Ebru Aydın yazdı: 'Büyük roman' Körburun

Ebru Aydın yazdı: 'Büyük roman' Körburun

İstanbul’u anlatıyor Körburun, devrimcileri, onların umudunu… sonrasındaki yenilmişliklerini; işte en çok burası çok acıtıyor belki de. Hiçbir yere ait olamayanları anlatıyor, çaresizlikle olduğun yerde kalmayı, kabullenmeyi; ama içten içe isyanı anlatıyor Körburun… Hayalleri anlatıyor, onlara yaşamın pahasına inanmayı… 

“Kimse hatırlamaz bu adayı, yolunu bilmez. Hatırlanmamak bazen iyidir.”(s.193)

Yazarın kendi yarattığı 10. Prens Adası, Körburun. Günde sadece iki vapur seferinin yapıldığı bu ada, adaların en yalnızı, en ıssızı, en umutsuzu… Gitmek isteyip gidemeyenlerin, kalmak isteyip zorla gönderilenlerin adası. Kendine has o garip büyüsüyle yaşayanları her geçen gün daha fazla içine çeken, ruhuna, düşüncesine, hayatına giren ve orada hapsolanların adası.

“(…) Çünkü Körburun’a ayak bastı mı akşama kadar beklemek zorundadır. Günde sadece iki vapur seferi var. Biri sabahın köründe, bir de... son sefer işte.” (s.100)

Hikmet Hükümenoğlu, Can Yayınları’ndan çıkan “büyük roman”ı Körburun’da üç kuşağa yayılan yaklaşık 30 yıllık bir hikâye sunuyor okura. Bu üç kuşağa yayılan hikâyenin kahramanlarının her birinin iç dünyasına girebiliyor, sayfalar ilerledikçe yaşananların da getirdikleriyle değişimlerine, acılarına, aşklarına tanıklık edebiliyor okur. Bunu yaparken hiçbir karakteri öne çıkarmamayı ustalıkla başarıyor yazar. Böylelikle başkahraman algısını ortadan kaldırıyor, her karakteri ayrı ayrı işleyerek okuyucuya kendi kahramanını seçme fırsatı veriyor. Yazar “mükemmel” karakterler  yaratmaktan kaçınarak onların hatalarını, yanlışlarını ve zayıflıklarını doğal bir biçimde vermekten de geri durmuyor. İnsanın salt yalnızlığını tüm karakterlerinde görme şansını bulduğumuz Körburun’da, kurgunun sağladığı akıcılık romanın başından sonuna kadar etkisini hissettiriyor.

“Belki de tek dertleri buydu; bir tür yalnızlık ve her sene biraz daha artan bir endişe.” (s.194)

Daha önce Kar Kuyusu (2005); Küçük Yalanlar Kitabı (2007); 47 Numaralı Kamara (2010) ve 04:00 (2012) isimli romanları yayımlanan yazar dört yıl aradan sonra yazdığı Körburun’da, 30 yıllık Türkiye tarihini ve sosyal yapısını kronolojik olarak büyük bir ustalıkla karakterlerin yaşamları üzerinden veriyor. Yaklaşık 70 karakterli kitapta zoru başarıyor Hikmet Hükümenoğlu. Ne kadar çok karakter olsa da her kahramandan bir iz kalıyor okurun aklında. Neriman Abla’nın bedduaları, Meral Hanım’ın iç dünyasında her geçen gün biraz daha tekilleşmesi, Hayri Bey’in bencilliği, Murat’ın yenilmişliği, Seher’in hayal kırıklığı, arzuları, Altan’ın mücadele direnişi, kaybedişi, Stefo Usta’nın halkların “birlikte yaşaması”na olan inançsızlığı…

1960’larda başlayıp 1990’ların ortasında nihayete eren hikâyede tarihi ve bununla birlikte sosyal değişimin izlerini görmek de mümkün. Karakterlerin yaşamları üzerinden darbeleri ve 1964’teki Rum Tehciri’ni de anlatan yazar, bu süreçte tanık olduğumuz tarihin izlerini kurguya o kadar ustalıkla harmanlamış ki, karakterlerin hikâyeleriyle birlikte tarih ve tanıklıklar da akıp gidiyor. Rum Tehciri sonrasında bu hayalî adada susmayı tercih eden Türklerin vicdanını ve yaşamaya devam Rumların korkularını okuyucunun gözüne sokmadan sadece hissettirerek veriyor yazar. Aynı şekilde 12 Eylül sonrasındaki kayıpların, kaçışın ve yok olan hayatların gerçeğini duygu sömürüsü yapmadan okura bırakan ve hiç yadırgamadan okuru o tarihe götüren, karakterle aynı hayatı yaşadığını hissettiren ve bir anda başka bir karakterle uzaklaştıran bir roman Körburun…

“(…) Şu menekşeyi toprağından söküp başka toprağa ekseniz ne olur? Yaşar elbette, dayanıklıdır menekşe, böyle nazlı göründüğüne bakmayın. Ama bir daha asla çiçek açmaz. Yaprakları kalınlaşır, keçe gibi olur. Eğer toprak değiştirirken çok hırpalarsanız da kökleri çürür. Ben de bu toprağın kokusunu biliyorum, başka toprakta menekşe nasıl yetişir bilmem. Ölünce de başka toprağa gömülmek istemem. Rum’u, Ermeni’yi, Yahudi’yi saksı çiçeği zannediyor bizim devlet baba. Azıcık su verirse çiçek açacak, alacak camın önüne koyacak, işine gelmeyince de bunun suyu fazla geldi diyecek, gübresi fazla geldi diyecek. Saksıyı boşaltayım da daha iyi işler için kullanayım diyecek...”(s.401)

Ada halkının küçük dünyalarının büyük iç dünyalarını deyim yerindeyse “bir solukta” okumayı vaat ediyor Körburun. Acıya, yalnızlığa, terk edilmişliğe, ihanete, mücadeleye ve aşka çağırıyor Körburun. Adaya davet ediyor, adaya çekiyor. Anlatıyor, öğretiyor yaşaman gerekli, diyor. Göze batırmadan tüm çıplaklığı ve gerçeğiyle… Güzeli de çirkini de okura bırakıyor tüm yalınlığı ve samimiyetiyle… Vapurun ilk seferinde sevgiliyi beklemeyi, son seferinde sevgiliyi uğurlamayı, sonrasında içinde kalan yalnızlığı. Sabaha uyandığında başka hiçbir yerde duyamayacağın poğaça kokusunu, akşam başka hiçbir yerde gidemeyeceğin meyhaneyi anlatıyor. Kaçıp kurtulmayı anlatıyor zamanla mücadele ederken. İstanbul’u anlatıyor Körburun, devrimcileri, onların umudunu… sonrasındaki yenilmişliklerini; işte en çok burası çok acıtıyor belki de. Hiçbir yere ait olamayanları anlatıyor, çaresizlikle olduğun yerde kalmayı, kabullenmeyi; ama içten içe isyanı anlatıyor Körburun… Hayalleri anlatıyor, onlara yaşamın pahasına inanmayı… 

Türkçe edebiyatta hep izi kalacak Körburun’un. O kadar iddialı, o kadar “büyük bir roman”…  

"Birazdan güneş doğacaktı. Uyuyan cırcırböcekleri uyanacak, yorulanlar uykuya dalacak, insanlar yataklarından kalkıp kahvaltı masasına geçecekti. Yıldızlara bakılırsa bulutsuz, rüzgârsız, ılık bir gün olacaktı. Önce uzaktan düdük sesi duyulacaktı, sonra şehir hatları vapuru, yosunların kokusunu kabartan köpükler çıkararak iskeleye yanaşacaktı. İçi her zamanki gibi çay ve mazot kokacaktı. Halatlar atıldıktan birkaç dakika sonra hemen toplanacaktı; vapur Körburun'da çok beklemeyecekti çünkü Seher'den başka yolcusu olmayacaktı büyük olasılıkla." (s.533)

Hikmet Hükümenoğlu, Körburun, Can Yayınları, İstanbul, 2016 (592 sayfa).

 

 

 

 

 

 

 

DAHA FAZLA