Freud, Trump hakkında bize ne söylüyor

Freud, Trump hakkında bize ne söylüyor

'Gelecekteki tarihçiler çağdaşlarına, 20. Yüzyıl'da bir ofiste çalışan insanların, birbiri ardına gelen, insanların mutsuzluklarını bir saat boyunca dinledikleri bir mesleğin neden ortaya çıktığını açıklamak zorunda kalacak. Ben 35 yıldır bir terapistim ve bunu hala anlamıyorum.'

Çeviri: Metehan Akman

Bu yazıda, bir psikoterapist olarak, Trump Beyaz Saray’a çıktığından beri neler öğrendiğimi anlatacağım.

Gelecekteki tarihçiler çağdaşlarına, 20. Yüzyıl'da bir ofiste çalışan insanların, birbiri ardına gelen, insanların mutsuzluklarını bir saat boyunca dinledikleri bir mesleğin neden ortaya çıktığını açıklamak zorunda kalacak. Ben 35 yıldır bir terapistim ve bunu hala anlamıyorum. Anlaşılmaz bir dilde konuşmuyorum, ulvi bir kesinlik sağlamıyorum ya da şamanik bir sihirbaz değilim; gerçeği söylemek gerekirse pek de bir şey yapmıyorum, sadece karşılarında oturup, onları dinliyorum ve gerçeği söylemeye çalışıyorum. Bu kolay değil! Sizi diğer insanların acılarına ortak olmaya zorluyor ve beni hayatımı buna adamaya iten ve beni buna katlanmak zorunda bırakan şey her ne ise değişmiyor. Bana, ekmeğimi hala bu saçma işten kazanmamı sağlayan piyasaya minnettarım.

Sanırım tarihçiler ayrıca piyasayı oluşturan ve tedavisi bir saatliğine bir dinleyici tutmak olan patolojik rahatsızlıkları süreğen hale getiren bir politik ekonomiyi de önemli bir noktaya koyacaklardır. Daha etkileyici olan ise, dinleyici kastını yasal olarak tanımlayan profesyonel altyapı, -ofisler, lisanslar, paraya çevrilen zaman- olacak.

Psikoterapiyi, kapitalizmin otopsisi, hatta çöküşünün başlıca belirtisi olarak masaya yatıracak gelecekteki araştırmacıları kıskanıyorum. Şöyle diyecekler: Eğer gelinen nokta paralı dinleyiciler ise, çürük çok derinde olmalı. Ancak bu zamanda yaşadığımız için, mesleğin varlığını, ilginçliğini ve onun günlük yaşamla bağını ortaya çıkaran anların varlığını söylememiz yeterli olacaktır. Böyle anlarda, dürüst terapistler sadece yapabileceklerinin sınırını değil, ayrıca problemin bir parçası olduklarını da fark ediyorlar.

POLİTİK OLANIN KİŞİSELLEŞMESİ

9 Kasım 2016’yı kötü bir şöhretle anılacak bir günün ertesi olarak görüyorum. Bu meslekte pek çok toplumsal felaket deneyimledim ve, iyi ya da kötü, dünya yanarken onu görmezden gelen ya da kuleler yıkılır ve okullara silahlı saldırılar olurken kişisel meselelerimize dönmemizi sağlayan tedavi becerisi beni hayrete düşürüyor. İşte o çarşamba günü, her ne kadar içsel sorunlarıma dönmek istediysek de kendimizi Trump’ım yükselişinden başka bir şey konuşamaz halde bulduk. Önemli bir olay, işlerin olağan bir ters dönüşü. Politik olan, en gerçek biçimiyle kişisel hale geldi.

Her insan kendine has sorunlara sahip, ancak bunların dışa vurumunde görünenin ardında meslektaşlarımın ve benim kategorilere ayırdığımız ortaklıklar var. Bununla yaşayabilenler ve takıntılılar, endişeliler ve depresifler, ahlaki probleme sahip olanlar ve gergin kişiler: Hepsi üzüntülü ve sersemlemiş görünüyorlar, çünkü çoğu yataktan kalktıklarında haberlere baktılar ve tükenmiş hissettiler. Sanki o gece her biri ailelerinde beklenmedik bir ölümle karşılaşmışlardı ve acılarının ilk evrelerinde bana gelmişlerdi.

Psikoterapi, Sigmund Freud’a göre sevgiyle iyileştirme, sevgi ise Milan Kundera’ya göre aralıksız bir sorgulamadır; ben ise o gün kimseyi tedavi etmiyordum. Üzüntülerini sorgulamıyordum. O anda, durum şüpheye yer bırakmaksızın açıktı ki bu ancak terapistin kendisi de hastası ile aynı hislere sahipse olur. Tepkinin ilginçliği, benim dikkatimi ancak ilerleyen haftalarda yoğun duygular hafifleyip seçim sonrası yaşamda bu tepkilerin sessiz dışavurumu kendini gösterince çekti. Neden bu kadar hüzünlüydük?

Daha fazlasını soramam, –terapinin tüm özelliği benimle değil sizinle alakalı olması – yani biri soruları sormaya gönüllü değilse, ben ancak tahmin yürütebilirim. Ancak soru soracak biri çıkarsa, bir cevabım var: Sizi, 63 milyon komşunuzun başkanlık makamına bir çığırtkan ucubeyi seçecek kadar aptalca ve tehlikeli bir şey yaptığını izlemekten daha çaresiz hissettirecek başka bir şey yoktur. Seçim sona erdikten sonra, iyi birer demokrat olarak, onun sonuçlarını ölüm kadar kesin bir şekilde kabul etmeliyiz. İşleri düzeltmenin bir yolu yok. Ne derseniz deyin, kaybettiyseniz kaybettiniz. Sevdiğiniz birinin ölümünü izlersiniz, köpeğinize araba çarpar, sevgilinizden ayrılırsınız ve yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Çaresizlik acıya açılan kapıdır ve acı çekmek, kaybınızı kabullenene kadar ona katlanmak ve onun hakkında konuşmaktır.

Ancak kaybedilen neydi? Her şeye rağmen, seçimden sonraki gün ülke hala bir bütündü, ekonomi canlanmıştı ve sokaklarda ya da taşrada askeri birlikler yoktu. Soracak olsaydım, alacağım cevaplar kimilerinden bir çeşit gurur, diğerlerinden ise kendileri için önemli bir değerin –üreme hakları, ırk ayrımına dönük hoşgörü, cinsiyet eşitliği– birdenbire tehdit altına girdiği olurdu. Kimileri için ise, gurur duymayı öğrendikleri ülkelerinin itici bir adam tarafından temsil edilecek olmasının getirdiği bencilce bir durumdu. Muhtemelen bu tepkilerin benzerlerini bu insanların kisisel geçmişlerinde bulabilirdim.

Ancak bu çöküntünün kaynağını kişisel bilinç dışı süreçlerden daha derinde bulmak mümkün. Bahsettiğim şey tarihsel bilinç dışılık; bizi, biz daha fark etmeden, kendimiz ve dünyamız hakkında çeşitli beklentilerle donatan ve üzüntümüzü itiraf etmek icin terapiye gitmemizi sağlayan; geçmişin şu anda anlaşılarak, eğer yapabilirsek, beklenilen geleceğin kurulmasına olanak sağlayacağını düşünmeye iten şey.

ACININ GERÇEKLİĞİ

Neredeyse her zaman, geçici de olsa, geleceği sorgulamamıza sebep olan kayıplar, işin en zor kısmı. Uzmanlar dahil olmak üzere hiç kimse acı hakkında bir şey bilmiyor. Benim dahil olduğum meslek grubu, birkaç yıl önce normal acının klinik depresyondan ayrılması sorunu üzerine sarsıldı. Tartışmanın kendisi dikkate alınmayacak kadar aptalcaydı, ancak önemli bir nokta gözden kaçtı: Eğer normal hüzün diye bir şey olduğunu kabul etmezsek üretilen argümanların tamamı boşa düşer.

Gelgelelim bunun varlığını kabul ederiz. Çünkü doğal seleksiyonun, bizi kaybın yarattığı enkazı temizleyen ve bir süreden sonra sevdiğimiz şeylerin sonsuza dek bizimle kalacağına olan inancımızı tazeleyen bir mekanizmayla donattığına inanmak isteriz. Ancak gerçek şu ki doğal seleksiyon acılarımızı, kederlerimizi umursamıyor bile. Eğer yeteri kadar kayıp yaşar veya bunlara şahit olursanız, muhtemelen geleceğe olan güveninizi önce sorgulayacak, ondan şüphe edecek ve sonunda da onu kaybedeceksiniz; bu durumda kaçınılmaz olanın karşısında, onu sevmek şöyle dursun, normal hayata devam etme kapasitesi bile anlaşılmaz olur. Bundan sonra belki de büyük kayıpların başka duygusal yaralardan daha derin olduğunu ve her ne olursa olsun ondan kurtulmanın bir mucize olarak görülebileceğini göreceksiniz.

Ancak normal acıyı patolojik olandan ayıracak bir ölçü varsa, o da şudur ki normalde kim için ya da ne için üzüntü duyduğumuzu biliriz. Freud, melankoliyi matem durumundan tam da bu noktada, acının gerçek bir kaybın artık onun tanımlanmasının mümkün olmadığı bir yere kadar uzaması durumunu öne sürerek ayırmıştır. Melankolikler, kayıp hissini def etmek yerine sevdikleri birine bağlanırlar. Onların durumu, Freud’un belirttiği gibi, melankoli normal bir hüzne dönüşünceye, yani acı geçmişe gömülünceye kadar düzelmeyecektir.

Freud, ve ondan sonraki psikiyatristler, kaybedilene karşı tepkinin kaynağı olarak aileyi ele almış olsa da, aynı zamanda ne hafızamızın inatçılığı ne de yakın zamanda sevdiğimiz birini kaybetmenin şoku olan hüznü görmüştür. Üzerinde çalıştığı şey bir hasta değil kendisiydi, travmatik olay ise ensest ya da hane içi şiddet değil, eşi benzeri görülmemiş büyüklükte ve korkunçlukta olan bir yıkımdı: Birinci Dünya Savaşı. 1915’te yazdığına göre savaşın patlak vermesi, medeniyetimizin başarılarından duyduğumuz gururu, pek çok düşünüre ve sanatçıya olan saygımızı ve insanların ve ırkların arasındaki ayrımların nihayet üstesinden gelebileceğimize dair umudu yerle bir etti. Savaş, yüzlerce yıllık eğitimle kontrol altına aldığımızı düşündüğümüz içimizdeki şeytanı serbest bıraktı. Vatanımızı gene dar sınırlara hapsetti. Bu yolla, sevdiğimiz pek çok şeyi bizden çaldı ve sağlam olduğunu düşündüğümüz pek çok şeyin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi.

Freud’un “Transience” (Geçicilik) adını verdiği kısa denemesi pek bilinmez ve bize “değerli olanın kalıcı olmadığı” anlaşıldığında ne yapılacağını da söylemiyor. Bu denemeden sonra bir yıl içinde, dikkatini yeniden kendi anlayışına en uyumlu olan aile içi ve kişisel talihsizliklere çevirdi. Toz pembe gelecek tahmini, “hüznün üstesinden gelindiğinde ... savaşın yok ettiği her şeyi, belki de daha sağlam bir temelde ve eskiye nazaran daha kalıcı biçimde yeniden inşa edeceğiz.” bu mesele hakkında son sözü olacaktı; ta ki Naziler Almanya’da güç kazanırken yazılan ve çok daha karanlık bir tablo çizen Uygarlığın Huzursuzluğu’na dek. Ne acı ki Freud bu konuyla uğraşmayı çok çabuk bıraktı; çözüm yolunu göstermiş olacağından dolayı değil, iki deneme arasındaki 15 yılda psikoanalizin geleceği, belki de demokrasinin geleceği, adına çok daha belirleyici bir şey olduğundan: Psikoanaliz ABD’ye geldi.

'PSİKOANALİZ ABD'YE GELDİ'

Freud, psikoanalizi ABD’ye 1909’da getirdi. Ama oradan nefret ediyordu ve bu duygu büyü ölçüde karşılıklıydı. EL Doctorow bunu anlatmak için Ragtime’da şöyle diyordu, “Freud’un intikamını alması ve düşüncelerinin Amerika’da seksi sonsuza kadar yok etmeye başladığını görmesi için en azından 10 yıl geçmesi gerekiyordu”. Freud bizi arzularımız hakkında daha dürüst ve onların günlük hayatımızda kendilerini nasıl gösterdiklerinin bilincine varmış hale getirmiş olabilir, ancak o ayrıca cinselliğin, onu saklarken aynı zamanda derinleştiren gizemini ortadan kaldırmıştır.

Ne bir vatandaş ne de bir terapist olarak şikayetçiyim; görünen o ki dürüstlük ve zevkler bizi birbirimize yakınlaştırabilir. Ancak cinsellikle somutlanan içgüdülerimizi bastırmakta ısrar edersek, Freud’a göre bu, duygularımız aleyhine tüm baskıları bertaraf etmek anlamına gelmeyecektir. Tam tersine, medeni insanlar olarak görevimiz, başka insanları kendimizle alakalı nelerden korumamız gerektiğini bulmak ve sonra bunu sağlayacak kontrol mekanizmamızı inşa etmektir. Ve bunların tamamını içimizdeki canavarı yok ettiğimiz sanrısına kapılmadan yapmaktır. Bilinçsiz baskının yerine bilinçli bir kurtuluş planını koyarak bir medeniyete ve onun nimetlerine –istikrar, ortak amaç, kültürün gelisimi– sahip oluruz.

Bu durumdan elde etmediğimiz şey mutluluk; onun yerine, Freud’un ortaya koyduğu gibi, “nevrotik acı”dan ziyade “ortak mutsuzluk” gelir. Bu, muhtemelen psikoanalizin ABD’de yerleşmesinin 10 yıldan fazla zaman almasının gerçek sebebidir. Çünkü o, trajik bir farkındalığı kaderimiz haline getirerek seksi mahvedecek ve mutluluk arayışını sona erdirecek bir şeydir.

Ancak, piyasanın buna hizmet edecek bir çözüm, analitik teçhizatı kullandığı bir yol ortaya koyması an meselesiydi. 1980’lerin ortasında terapi okuluna gittiğim zaman,

Freud’un formülü çoktan yeniden değerlendirilmiş, kaynak olarak sorunların yerine akıl konmuştu. Kimi kabul etmese de ve kendim de yıllar sonra fark etsem de psikoterapinin amacı iç dünyamızı dünyadan korumak haline gelmişti. Terapi ofisinin yarattığı güvenli alan sadece kaçılacak bir yer değil, aynı zamanda dünyanın nasıl olması gerektiğini gösteren bir modeldi. Özelliği ise, işi bizi koşulsuz sevmek ve bize kendimizi aynı şekilde sevmemizi öğretmek olan ve böylece bize tüm potansiyelimizi kullanma imkanı veren insanlarla dolu olmalarıydı.

İçgüdülerimizin izlerini korkusuzca süren Freudcu yöntem hala revaçtaydı, ancak şüphe ve dizginleme öğelerinden arınmıştı. Freudcu doktrinler, Yeni Dünya’ya ulaştıklarında, Amerikan kültürünün renklerini taşımaya başladılar; terapiye olan güven, içgüdülerimizde -özellikle duygularımızda- bilgeliğin yattığına olan bir kabule dayandırıldı. Bu anlayışın doğal sonucu ise, psikolojik acının temelini içgüdülerimizin medeniyete teslim olmakta başarısızlığa değil, medeniyetin bizi acıdan ve zarardan koruyamadığı inancı oldu. Terapistler artık insanlara, duygusal yaşamlarını dış etkenlere karşı korumayı başararak, kişisel acılarından her başarılı kurtuluşla güçlenen kendi saykelerinin yöneticisi olmalarına yardım edecekti. Sonuçta gelinen nokta ise, sorunun bizim ülkemiz için ne yapabileceğimizden ülkemizin bize zarar vermesini nasıl engelleyebileceğimize evrilmesiydi.

'TANRI ÖLDÜYSE BİRLİKTE NASIL YAŞAYACAĞIZ'

Kişisel alanın politik alandan terapistler öncülüğünde ayrılması, eski günlere özlemi doğurdu ve sağcı çığırtkanlar tarafından dikkat çekilen bir husus oldu. Ben onların yolundan gitmeyeceğim. Bunun yerine, iç dünyamıza dair olumlu ve olumsuz görüşlerin ardında bekleyen ve bizi Aydınlanma’dan beri uğraştıran bir soruya dikkat çekeceğim: Tanrı öldüyse ve rahipler sadece hurafe saçan kişilerse, kaderimizi kendi ellerimize aldıysak, birlikte nasıl yaşayacağız? Her şey kabul edilebilirse, kurallar artık biz onların ne olmasını istiyorsak o ise, içimizdeki şeytanı nasıl ehlileştirebiliriz? Tedavi süreçlerindeki cevap, kendi kendini kısıtlayan yaratıklar olduğumuzu, özgürlüğe, öz bilince ve bunları ifade edecek imkana sahip olduğumuzda tarihin çarklarını ileriye doğru çevireceğimizi söyleyen varsayımdır.

Sizin için bu formül nasıl çalışıyor? Görünen o ki pek de iyi değil! En azından Aydınlanma değerlerinin politik doğruculuk, küreselcilik ve köhnemiş elitlik olarak görüldüğü; görünmez elin sizi desteklediği, mantığın size ahlaki ölçütlerinizin fazlasıyla önyargılı olduğunu söylediği ve bilimin, vasat ve düşük ücret aldığınız işinizi yapmaya gitmek için kullandığınız arabanızın buzulları erittiği konusunda ısrar ettiği Trumpistan’da yaşıyorsanız... Bu çürümüş yerde, bir terapistin ofisine hiç ayak basmamış, hatta terapistlerin yaptığı işi tamamen boş bir iş olarak görüyor olsanız bile terapinin size vermeye çalıştığı gerçeği kavramışsınızdır. Bu gerçek şudur: Acı ve yakınma her zaman haklı sebeplere sahiptir, kurban her zaman doğru ahlaki konumdadır ve eğer öfkeli, endişeli ya da umutsuzsanız, yenilmişseniz, doğuştan gelen haklarınızdan yoksun bırakılmışsınızdır. Çünkü dünyaya, en azından bu ülkeye, mutluluğu elde etmek için geldiniz; eğer bunu artık hayal bile edemiyorsanız, bunu düzeltmekle görevlisiniz. Eğer bunu yapacağınız yollar size kapalıysa, o zaman belki de yüklerinizi bir buldozere bağlayıp yeni bir yol açmalısınız.

Freud, 1910’da toplanan bir kongrede şunu demiştir: “İnsanlığın içsel güvensizliğini ve otorite arzusunu hiçbir zaman abartmış olmazsınız”. Bu arzu, kendisi tarafından başka bir yerde uyandığında “kendisine karşı ancak pasif mazoşist bir tavrın mümkün olduğunu ve tüm iradenin kendisine teslim edilmesi gereken tehlikeli bir reis figürü” arayan “arkaik miras” olarak adlandırılmıştır. Yüz yıl önceye kıyasla bugün, kurbanı suçlamak doğallaştı ve bu bir elitin otorite arzusuna sahip insanlara karşı tahammülsüzlüğüne işaret etse de, o gün ofisime gelen insanların henüz dinmemis üzgünlüğünü açıklamaz. Ancak, daha melankolik duygularımızdan birini, kimi yönleriyle açıklayabilir. Bu duygu, Trump’ın inatla körüklediği nostalji duygusudur. Tüm nostaljiler gibi, Amerika’yı yeniden muhteşem yapma isteği de hiç var olmamış olanı arzu etmektir ve bize eskide neyin var olduğundan çok şimdi neyin eksik olduğunu gösterir.

Ancak Freudcu görüşe göre Trump yandaşı muhafazakarların başarısı bize arkaik mirasımızı hatırlatmalı. Aslında Trump’ın ve yandaşlarının hayranlık duyduğu geçmiş, 20. yüzyılın ortalarından daha eskilerde, o kırmızı şapkalar neyi ifade ediyorsa orada yatmakta. Trump, toplumsal hiyerarşide beyazlara en üstte yer vermekten fazlasını, dünyayı, elitlerin ve toplumsal adalet savaşçılarının araya girmesine gerek olmaksızın anlaşılır kılmayı vadediyor. Bizi medeniyetin boğucu ağından kurtulmaya, bilimi dışlamaya, mantığı keyfimize uydurmaya, köhnemiş inançlara sarılmaya, gücü serbest bırakmaya, içgüdülere ve adalet arayışına dair mantığı ve şüpheciliği savunan toplumsal anlaşmanın temel koşullarını ortadan kaldırmaya çağırıyor. En sonunda tüketmek, yağmalamak, yok etmek, komşularımızı duvarların ardına itmek ve kötü koşullarda yaşadıkları için insanlardan nefret etmek özgürlüklerini sağlayan ilkel bir Amerika’ya geri döneceğiz.

'TRUMP VE AYDINLANMAYI BERTARAF ETMEK'

Trump, yüzsüz yalanları, ahlaksızlığı, iyi olanı küçümseyici tavrı, tutarlı olmayı ya da başka türden bir bütünlüğü umursamaması ile vadettiğinden daha fazlasını yapıyor, bu vaatleri kendi bedeninde cisimleştiriyor. O, Aufklärer’in karşıtı. En büyük arzusu ise, her sözünün ardında bulunan ancak açıkça söylenmeyen bir şey: Aydınlanma’yı bertaraf etmek, bizi hiçbir şeyin kesin olmadığı ve her şeyin –ekonomik refah, ulusal sınırlar, cinsel kimlikler, aile içi düzenlemeler– değişebilir olduğu bir dünyada mantığa dayalı bir yaşantının zincirlerinden kurtarmak, güçlünün egemen olmasına izim vermek.

Birinci dünya savaşında kullanılan otomatik silahlar ve hardal gazı Freud’a değişmez görünenin kırılganlığını göstermişti, Trump’ın seçilmesi ise onun, yıkılmasını olmasa da, köhneliğini gösteriyor. Hiçbir çatışma olmadan, sadece öfke ve nefretin kolektif dışavurumuyla seçmenlerin neredeyse çoğu akıllarıyla hareket etmedi. Reddettikleri ise bir aday ya da bir parti değil, Freud’un da parçası olduğu, 500 yıldan fazla sürede oluşmuş değerler bütünüydü. Onlar, modernitenin sunduğu, şeyleri kendi kendimize kavramak için aklımızı kullanmamız gerekliliğine karşı ayaklandılar ve onun yerine eski kuralları değil, Trump’ta vücut bulan güdüleri, intikam, zalimlik ve öfkeyi koydular. Sınırlarımızı ancak onlara feci şekilde ihtiyacımız olduğunu kavradığımızda fark edeceğimize dayanan Freud’un görüşü ve onun yeniden değerlendirilmiş hali tamamen yetersizdi. Bu noktada John Adams, demokrasinin kendini “tükettiği, yorduğu ve öldürdüğü”, bireylerin kendilerini kontrol altına alabilecekleri ancak “ulusları ve milyonlarca insanı hiçbir zaman” değiştiremeyecekleri saptamasıyla dikkat çekiyor.

Gene de, sorun cevaplarımızda değil, sorunun içinde olabilir. Dünya’da yaşamın insanların yönetebileceğinden daha karmaşık ve kaotik, tesadüfen edindiğimiz güçlü ve zayıf yanlarımızın bu karmaşaya uyum sağlayacak biçimde evrilmemiş, süreğen bir düzeni kurabileceğimize olan ve Aydınlanma ile zirveye ulaşmış düşüncenin sadece kibirli bir inanç olabileceği de mümkün. Bu kibirli inanışlardan bir diğeri de ilerlemenin kaçınılmazlığıdır. Açıklama uğraşında olduğumuz karanlığın öteki yüzünde, kendimizi ve dünyayı değerlendirirken hayal bile edemeyeceğimiz; bize, demokrasinin bir Lascaux Mağarası ressamına olduğu kadar yabancı ve içinde kendi yıkılışının tohumlarını taşımayan bir anlayış olabileceği de mümkün.

Ancak bu kesin olmaktan çok uzak ve bu noktada mesleğim ve onun bizim iç dünyamızın değerlendirilmesiyle alakalı öğrettiği her şey kullanışlı hale geliyor. Çünkü bu müthiş deneyimin, kendi gösterimizi yapma becerisini bulacağımız düşüncesinin getirdiği hüznü hissetmeye yeni başladık ve çöküşümüzü izlerken yas tutma konusunda çok iyi olmalıyız. Meslektaşlarım ve ben yardım etmeye hazırız.

Orjinal Makale İçin Tıklayın