Güle güle Fidel!

Güle güle Fidel!

Toplantılar arasındaki boş bir zamanımızda eski Havana’yı gezerken, tercümanımız aracılığıyla bir balıkçıyla sohbet ettik. Söz karidese, Küba sahillerinde çıkan büyük, lezzetli “jumbo” denilen karideslere geldi. Balıkçı, o karideslerin Küba için önemli ve vazgeçilmez bir döviz kaynağı olduğunu, bu yüzden Kübalıların hiç karides yemediğini söyledi. Yüzlerimizdeki buruk ifadeyi görünce de eklemeden edemedi: “Ama, Fidel de yemiyor!”

Yalnız Küba halkının değil, tüm ilerici insanlığın sevgilisi, kumandan Fidel Castro, bu sabah bu dünyadan göçtü. Yalnız anısıyla değil, tarihin yapılmasına katkısıyla da hep yaşayacak büyük insanlardan biriydi.

O, bir üstün insan, “süpermen” olduğu için değil, insanların, tüm kapasite ve yaratıcılıklarıyla eşit ve özgür bireyler olarak yaşayacakları bir dünya için savaşmayı bir bardak su içmek doğallığında yaşadığı için, devrimciliği “yetkinin halka iadesi” olarak pratikleştirdiği için büyük insandır. 

Küba’ya ilk kez 1978’de TKP temsilcisi olarak görüşmeler yapmak üzere gitmiştim. “Resmi” bir toplantıda, parti görevlisinin ondan küçük ismiyle “Fidel” diye söz etmesine şaşırdığımı, bir mahalledeki Devrimi Savunma Komitesi toplantısında, Angola’da savaşan ve yaralanan kara derili bir yoldaşa oradaki herkesin gösterdiği olağandışı sevgi ve saygıdan etkilendiğimi anımsıyorum. İki sahne daha var aklımda kalan. Bir okul bahçesinde beyaz, kahverengi, çikolata ve kara derili çocuklar birbirleriyle hiçbir ayrım, mesafe tanımadan sevinç çığlıklarıyla oynuyor ve oynaşıyorlardı. Bir de, hemen bütün toplantıların “resmi” bölümü bitip müzik başlayınca, herkes, beni de sürükleyerek dans etmeye başlıyordu.

2003 Kasım’ındaki ikinci Küba ziyareti, SB’nin çözüldüğü, Küba’nın kıtlıkla, ambargoyla boğuştuğu zor zamanlara rastladı. Fidel bir yanında Che’nin kocaman bir portresinin bulunduğu (Bu arada, Küba’daki hiçbir devlet dairesinde, meydanda Fidel Castro’nun resmi, büstü, heykeli yoktur) Devrim Meydanı’nda toplantılar yapıp, tüm sorunları milyonlarca Kübalıyla paylaşıyor, sorumluluk ve yetkiyi toplumsallaştırıyordu. “İnsanın iyisi, talihin kötüsünde belli olur” sözünü doğrular biçimde, yönetim ve halk bu çok zor krizi aşmak için iradelerini birleştiriyorlardı. 

Bu irade birliğinin altında yatan ise, devrimci içtenlik, dürüstlük, tasada ve kıvançta ortaklık duygusunun sağlamca kurulmuş olmasıydı.

Bunun nasıl kurulduğunun yanıtı ise kitaplarda değil hayatın içindeydi. 

Tıp fakültesinde okuyan bir yoldaşımız, Raul Castro’nun kızıyla sınıf arkadaşı olduklarını, bu nedenle sık sık evlerine gittiğini, o evde ortalama bir Kübalı’nın yaşam koşullarından farklı hiçbir şey görmediğini söylemişti.

Toplantılar arasındaki boş bir zamanımızda eski Havana’yı gezerken, tercümanımız aracılığıyla bir balıkçıyla sohbet ettik. Söz karidese, Küba sahillerinde çıkan büyük, lezzetli “jumbo” denilen karideslere geldi. Balıkçı, o karideslerin Küba için önemli ve vazgeçilmez bir döviz kaynağı olduğunu, bu yüzden Kübalıların hiç karides yemediğini söyledi. Yüzlerimizdeki buruk ifadeyi görünce de eklemeden edemedi: “Ama, Fidel de yemiyor!”

Ancak bir bolluk toplumunda gerçekleşecek komünizm ülküsünün, kıtlık koşullarında Küba toprağında bu ölçüde dirençle yaşamasının sırlarından birinin hayatın içindeki bu olaylarda, özgürlük ülkesi ve ülküsü için savaşırken, hiç kimseye ayrıcalık tanımayan eşitlikçi bir kültürün yaşam bulmasında saklı olduğunu düşünüyorum.

Güle güle Fidel, güle güle büyük devrimci!