerini bu tehdidin ürpertisi ile ikna etmeyi denemektedir.

Türkiye’de hayli ilerlemiş ve çok büyük kazanımlar elde etmiş bir sürecin (düzenin dönüşümü) tehlike altında olması, yıllar içinde elde edilmiş olanların bir anda berhava olması riski, hem Saray iktidarının en büyük korkusudur, hem de Saray’ın düzen aktörlerini ikna etmek için başvurduğu en güçlü endişedir. Ve Saray iktidarı, bu endişelere son verecek ve düzenin inşasının önündeki tüm engelleri yok edecek bir yol olarak faşizmi bir seçenek olarak masaya sürmektedir.

Bu seçeneğin muhatapları tarafından nasıl değerlendirildiğini söylemek için henüz erken. Ancak tehdidin büyüklüğü, seçeneğe ciddi bir güç katmakta; Saray iktidarı da teklifinin baskınlaşması için fiili dayatmalara başvurmaktadır.

İKTİDAR MI DÜZEN Mİ: MÜCADELE SORUSU

Bu noktaya kadar sürdürülen tartışmanın bilindik sonuçları var. 

Türkiye’de Saray iktidarına daralmış, ama arka planda devam eden düzen inşasını görmeyen bir muhalefet tarzı aşamayacağı sınırlarla karşı karşıya gelecektir.

Türkiye’de Saray iktidarına eleştiri, sitem veya protestoyu düzen içindeki aktörlerden beklemek mümkündür, ancak Saray iktidarına son verilmesi bu aktörlerin yapabileceği bir şey değildir.

Türkiye’de hem Saray iktidarına hem de Saray Rejimi’ne son verebilecek tek güç halkın kendisidir. Emperyalizmin kurumlarına, düzenin partilerine, devlet bürokrasisinin kanatlarına bağlanacak her umut boşa gitmeye mahkumdur.

Peki, bu bilinenlerden nereye varabiliriz?

Türkiye’de yaygın bir sol davranış, bu tabloya bakıp şu soruya cevap vermeye uğraşıyor: İktidara karşı mı mücadele edeceğiz, düzene karşı mı?

Bu sorunun teorik (düzene karşı) yanıtı ne kadar doğruysa, bu yanıtın ancak özgül bir pratik (iktidara karşı) mücadeleyle hayata geçirilebileceği de o kadar doğrudur oysa.

Dolayısıyla, Türkiye solu bu soru içinde debelenmek yerine, bir başka soruya yanıt aramak için uğraşmalıdır: İktidara karşı mücadeleyi düzenin sınırlarından kurtarmanın, düzenin aktörlerinden bağımsızlaştırmanın yolu nedir?

Düzen ve iktidar arasındaki ilişki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, tüm çelişkilerin çözüldüğü bir pürüzsüz zemin anlamına gelmemektedir. Düzenin ve iktidarın başarısı, bu çelişkileri bir arada tutulabilen ve yönetilebilen unsurlar haline getirmesidir.

Gerçekten sarsıcı ve sonuç alıcı bir sol muhalefetin ödevi, işte bu çelişkilerin düzen sınırları içinde tutulabilmesini imkansızlaştırmaktan geçmektedir.

Bunun, Türkiye siyasetinin ‘ayarları’nı bozacak bir halkçı mücadele, bir devrimci çıkış örgütlenmeden, yani Saray Rejimi’nin karşısına bir devrimci kutup çıkarılmadan başarılamayacağını söylemeye ise gerek yoktur.

(Bu yazı Yön dergisinin 13. sayısında yayınlanmıştır)